200 yıllık soru

Neden bir soru 200 yıldır sorulur? Nasıl bir soru 200 yıl güncelliğini koruyabilir? Bu sağlıklı bir topluma işaret eder mi? Somut gerçekleri olan, evrensel bazı değerleri yaşatan bir topluma işaret eder mi? Üst üste gelen yıllardan ders çıkaran, dinleyen, tartışan, çözüm üreten bir topluma işaret eder mi?


Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden başlıyarak ama daha ağırlıklı olarak 19 yy dan itibaren Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Tanzimat, Meşrutiyet ile devam eden süreç içinde o dönemin  aydınının tek isteği olan ‘Hasta adamı’ kurtarma çabalarıyla birlikte ‘Osmanlı nasıl kurtarılabilir? yada  ‘Türkiye nasıl kurtarılabilir?’ sorusu hiç kesintisiz günümüze kadar gelmiştir.


Her şey değişmiş, yöneticiler, ekonomik, siyasi koşullar, her şey değişmiş ama bir tek bu soru hiç değişmemiştir. ‘Türkiye nasıl kurtarılabilir?’. Geçmişe şöyle bir baktığımızda bu soruya, bazıları hep birbirine benzemek kaydıyla birçok cevaplar verildiğini görürüz. Fakat bugüne kadar biz hep bu birbirine benzer cevapları duymuşuz, dinlemişiz ama 95 sene öncesinden verilen bir cevaba hep sağır ve dilsiz kalmışızdır.


30 Haziran 1948 İsviçre’de hasta yatağında kendini İstanbul’a götürecek bir uçak hayaliyle ölen, anne tarafından hanedan mensubu, Abdülhamid’in kızkardeşi Seniha Sultan’ın oğlu, babasıyla birlikte Abdülhamid’e muhalefet nedeniyle ülkeden ayrılan 1908-1918 yıllarında ülkeye dönen  ve nihayet 1924 ile ebediyen ülkeden ayrılan ve bugün kimsenin içinde kimin olduğunu bilmeden önünden geçtiği Eyüp’te bir türbede babası ve dedesiyle yatan, fikrine, duygusuna, maneviyatına sağır ve suskun kaldığımız bir isim, bir Prens, Prens Sabahaddin  vermiş bu uzun 200 yıllık sorunun hiç dinlemediğimiz cevabını.


1912 yılında 30 lu yaşlarının başında yazdığı ‘Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?’ kitabıyla kurtuluş çareleri aramış tıpkı o dönemin tüm aydınları gibi. Ancak diğerlerinden bazı farklarla. Onu hatırlamamızı, dinlememizi gerektiren nokta da tam burası. Zira düşüncelerine katılalım, katılmayalın, onu sevelim, sevmeyelim, fikirleri alışılmış olandan bize farklı gelsin yada gelmesin bir toplumun 200 yıl bir soruyu nasıl güncel tutabildiğini anlamamız , kafalarımızda bir pencere açabilecek insanları, cevapları dinlemeyi gerektirir. Bunun için hiç dinlemediğimiz, duymadığımız o cevap önemlidir.


Bu topraklarda kurtuluş çareleri ilk olarak, özellikle Tanzimat ile gelen ve teknik ilerlemenin önemli olduğu orduda ve tıp eğitiminde dolayısıyla ilk olarak askerler ve tıp öğrencileri arasında yayılan batı kaynaklı fikirlerle Osmanlı aydınının kafasında yoğrulmuştur. Tanzimat ile başlıyan bu dönem aslında Osmanlı insanı için bir şok etkisi yaratmıştır diyebiliriz. Zira daha önce hiç duymadıkları, hiç okumadıkları fikirlerle karşılaşmışlardı. Aralarında ne orada ne burada durabilenler, yani ilimle içinde bulunulan durumu, mutlakiyeti birleştiremiyenler ama ne ondan ne buradan vazgeçebilenler, dolayısıyla arada  Beşir Fuad gibi kendisi yananlar oldu. Ama tüm aydınlar karşılaştıkları yeni fikirlerin kafalarında yarattığı heyecanla, hiç şüphesiz bütün iyi niyetleriyle içinde bulunulan durumdan kurtulma çarelerini aradılar. Ama doğru ama yanlış…


Ama doğru yada yanlış bu kurtuluş çarelerini  Osmanlı da doğuran daha önce belirtildiği gibi dönemin dünya siyaseti ve neticesinde gelişen düşünce dünyası olmuştu. Şöyle ki;


19 yy başından itibaren batı dünyasında özellikle Fransız Devrimi sonrası yaşanan karışıklığa çözüm bulma çabaları birbirinden tamamen farklı iki düşünce ekolü yaratmıştı. Ve bu çabalar Osmanlı düşüncesine de girmişti. Bildiğimiz gibi Batı dünyası devrimden sonra içinde bulunduğu krizi aşmanın  yollarını ararken özellikle Fransa’da, 19 yy başında pozitivizmim babası Auguste Compte önderliğinde daha sonra Durkheim ile gelen ve tüm olayları fizik olaylar gibi homojen varlıklar gibi düşünüp genelleri dikkate alan bir ekol, öte taraftan Le Play’in önderliğinde olayları hiçbirşeye indirgenmesi mümkün olmayan heterojen bir takım varlıklar gibi algılayıp  özeli dikkate alan diğer bir ekol ortaya çıkmıştı. Compte ile başlayıp gelişen birinci damarda 3 hal olgusundan (teolojik,metafizik,pozitif) hareketle sosyal ilimlerde de tıpkı pozitif bilimlerdeki gibi kanunlar bulma çabası, olayları birbirine bağlayan evrensel geçerliliği olan yasalar bulma çabası, önce düzen  sonra ilerleme, yani devrimle yerinden koparılan bireyi toplum içine geri koyarak düzenden sonra ilerlemeyi bilimsel verilerle sağlama düşüncesi hakimdi. Bu ekolde 3 hal yasasına da uygun düşecek şekilde, birer soyutlama olarak algılanan birey, toplum sözleşmesi, ulusal irade aşılması gereken metafizik bir haldi. Buradan pozitif hale geçilmeliydi. Olaylar pozitif bilimlerde olduğu gibi açıklanmalıydı. Sonuç şuydu: Devrimin getirdiği bunalımdan geneli dikkate alan toplumu yöneten, anlatan, heryerde geçerli kanunlar bularak ve bütün için yaşayarak kurtulunabilirdi.


Buna karşılık Le Play,  E. Demolins, P. Descamps ile devam eden ikinci damarda ise tıpkı bir insanın en küçük parçası ve başka hiçbirşeye indirgenemeyen hücresi gibi inceleme birimi olarak toplum değil, aile, onun yetiştirdiği insan  yer almıştı.Bu ekole göre  Le Play’in  aile tipolojilerini dikkate alarak yaptığı kamucu- bireyci toplum ayrımıyla özellikle Demolins’e göre devrimin getirdiği bunalımdan Fransa, onlara göre özgürlüğün, aristokrasinin merkezden ayrı bir güç olarak yaşamasından dolayı daha gerçek olduğu, bir önceki dönem  feodal dönemdeki gibi merkezden ayrı güçlerin varlığıyla, güçlü merkezin dışında insiyatif sahibi insanları ortaya çıkaran ailelerle, eğitim sistemiyle tıpkı bireyci toplum tipine giren ve statükoyu devam ettiren, merkezi güce bağlı olan değil ama insiyatif sahibi girişken ,dinamik unsurlarla bu toplum tipine paralel bir yaşama biçimine, sosyal yapıya sahip İngiltere’deki gibi  pratik bilgilerle donanımlı  insiyatif sahibi insanların masa başında oturarak değil örneğin koloni topraklarını merkezden ayrı bir unsur olarak işletmesiyle çıkabilirdi.Çözüm merkez dışılığın  ve kafası daha ziyade pratik bilgilerle dolu girişimci tiptin varolduğu sosyal yapıdaydı.. Bu ekolde merkez dışındaki unsurların merkeze feda edilmemesinden hareketle  insan da  bütüne feda edilmemeliydi.


19 yy da Avrupa da  geçerli iki ekol buydu. Ve işte batıda yükselen  bu ışık bizde Osmanlı aydınları arasında da iki yol ortaya çıkarmıştı. Birinci damar bizde hep İttihâd Terakki, Ahmed Rıza ve Ziya Gökalp ile devam etti. İkinci damar ise Teşebbüsü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti , Prens Sabahaddin ile geldi. Ama biz bunlardan  bir kolu hep daha iyi bildik. Diğerine hep sağır ve dilsiz kaldık. Üniversitelerde kimse ondan bahsetmedi, kimse adını bilmedi. Belki de bu, İmparatorluk topraklarında ve sonrasında Kurtuluş döneminde içinde bulunulan sosyal, ekonomik, siyasal şartlar gereğide olağandı.
 
Ahmed Rıza ile gelen  Compte’cu gelenek tarafından Osmanlı toplumunda yıkılışın, çöküşün, tüm sorunun sebebi, ilerlemenin önündeki engel bütünde var olan bir sorun olarak görüldü. Sorun mutlakiyet ve baskı rejimiydi. Eğer bu değiştirilirse, batıda ortaya çıkan sonuçlar evrensel birer yasa gibi alınıp Osmanlı ya sokulursa, anayasa yürürlüğü girerse, padişah indirilip yerine meşrutiyet rejimi gelirse, birlik ve düzen sağlanır, genel geçer yasalar uygulanırsa örneğin siyaset de pozitif bir bilim haline gelip uzmanlar eliyle görülürse tüm sorunlar çözülecekti. Yani tüm sorun bir yönetim sorunuydu.Bütünü önemseyen pozitivist-merkeziyetçi felsefenin doğal sonucu buydu. Bu anlayış bazı tarihsel zorunluluklarla Ziya Gökalp ile günümüze kadar böyle devam etti.


Buna karşılık 1912 yılında tam 95 sene önce Trablusgarb yenilgisinden sonra kaleme aldığı ‘Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?’ kitabında özeli inceleme birimi olarak ele alıp bütüne buradan bakan  Le Play okuluna bağlı Prens Sabahaddin  için ise sorun sadece ve aslında hiçbir şekilde yönetim sorunu değildi. Ve sorun heryerde genel geçer yasalar gibi kabul edilen toplum yasalarını bir toplumdan diğerine aktararak çözülemezdi. Prens Sabahaddin Le Play okulundan Demolins’in  toplumları bireyci ve kamucu toplumlar olarak ikiye ayırmasından ve her toplum tipine uygun düşen bir yaşam biçimi, sosyal yapı tipi denk gelmesinden hareketle Osmanlı İmparatorluğu’nun asla bir yönetim sorunuyla değil bir yapı sorunuyla karşı karşıya olduğuna dikkat çekmiştir.Yani sorun bütünde değil özeldeydi. Toplum tiplerini incelediğimizde de bunu açıkça görebilirdik. Şöyle ki;


Kamucu toplum tipinde topluluk önemlidir.Birey değil. Birey bir topluluğa bağlı olduğunda kendini önemli hisseder. Kendine dayanarak verdiği cevapları yoktur. O bütüne birer görevli olarak bağlıdır. Yani bütünden aslında ayrıdır. Kopuktur, ona görevlidir.Diğer taraftan tüketime, taklide dönük bir toplum tipine işaret eder. Orada din bir baskı aracıdır ama bir vicdan meselesi değil.Tarihte merkezin güçlü olduğu Roma İmparatorluğu, XIV. Louis Fransa’sı bu toplum tipine örnektir. Günümüzde ise kendini 3-5 yılda yapılan seçimlerle bütüne dahil edebilen, ona karşı görevini yerine getiren vatandaşların bulunduğu, merkeziyetçi azgelişmiş-gelişmekte olan ülkeler bu gruba girebilirler.


Bireyci toplum tipinde ise en küçük birim olan aile- birey önemlidir. Farklılığı, üretimi, insiyatifi… Bütünün karşısında ondan kopuk değil, ondan ayrı bir güç ama onunla bütünleşmiş, kendini bütün kadar güçlü  görebilen  insan, üretime dönük, yaratıcı, değer yaratabilen  insan tipi vardır orada.Tarihte  Atina Cumhuriyeti, Roma cumhuriyet dönemi, İngiltere’nin dünyaya yayıldığı dönem ve Amerika Birleşik Devletleri bu gruba girer.19 yy da Demolins’in Fransa’yı güçlü ve düzen içinde yaşatmak için kullandığı kamucu-bireyci toplum tipi ayrımından hiç şüphesiz günümüz için de  bir çok şey çıkarabiliriz. Örneğin günümüzde referandum yada görevlendirdiklerini geri çağırma yöntemleriyle, sürekli bütünü denetleyen, etkileyen dolayısıyla sonunda kendini gerçekten bütün gibi güçlü ve onunla özdeş gören unsurlardan oluşan, adem-i merkeziyetçi çizgiye sahip ülkeler bu gruba dahildirdir.Örneğin karşısında para alış verişinin yapılacağı bir satıcının bulunmadığı sadece sokakta bir köşede kutuların içinde gazetelerin ve yanında da küçük para kutularının bulunduğu Cenevre’de, bir Cevevre vatandaşı kutuya parayı satıcı gibi hiçbir zorlayıcı güç , kontrol mekanizması olmadığı halde atıp gazeteseni alıyorsa, hiçbir şekilde bunu para atmadan yapmayı düşünmüyorsa bu, kişinin kendini tamamen bütünün tamda kendisi olarak görmesinden kaynaklanıyor demektedir. Çünkü Cenevreli şunu söyliyebiliyordur: ‘Devlet benim ve ben bunu yapmazsam kendime zarar veririm.’. Bunu söyliyebiliyordur çünkü, cenevreli hayatının her alanında toplumun en küçük birimi olarak bütünü denetliyebiliyor, etkiliyebiliyordur. Bütün bunlar açıkça onun bireyci toplum tipine dahil olduğuna işaret etmektedir. Öyleyse diyebiliriz ki, cenevrelinin yaşama biçimi onun dahil olduğu toplum tipini anlatmaktadır.


Kısacası Demolins’in yapmış olduğu toplum tipi ayrımından itibaren şunu ifade edebiliriz; Her yaşam biçimi, sosyal yapı tipi  bir toplum tipine, bir idare biçimine işaret eder.


İşte Prens Sabahaddin, sorun bir yönetim sorunu değil, bir yapı sorunu dediğinde bunu anlatmak istiyor.Sorun biçimi doğuran yapıda. Yani kamucu toplumlardaki yaşama biçimi, sosyal yapı tipi meclisi, anayasayı, seçimi, varolan değerler yapabiliyor ama yaşayan değerler yapamıyor. Bu sosyal  yapı böyle bir biçim ortaya çıkarıyor. Bireyci toplumlarda ise yönetim biçimi ne olursa olsun, anayasa, meclis, hukuk yaşayan değerler haline gelebiliyorlar. Yani idareyi yapı tipi belirliyor, bütünü özel açıklıyor.


Bunun için tek soylunun padişah olduğu, özel mülkiyetin olmadığı ve dolayısıyla batıdan farklı bir tarihi yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nda sorunu sadece bir  yönetim sorunu olarak gören Ahmed Rıza çizgisinin çözüm önerileri istenildiği gibi sonuçlar verememiştir. Çünkü mutlakiyet rejimini kaldırıp, anayasa, meclis ile getirilmek istenen özgürlük- eşitlik –demokrasi ideallerinin temelleri bu toplumda yoktu. Çünkü anayasayı, meclisi getiren süreçten henüz kafalar geçmemişti. Batıdaki biçimi yaratan o temel yoktu. Yani meclis de gelse, anayasa da yürürlüğe girse, padişah da gitse yaşanan yine baskı, zulüm, bir kaos olacaktı. Çünkü bu kaosu her durumda yaşatan bir sosyal yapı vardı. Çünkü idare hali toplumda nasıl yaşanıldığıyla doğrudan ilişkiliydi. Üretiyorsan,insiyatif sahibiysen, kendine bütüne feda etmiyorsan yaşayan değerler yaratıyordun. Sorun özeldeydi, bütünde değil.


Prens Sabahaddin tarihimizde bu karşılaştırmaları ilk defa yapan kişiydi.Ve biz onu hiç duymadık.


Ona göre güçsüz sosyal yapının getirdiği sorun, idare hayatımızda kamucu toplum yapısının getirdiği özel üzerinde bütünün vesayeti, merkezciliğe dayanan yönetim anlayışı, özel hayatımızda da bireyi öldüren, memur zihniyetli, sırtını devlete dayayan, hiçbir biçimde kendine, kendi gücüne dayanmayan insanlar yetiştiren  eğitim sistemi idi. Bu gidişi değiştirebilmek içinde yapılması gerekenleri kısaca şöyle ifade etmişti:


– Tüm girişkenliği engelleyen merkeziyetçilik, merkezi idari vesayet kaldırılmalıydı. Bölgesel yönetim yerel idarelere bırakılmalıydı. Dolayısıyla merkezden ayrı yapıların öz kaynaklarını geliştirmelerine imkan verilip, onları adam yerine koyarak kendilerinin bütünün tam da kendisi olduklarını hissettirmek gerekliydi. Ki  Prens Sabahaddin’in bu düşüncesinin Ahmed Rıza ‘nın siyasetin uzmanlar tarafından görülmesi, elitin istila edici olması anlayışına ne kadar ters olduğu açıktır. Ve nitekim bu görüşü hep merkeziyetçi kanat tarafından ülkenin bölünmesi gibi algılanmış ve hiç itibar görmemiştir. Bugünde görmemektedir.
– Mülkiyetin ortaklaşa kullanımından özel mülkiyete geçilmeliydi. Bakir Anadolu toprakları insiyatif sahibi kişilerce kendi deyimiyle Osmanlı centilmenlerince işletilmeliydi. Ticaret sadece azınlıklar tarafından değil Müslümanlarca da yapılmalıydı.
– Okullar özel girişimciliği verimli hale getirecek ve gündelik hayatta da işimize yarayacak şekilde düzenlenmeliydi. Yani geleceğini garanti altına almak adına sırtını devlete dayayan, aileye dayayan, şahsi hiçbir teşebbüste bulunmayan, üretmeyen memur tipinin okullarda kökü kazınmalı ve insanların sadece kendi güçlerine, benlerine dayanarak hayata hazırlanmaları teşvik edilmeliydi. Bu noktada da teorik bilgiden daha fazla pratik bilgiye önem veren İngiliz eğitim sisteminin benimsenmesi gerektiğini belirtiyordu.


Dolayısıyla iki ana düşüncesi vardı. 1) Teşebbüsi şahsi 2)Adem-i merkeziyet (idari). Ancak tarihimizde bu düşünceleri hep itilmiş, yok sayılmış, zaman zaman da haddinden fazla eleştirilmiştir. Ne zaman bir vesile ile konuşulsa hep tenkid edilmiştir. Ama çözümü hep bütünde, birlikte, düzende arayan bir çizginin sürekli bu topraklarda canlı olması sebebiyle belkide bu tenkidler olağandır.


İlk olarak görüşleri yüzeysel, zaman gerçekliğinden kopuk, hayali çözümler olarak görülmüştür. İçinde bulunulan dönemde bilindiği gibi hakim düşünce Ahmed Rıza çizgisiydi. Zira Osmanlı İmparatorluğu ve sonrası da bölünmemeyi , merkezi güçlülüğü gerektiriyordu. Doğrudur. Ve Prens Sabahaddin’in  düşünceleri o dönem için siyasi başarısızlık gibi gözükebilir. Ancak 21.yy da, merkezi devleti oturtan Avrupa nın , onu kurduktan sonra artık onun gücünü sınırlandırma çabalarını çoktan geçtiği bir dönemde bizim hâlâ aynı çizgide durmamız ne kadar dogrudur? Prens Sabahaddin’in düşünceleri bugün için hayali çözümler değildir. Aksine Prens Sabahaddin zamanının fazla ilerisi için konuşmuştur  bile diyebiliriz.


İkinci olarak sürekli ilk liberal olarak adlandırılan Prens, liberal sıfatıyla liberal literatürü bilmemesinden dolayı onu duymak istemeyenler tarafından sık sık eleştirilir. Evet belki Adam Smith gibi, Locke gibi liberaller arasında değildir. Ama kanımca derdi de hiçbir zaman liberal olmak olmamıştır. Sadece ülkesini kurtarmak isteyen aslında halktan kopuk biri de olarak ama onun için düşünen biridir. Liberalliği açısından eleştirilmemelidir. Onu belki böyle tanımlayanlar eleştirilmelidir.


Üçüncü olarak bağlı olduğu okulun temsilcilerinin Fransız Devrim’ine tepkileri sonunda, aslında devrim öncesi feodal düzeni , İngiliz emperyalist düzenini övmelerinden dolayı bir muhafazakar ve ortaçağ kalıntısı düzen savunucusu, antientellektüel, burjuva ideolojisinin esası merkezi devlet fikrine karşı olması nedeniyle kapitalizm , demokrasi düşmanı olduğu yönünde günümüze kadar hep eleştirilmiştir. Öncelikle gerek Compte ile gelen ekol, gerek Le Play ile gelen ekolün devrimin alt üst ettiği toplumu düzene kavuşturmak adına devrim öncesi gibi düzen halini aramalarını, Compte’un ulus iradesi, birey kavramlarını reddetmesini, Le Play’e bağlı Demolins’in de devrim öncesi feodal düzene hayranlığını, özellikle İngiltere’nin kolonilerindeki örneği yaşama isteğini hatırladığımızda her iki ekolde de mutlaka bir muhafazakarlık vardır. Ancak bu amaçları örneğin Demolins’in kamucu- bireyci toplum ayrımından Fransız toplumunu İngilizin  kolonilerinde yaşattığı düzene bağlama amacını değil yöntemi, çıkış noktasını esas alan Prens için ne feodalite özlemi içinde olma ne de emperyalizmin savunucusu bir muhafazakar yakıştırması, karalaması doğru değildir. Görüşlerinde eksik yanlar olabilir, hiç gerçekleşmiyecek noktalar olabilir ama bu onu toptan karalamayı gerektirmez. Yani birini babası hırsız diye hırsızlıkla suçlayamazsınız. Dolayısıyla o düşünceleri ile bir muhafazakar değil, bir toplumda yapı değişikliğini savunduğu için neredeyse belki bir devrimcidir. Antientellektüel değildir. Arapça, Farsça, Fransızca bilen , adeta üniversiteye dönen evlerinde rasathaneler kuran, radyoloji çalışmaları yapan, Lamartaine çeviren, İbn Haldun okuyan biri nasıl bağnaz yada antientellektüel olabilir?


Girişimciliği desteklerken , Osmanlı centilmenleri için, kim için olursa olsun, sonuçta tek soylu padişah  karşısında  pazarlık gücüne sahip yapıları desteklerken ve eğer sadece işi centilmenlerle ise ve adem-i merkeziyetten anladığı sadece tıpkı Demolins’in aristokrasinin merkezden ayrı bir güç olarak varolabilmesi şeklindeki inanışı ise, yüceltilmiş bir feodal düzense  verilen vergilerin nereye gittiğini aristokratlar değil, köylüler bilmeli derken, yerel yönetimleri savunurken, onları adam yerine koyarken, Terakki dergisinin 15. sayısında bugüne de çok benzeyen bir örneği, Bolu sancağında 3 saatlik yol için 6 sene uğraşılıp bu işten vazgeçildiğini anlatıp ‘Usul-u Merkeziyet devam ettikçe, vatanımızda fikr-i teşebbüs mümkün değil ilerleyemez derken, ölümünden tam 1 ay önce demokrasinin ancak doğru ve ilmi bir idrâka kavuşulursa gerçekleşeceğini söylerken bir insan nasıl demokrasi düşmanı, ortaçağ hayranı bir muhafazakar, bir elitist olur?


Vatan hainliğine gelince; 30 haziran 1948 İsviçre’de ölüm döşeğinde titreyen elleriyle çekmecesinden ipek bir Türk bayrağı çıkarıp yüzüne kapatan ve işte bir uçak, Türk bayrağı ile kaplı, bizi İstanbul’a götürecek diyen biri ve tüm çabası o 200 yıllık soruyu cevaplamak olan biri nasıl vatan haini sayılabilir?


200 yıllık soru: ‘Türkiye nasıl kurtarılabilir?’. Ve 95 sene öncesinden verilmiş bir cevap. Belki kafamızda öylece dolaştırdığımız, belki de hiç duymadığımız.


Uzun yılların getirdiği ve üzerinde oturduğumuz çizgiden, alışkanlıktan bakan bizler beğenelim  yada beğenmeyelim, duyalım yada duymayalım, yanlışları olabilir, kendi içinde eleştirilecek bazı noktaları olabilir, bugüne hiç uymayacak kimi noktaları yakalanabilir,ama hangi amaçlarla varolmuş hangi ekolden gelirse gelsin bugüne çok uyacak kimi oldukça önemli noktaları da yakalanabilir. Ve mademki temelde yaşayan her canlının bir değeri vardır, her düşüncenin bir değeri vardır, her düşünce, her cevap dinlenmeyi hak eder. Dinlenmelidir. Bilelim. Ayrıca bazen hayatta bazı şeyler öyle elimizin tersiyle tek bir hareketle itilecek kadar degersiz değildir. Düşünelim.


200 yıllık sorumuza 95 sene öncesinden gelen ve hiç dinlemediğimiz, karşısında sağır ve dilsiz kaldığımız bir cevap var..


 ‘Türkiye nasıl kurtarılabilir?’


‘Yaşam biçimini değiştirerek’


  İşte bütün hikaye bu.


 


 

701090cookie-check200 yıllık soru

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.