ABD ve AB’nin İslam Politikası (II)

Araştırma: Mustafa PEKÖZ* / AÇIK GAZETE FRANSA

ABD’NİN VE AB’NİN ORTADOĞU VE TÜRKİYE  İSLAM POLİTİKASI (II)
ABD’NİN TÜRKİYE’DE İZLEDİĞİ  POLİTİK  İSLAM STRATEJİSİ

İkinci dünya savaşından sonra, uluslararası güç dengelerinin özellikle ABD ve Soyvetler Birliği arasında yaşanmış olması, Sovyetler Birliğine sınır olan Türkiye’nin jeopolitik konumunu son derece önemli kılıyordu. ABD’nin bölgedeki hakimiyet gücünü koruması bakımından özellikle Ortadoğu’nun ekonomik ve sosyal tarihsel ilişkilerini kullanarak geliştirdigi politikaların ekseninde yukarda ifade ettigimiz gibi, İslam dini vardı. Jeopolitik konumu, toplumun dinsel yapısı ile tarihsel kültürel özellikleri bakımından ön plana çıkan Türkiye, ABD’nin Avrasya ve Ortadoğu politikasının uygulanma sahasının  en önemli merkezlerinden birini oluşturuyordu.

Ortadoğu’da ABD ile Sovyetler arasındaki egemenlik çatışması, 1979’da  İran’da Şah iktidarının yıkılması, Aganistan’ın Soyvet Birliği tarafından işgali, Türkiye’nin politik konumunu çok daha ciddi oranda arttırdı. ABD’nin politik uzmanları Türkiye’nin önemini  “stratejik bir hazine” olarak değerlendirdiler. R. Reagan’ın tarafından ABD Dışişleri Bakanlığına atanan  Alexander Haig, “Türkiye yeri doldurulamayacak bir ülke ve yaşanan gerçeklik içinde onun ne pahasına olursa olsun desteklenmesine değer” sözleri  Türkiye’nin bölgesel alandaki önemine vurgu yapıyordu. 

Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ABD’nin, Ortadoğu politikalarında bir kısım degişiklikler yaşandı. Özellikle radikal politik İslam çizgisine yönelik ‘yeni’  bir kısım stratejiler belirlendi. Sovyetler Birliği’ne karşı desteklenerek ve ekonomik ve politik olarak bir güç haline getirlen Oradoğu ülklerindeki –radikal- politik İslamcı güçler bu kez düşman kategorisinde görülürken, Türkiye’nin stratejik konumu, değişen ulusalararası güç dengelerine ve bölgenin ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden planlandı. Bu planlama iki noktada somutlaştı. Nato’nun değişen rolüne bağlı olarak Türkiye’nin jeopolitik konumunun artması ve Türkiye’nin AB’ne entegrasyonu.

Yani ‘soğuk savaş’tan sonrada, Ortadoğu ve Avrasya üzerindeki güç-egemenlik çatışması kesintisizce devam ettiğine göre, Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik konumu degişmeyecektir. Dışişleri eski Bakan Yardımcısı Holbrooke’un da dediği gibi, “Avrasya bölgesinde ABD için önemli ne kadar olay varsa, hepsinin ayrım noktasında Türkiye duruyordu… Talbott, Bilkent üniversitesinde vermiş olduğu bir konferansta benzer düşünceleri “İşte Türkiye, bir kez daha tıpkı soğuk savaş yıllanndaki gibi, dünyanın en önemli olayların kesişim noktasında yerini almıştır” diye değerlendiriyor.

Holbrooke’a göre; özellikle, ABD’nin bölgeye dayattığı ‘yeni’ İslam politikası bakımından da Türkiye gibi bir ülkeye kesin olarak ihtiyaç duymaktadır. ABD’nin  eski Ticaret Bakanlarından -hayatta değil- Ron Brown, Türkiye’nin ABD bakımından ki önemini şu cümlelerle açıklamıştı:

“Birleşik Devletler, Türkiye’nin hem stratejik hem de ekonomik alanlarda büyük önemini hiçbir zaman aklından çıkarmadı. Türkiye, NA­TO içinde başlıca ortaktır ve demokratik, laik ve Müslüman bir ülke olarak böylesine çabuk başkaldıran bir bölgede önümüzdeki yıllarda şimdikinden daha önemli olmayacak…”

R. Brown’nun bu açıklaması ABD’nin Türkiye üzerindeki planlarını ortaya koymaktadır. Özellikle ‘Büyük Ortadoğu Projesi’(BOP) kapsamında Türkiye’nin önemine özel bir vurgu yapılmaktadır. Bu konu ayrı bir alt başlık altında incelenecektir.

ABD’nin Ortadoğu’da izlediği yeni politik stratejinin ana hedeflerinden biri,  kapitalist küresselleşme stratejisine bağlı olarak bölgesel egemenliğinin pekiştirilmesi kapsamında, İslamın yeniden   biçimlendirilmesi planlarırken ikili bir politika izlenmektedir. ‘Soğuk  savaş’ sürecinde olduğu gibi, Türkiye’de genel olarak Batı yanlısı ‘ılımlı İslam’ politikasına destek vermek, diğer Ortadoğu ülkelerindeki politik İslamcı hareketlere daha saldırgan bir tutum geliştirmek.

Özellikle ABD, Türkiye 1995 yılında Türkiye Başbakanı olarak ABD’yi ziyaret eden Tansu Çiller ile ortak basın toplantısı yapan ABD Başkanı B. Clinton, Türkiye için şunları belirtmiştir:

“Türkiye ile ilişkilerimiz, insanların tüm farklılıklarına rağmen -batıda olsun, doğuda olsun veya Müslüman olsun Hristiyan ya da Yahudi olsun- ortak hedeflere ulaşma uğrunda, güvenle, birlikte çalışabileceklerini ispatlamaktadır.”

Çünkü Clinton, “Türkiye’nin köktenciligin yayılması önünde engelleyici bir rol oynadığına “inanmaktadır.

1997 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi raporunda, Türkiye hakkında şöyle denilmektedir:

“ABD Birleşik Devletleri’nin stratejik çıkarları, demokratik,  laik, müslüman ve Batı yanlısı istikrarlı bir Türkiye devletinin varlığını gerektirmektedir… Türkiye’nin, kendi­sini Batı ‘yla iç içe geçiren güçlü bağları ve dünyanın en hassas bölgelerinden birinde bütün stratejik çıkarla­rımızda bizimle dayanışma içinde olması gözden kaçı­rılacak şeyler değildir.”

Bu politik yaklaşıma göre özellikle Türkiye’deki İslamcı tarikatların desteklenmesi, ‘ılımlı’ politik İslamcı çizginin geliştirilmesi için gerektiğinde ‘laiklikten vaz geçilebiliceğini’ bir çok kez dile getirmişlerdir. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisinin ortaklaşa hükümet olduğu dönemde, ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Burns, Erbakan hükümetine parlamentoda güvenoyu verilmesinin hemen ardından yapmış olduğu bir açıklamada “Türkiye ile ilişkilerimizin devam etmesi için bir şart olarak, laikliğin sürmesinin gerekliliğini söylediğimizi sanmıyorum” diyerek, ABD’nin politikalarına ilişkin çok net bir mesaj vermiş oluyordu. 

Batı yanlısı bir politika izleyen Türkiye’nin ABD’nin bölgesel çıkarları için  ‘laikliğin şart olmadığını’ ve gerektiğinden bundan ‘vaz geçilebiliceğini’ belirtmektedir. Pratik olarak bu yönde bir çok adımlar atmış olan ABD, hemen her dönem, Türkiye’deki İslamcı hareketlere destek sunmuştur.

Bir CIA uzmanının bu konuda yaptığı değerlendirme ilgi çekicidir. “İslam hayatının Türk davasına ne kadar bağlı olduğunu görmemek kabil değildir. Dünyanın her tarafına yayılmış olan İslam aleminin, inkilapçı ve modern İslamlığı temsil eden Türkiye’siz bir mana ifade etmeyeceği açık bir hakikattır. Farzı mahal olarak islam milletleri, vaktiyle İtalya ve Almanya’nın yaptıkları gibi bir birlik teşkil etmeye muaffak olsalar, bunun sebep ve amillerini Türkiye’den başka bir yerde aranmamalıdır…”

21. yüzyıla girerken, bu görüş, halen ABD’nın Ortadoğu politikası bakımından Türkiye için güncelliğini korumaktadır.

ABD’nin, Ortadoğu’daki egemenliğini süreklileştirmek ya da pektiştirmek için bölgesel düzeyde geliştirdiği ‘ılımlı İslam’ politikasının uygulanma alanı öncelikli ülkelerden biri  Türkiye olacaktır. Bu politikayı hem Ortadoğu’da hem de Türkiye’de etkin kılmak için ; birincisi tüm müslümanlarca kabul gören, Vatikan’daki papalık kurumuna benzer “İslam Halifelik Kurumu”nun oluşturulması ve bunun merkezinin Türkiye olması. İkincisi, Türkiye’de tariktalara açık destek sunularak güçlendirilmesi.

Clinton Endonozya’ya yaptığı bir ziyaret sırasında bu düşüncelerini çok açık bir tarzda ifade etti:

“Batı dünyası ile İslam dünyası arasında bir barış ve diyalog kurulmasına engel olan şey bir kanal eksikliğidir. İslam dünyasının başı (Halifesi) yok. Hristiyanlığın Papalık gibi bir kuruluşu var. İslam dünyasının bu eksikliği, aklına esen her teşkilatın kendini İslam dininin temsilcisi, lideri olarak ortaya atmasına yol açıyor. İslam dininin gerçek bir lideri(Halifesi) olsa, onu Beyaz Saray’a çağırır diyalog başlatırdık..”

ABD’nin buradaki stratejik hedefi, böylesi bir kurum aracılığıyla bütün İslam dünyasını kontrol altına almaktır. 

Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümünden sonra, ABD’nin Türkiyede İslamcı bir çizgi izleyen Refah Partisi ile ilgilenmesinin bu temel politikadan kaynaklanmaktaydı. RP Genel Başkanı Necmettin  Erbakan’ın  ABD’nin bölgesel politikalarını olduğu gibi kabul etmesinin faktörlerinden biri de, İslam dünyasının “ruhani lideri” olma rüyası vardır. Ancak, bu alanda somut bir yönelim içerisine giren  ve birkaç adım öne geçen Fettullah Gülen hoca oldu. ABD’nin stratejik planlarını harfiyen uygulayan Gülen, ‘dinlerarası diyalog’ adı altında papa ile görüşmesi, dünyanın 30-40 ülkesinde açtığı okullarla “islam misyonerliği”ne soyunarak somut yönelimlere girmiş olması nedeniyle, avantajlı duruma geçmişti.

ABD, bu “İslam Halifeliği”ni öyle önemsemektedir ki, Türkiye’nin liderliğe soyunması için Suudi Arabistan  dahi ikna etmiş durumdaydı..  Ancak, İslam dünyasındaki tarihsel, sosyal ve kültürel farklılıklar bakımından ‘İslam halifeliği’nin oluşturulması hemen hemen mümkün değildir.

Türkiye’deki tarikatların durumunu değerlendiren CIA’nın eski masa şefi Paul Henz şunları söylüyor:

“Eski Sovyetler’de püriten Vahabi doktirinler, kirlenmeye ve materyalizme karşı panzehir olarak yaygınlaştı. Bunların soğuk savaş sonrasındaki demokratik düzenlerde nasıl bir tavır alacakları henüz belli değil…. Said-i Nursi’nin öğrencileri olan Nurcular, bilim, modern bilgi ve ciddi modern eğitimin, geleneksel olarak islam’da  bulunduğunu savunuyorlar. Türk aydınlarının Nakşibendiler konusundaki kaygıları yapaydır. Türkiye’nin doğusunda ve kasabalarında yaygın olan Nakşibendiler, eski Sovyetler’de ve İslam dünyasında oldukça güçlüdürler. Gerici değillerdir. Nakşibendiler, eski Sovyetler’deki bağımsız Türki Cumhuriyetlerde ortaya çıkan girişimci sınıflar için doğal bir bağlantı noktası işlevini görmektedirler…”

ABD’nin temel politik yaklaşımlarını ortaya koyan bu görüş açısı aynı zamanda Türkiye’deki tarikatlarla ABD arasındaki ilişkiyi de dışa vurmaktadır. Türkiye’de tarikatların neden böyle önlenemez bir hızlı geliştiği, daha iyi görülmektedir. ABD, bu politik çizgisini, 1946’dan bu yana egemen kılmaya çalışmaktadır. Bu yönde önemli adımlar attığı bir gerçek.

ABD, “İslamı dostlarda desteklemek, düşmanlarda kışkırmak” politikasına dayanan “yeşik kuşak teorisi”nin bölgede değişen politik güç dengelerine bağlı olarak yeniden analiz edilerek yaşama geçirilmesi için Türkiye’yi son derece önemsemektedir. Washington Uluslararası Stratejik Enstitü Merkezi eski uzmanlarından Brad Roberts, Türkiye’de komünizme karşı İslamın desteklenmesine ilişkin şunları ifade ediyor:

“ABD’nin Türkiye’ye bakışında İslamın yükselen sesini, komünizme karşı basit bir kalkan olmaktan daha kapsamlı bir çerçevede düşünülmesi” gerektiği uyarısını özenle yaparken, İslamın toplumsal yaşamın bütün alanlarına müdahale etmesi gerektiğini de şöyle belirtiyor:

“…dindar kitlelerin siyasete, iş yaşamına, bürokrasiye, orduya, öğretmenliğe doğru çekilmesi modernizasyon süreci için önemli bir adım olabilir.”

ABD Temsilciler Meclisinde alınan bu karar ABD’nin dini kendi bölgesel çıkarları için nasıl kullanacağına ilişkin temel politikaları hakkında somut bir fikir vermektedir. 21. yüzyıl özelliklede Ortadoğu, Kafkasya, Ortaasya ve Balkanlar bakımından etnik ve dinsel çatışmaların yoğunlaştırılacağı bir bölge özelliği taşıyacağa benziyor. ABD’nin bu politikasının stratejik yönelimi, yine bu bölgeler olacaktır ve Türkiye bu stratejinin merkezinde bulumaktadır.

Bir sonraki yazımızda da “Türkiye’nin AB üyelik Süreci ve İslam” ele alınacaktır…

_______________

* [email protected]

1089390cookie-checkABD ve AB’nin İslam Politikası (II)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.