ABD ve Küresel Savaş

ABD’nin Ortadoğu politikalarının anlaşılması için yeni yüzyıla yön veren teorik çalışmalar olarak ulus-devlet, Uygarlıklar Çatışması, Küreselleşme ve Küresel Savaş gibi kavramların açılması ve tartışılmasında yarar bulunmaktadır.


Samuel Huntington, 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde “uygarlıklar çatışması” isimli bir makale yazmıştır. Bu makaleyi 1996’da kitaba dönüştüren (Clash of Civilizations and Remaking of World Order, Simon and Schuster, New York, 1996) Huntington’ın tezi, büyük ilgi çeker. Afganistan operasyonu ile son günlerde yeniden gündeme gelen bu tez ile ilgili kapsamlı bir eleştiriye rastlamış değiliz. Birkaç dergide çıkan eleştirilerde ise, Huntington’ın savının, eleştirilmesi yerine, Batı karşıtlığı teması üzerine oturtulmuş değerlendirmelerle adeta desteklendiği ve dinleri karşı karşıya getiren yaklaşımlarla özensiz düşünce yürütmeler yapıldığı görülmektedir. Uygarlıklar çatışması savını eleştirmeye dönük yetersiz ve tutarsız yaklaşımlara tepki olarak “uygarlıklar çatışması” tezinin gerçekçi bir değerlendirmesinin ve eleştirisinin yapılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.


Huntington, dünyadaki uygarlıkları 7 temel gruba ayırmaktadır. Bunlar; Batı uygarlığı, İslam, Hint, Ortodoks-İslav, Latin Amerika, Japon ve Afrika uygarlıklarıdır. Bu değerlendirmelerde bazı ülkelerin durumu kesin açıklığı ile belirlenememekte ve iki uygarlık arasında bir noktada bulundukları öne sürülmektedir. Önümüzdeki yüzyılda kültürlerin temel çatışma kaynağı olacağını belirleyen Huntington, ideolojiler ve ülkeler arasındaki eski çatışmaların ve çatışma kaynaklarının önemini yitireceği öngörüsünde bulunmaktadır. Batı uygarlığı ile İslam, Japon, Hint, Latin Amerika, Ortodoks-İslav ile Afrika gibi farklılaştırmaları yaparken, bunlar arasındaki tarihsel ve kültürel farklılıkları kaynak olarak gösteren Huntington; ulusal siyasal kültürün öneminin giderek zayıfladığını düşünmektedir.


ABD VE KÜRESEL SAVAŞ STRATEJİLERİ


ABD, dünyadaki egemenliği iki temel teorik açılım üzerinden yürütmeyi sürdürmektedir. Bunlardan ilki, “ulus-devletlerin güçsüzleştirilmesi”, diğeri ise “uygarlıkların kristalleşmesi”dir.


ABD, dünya egemenliğine ve küreselleşmeye temel engel olarak “ulus-devlet yapılanmasını” görmektedir. Bu yapı, ekonomik, politik, kültürel ve psikolojik açıdan Amerikan egemenliğine ve küreselleşmeye büyük tehditler barındırmaktadır. Bu yapının zayıflatılmasının iki bileşeni bulunmaktadır. Bu bileşenlerden ilki, ulus-devletin üstten yıpratılmasıdır. Bu ise BM, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, AB gibi ulus ötesi oluşumların desteklenmesi, yenilerinin yaratılması ve güçlendirilmesidir. Böylece, ulus-devletin egemenliğini sınırlayan ulus-üstü oluşumlar yaratılmış/güçlendirilmiş olacaktır. Ulus-devleti zayıflatan ikinci bileşen, “devlet-altı” örgütlenmeler ve meydan okumalar yoluyla ulus ya da devlet egemenliğinin sınırlandırılmasıdır.


Özellikle Soros Vakıfları, ABD destekli çeşitli grup ve araştırma-inceleme vakıfları, araştırma merkezleri gibi Sivil Toplum Örgütleri yoluyla ulus-devletin gücünün zayıflatılması ve küreselleşmenin gereklerinin savunulması yoluyla yapılacaktır. Ayrıca, ulus-devletin güçsüzleştirilmesi için bölgesel çatışmaların körüklenmesi, iç savaşların desteklenmesi, devletin küçültülmesi, özelleştirmenin teşvik edilmesi gibi politikalar desteklenmektedir. Bu iki bileşenin amacı, ulus-devletin güçsüzleştirilerek ABD’nin “Küresel Devlet” yaratma politikasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır.


ABD, ulus-devlet ile savaşırken, önemli bir savaş alanı daha yaratmıştır. Ulus-devletler gibi küreselleşmeye direnen Siyasal İslam, ABD politikalarının hedefi durumuna gelmiştir. Bu nedenle, Ortadoğu, Amerikan politikalarının ilk aşamadaki uygulama merkezine dönüştürülmüş ve siyasal islam ile ulus-devlet yapılanmalarının çökertilmesi anlamında kapsamlı bir dünya savaşı (Küresel Savaş) başlatılmıştır. Amerika’nın Ortadoğu politikalarını bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir.    


ABD’NİN AÇMAZLARI


ABD’nin Küresel Savaş stratejisinin gerçek anlamda ciddi eksiklikler barındırdığı görülmektedir. Her şeyden önce, “uygarlıklar çatışması” savı, bugünün temel kültürünü ve bütün anlamıyla yaşam biçimimizi belirleyen ulus-devlet’in küçümsenmesine dayalıdır. Ulus-devlet’i küçümsemek, bugünün dünyasında mevcut olan çatışmaların temel kaynağını gizlemek ya da en azından dikkate almamak anlamına gelmektedir. Bu anlamda tez, küreselleşme söyleminin tamamlayıcı bir parçası olarak görülmelidir. Ne var ki, bugünün dünyasında temel farklılaşma olarak en etkin öge, yaşayan ülkeler ve uluslar olmaya devam ediyor. Bunu görmezden gelmek, ulus-devlet ötesi çatışmalar üreterek ulus-devletin etkisini azaltmak çabasıyla yapılsa bile, gerçeklerden kaçmak ya da gerçekleri görmezden gelmek demektir ki, bu tutarlı ve bilimsel bir yaklaşım sayılamaz. Günümüzün kültür ve uygarlık düzeyini yaratan temel öğelerin de ulus-devletler olduğunu dikkate alırsak, “uygarlıkları farklılaştırma ve bu farklılıklardan Batı uyfarlığının uzun dönemli egemenliğini sürdürmeyi” hedefleyen bu sav, baştan yara almış olmaktadır.


Uygarlıklar çatışması savında, uygarlık farklılaştırmaları yapılırken de nesnel ölçütler kullanılmış değildir. İslam ve Ortodoks dünyası birer din olarak uygarlıklar yaratıyorken, nasıl oluyor da Hristiyanlık, bir bütün olarak uygarlık olamıyor ya da Musevilik, Afrika gibi, üstün ya da düşük anlamda bir uygarlık sınıflandırması içine alınamıyor. İslam, farklılaşma ve çatışma kaynağı oluyorken, Hristiyanlık ve Musevilik neden olmuyor? Bu nedenle, Küresel Savaş, siyasal islama yönelmekte, diğer dinler ise bu savaşta ABD yanında saf tutmaya zorlanmaktadır. Bu zorlamanın ne ölçüde başarı kazanacağı zaman içinde görülecektir. Ancak, İslam dışındaki dinler de, küreselleşmenin uzun dönemde kendileri için de ciddi tehditler getireceğini kısa zamanda algılayacak ve ABD politikalarına destek olmaktan kaçınacaktır.


Bir başka eleştiri, temel alınan teorik çözümlemelerin durağan nitelikte çözümlemeler olmasıdır. Uygarlıklar, gelişme ve gerileme gizil güçleriyle birbirlerine yakınlaşmakta  ya da birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Bu anlamıyla devingen nitelikleri, onların uygarlıklar olarak farklılaşmalarının da kaynağı olsa gerektir. Eski Yunan düşünürü Platon gibi durağan ya da değişmeyen bir siyasal yapı ya da dünya düzeni tasarlayabiliriz; ancak bunu gerçekleştirme şansımız bulunmamaktadır.


Herakleitos’un belirttiği gibi, Her Şey Akar (Panta Rei). Siyasal çözümlemelerin ve kuramların da bu devingen niteliğe sahip olması, onların pratiği açıklama yetenekleri için önemli bir ölçüt olarak görülmektedir. Özellikle geleceğe ilişkin kestirimler konusundaki düşüncelerin, devingen nitelikte bulunması bir zorunluluktur. Değişmeyen üzerine kurulu kestirimlerin yapılması söz konusu değildir. Eğer değişme olmayacaksa, gelecekle ilgili kestirimleri yapmaya gerek kalmayacak, her şey olduğu gibi sürecektir. Uygarlıkların çatışması savına dayanan ABD politikaları, özellikle 21. yüzyılda dünya gündemini belirleyecek bir etken/güç olarak seslendirilmesine karşın, bu teorinin pratikteki başarıları, devingen olmayan yaklaşımı nedeniyle düşmanlarını çoğaltarak kısa zamanda çözülmeye ve başarısızlığa mahkumdur.


Uygarlıkların birbirlerine yakınlaşma ve uzaklaşma gizil güçlerini dikkate almadan, bazı uygarlıkların yok olması, yenilerinin yaratılması, bazılarının bütünleşmesi gibi değerlendirmelerden uzak bu bakış açısı, devingen olma niteliğinden yoksundur. Bu niteliği nedeniyle, kuramın pratiği açıklama konusunda yetersiz olduğu görülebilir. Amerika’nın Küresel Savaşını dayandırdığı önemli bir teorik yaklaşım olan “uygarlıkları farklılaştırma ve Batı uygarlığının uzun dönemli egemenliğini pekiştirme” çabası, durağan niteliğiyle geleceği açıklamak konusunda baştan yetersiz kalmakta ve yeni yüzyılı biçimlendirme araçlarından yoksun bulunmaktadır.


Küresel Savaş stratejisi, uygarlıkları biçimlendiren uluslar, ülkeler, sınıflar, kültürler, çıkar kümeleri ve çatışma kaynaklarını önemsemeksizin, ulus-devlet ötesi yeni birlikler ve çatışmalar varsayma ya da yaratma çabasındadır. Ancak, bütün bu eksikliklerine karşın, küresel bir dünya devleti ya da gücü yaratma çabasının ideolojik niteliği gözlerden kaçırılmamalıdır. Feodal yapıya karşı mutlak monarşiyi destekleyen burjuvazi, ayakları üzerinde durmaya başlayınca “demokrasi” adına devletin küçültülmesini savunmuş ve liberalizm, bir burjuva ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Çok uluslu şirketler ve sermayenin genişlemesinin önünde bir engel olarak görülen ulus-devlet fenomeni de, güçlenen ve ulusal nitelikleri aşan burjuvazi için elbet bir gün engel olarak görülecektir. Küreselleşme söylemi, işte bu aşamanın sözel altyapısını oluşturmaktadır. Ulus-devlete karşı açılacak savaş; bir yandan ulus-devlet ötesi bölgesel ve siyasal örgütlenmelerin yaratılması ve güçlendirilmesi (AB gibi) pratiği ile beslenirken; öte yandan, evrensel değerler, sınırsız iletişim, uluslaraşırı ekonomi, sınıraşan ekolojik sorunlar gibi kavramlarla ulus-devlet ve milliyetçilik olgularına karşı kuramsal bir söylem oluşturma yoluna girmiştir. ABD’nin Küresel Savaş politikası da, ulus-devleti küçümseyen ve önemsemeyerek etkisi giderek azalan bir olgu olarak gören; buna karşın uygarlıkların çatışmasını ya da savaşımını öne çıkaran yaklaşımıyla küreselleşme söyleminin önemli tamamlayıcılarından birisidir. !


Kısacası, ABD’nin ulus-devletlere ve Siyasal İslam’a karşı açtığı savaş, Küresel Savaş stratejisinin bir parçasıdır. İçinde barındırdığı ciddi çelişkiler ve dünyadaki gerçek güç dengelerini yanlış hesaplamasından dolayı, yalnızca güç ile istediklerini yapmaya çalışan bu strateji, başarısızlığa mahkumdur.

677490cookie-checkABD ve Küresel Savaş

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.