Al, tüket , yoket…

Tüketim toplumunun çarklarını döndürecek özel günlerden biri olan “Sevgililer Günü” gelmek üzere. 14 Şubat, tıpkı yılbaşı, anneler günü, babalar günü vs. gibi global ekonominin yarattığı mutlu azınlığın, “al, tüket, yoket” mantığıyla insanları tüketime zorladığı günlerden biri. Bu yüzden birçok kişi eşine, sevgilisine hediye alma telaşıyla çılgınca alışveriş yapıyor.


Nedense sevgililer günü deyince insanın aklına sadece “hediye” geliyor. Hangi televizyon kanalına baksanız, hangi gazete ve dergiyi okusanız ya da hangi mağazanın vitrinine göz atsanız değişik hediye seçenekleriyle karşılaşıyorsunuz. Çünkü artık hiç kimse sevgililer gününün adına yakışır sözcüklere itibar etmiyor. Neredeyse hediyesiz sevgi kabul görmüyor.


Kuşkusuz bu durum tüketim ekonomisinin bir gerçeği. Tüketime dayalı ekonomi sadece maddi değerler üzerinden beslenmez. Onun can damarlarından biri de toplumun manevi değerleridir. Paran varsa ve tüketiyorsan sevmeye, sevilmeye, beğenilmeye, takdir görmeye, kısacası var olmaya hakkın var demektir. Paran yoksa ve tüketmiyorsan bunları unutmak zorundasın.


Şöyle bir gardırobunuza bakın bakalım; kaç tane kazak, kaç tane gömlek, kaç tane etek, kaç tane pantolonunuz var? 20 ayakkabı, 20 kravat, 30 gömlek, bir o kadar t-shirt sahibi olmayan kaç kişi var aramızda? Bugüne kadar kaç cep telefonu değiştirdiğinizi hatırlıyor musunuz? Hatırlayamayacak kadar çok mu, yoksa iki ya da üç tane mi? Peki telefonlarınızı ihtiyaçtan mı, yoksa yeni modelleri çıktığı için mi değiştirmiştiniz?


Aranızda gömleklerinin yakasını ters çevirtip kullanan var mı? Ya da tabanı delinen ayakkabısını yamalatan. Yok değil mi? Çünkü ayakkabılarımız eskimeden yenisini almış oluyoruz.


Her gün bir yenisini aldığımız kıyafetlerimiz gardırobumuza sığmadığında daha büyük bir eve çıkmak ve daha büyük dolaplara sahip olmak istiyoruz. Annelerimizin, büyükannelerimizin halı, perde, mobilya gibi ev eşyalarını bir ömür boyu kullandıklarını unutup beş-on senede bir mobilyalarımızı, halı, perde, beyaz ve elektronik eşyalarımızı “ihtiyaçtı, artık zamanı gelmişti” deyip değiştiriyoruz. Bir anlamda günah çıkarıyoruz.


Elbetteki bunda hakim ekonomik sistemin rolü çok fazla. İktisat basit anlatımıyla, sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların giderilmesi olarak tanımlanabilir. İşte kapitalist sistem bu ihtiyaçların çerçevesini genişleterek yaşam buluyor. Tüketimin artması için her türlü isteğimizi ihtiyaç olarak algılamamızı sağlıyor. Sistemin ayakta kalabilmesi için piyasadaki ürünlerin sıklıkla değişmesi gerekir. Ürünlerin değişebilmesi de tüketimin artmasıyla mümkün olabilir. Tüketimi gerçek ihtiyaçlarla arttıramayacağınız için yapay ihtiyaçların yaratılması kaçınılmaz sonuçtur. 


Adından da anlaşılacağı gibi tüketim toplumu “üreten değil tüketen toplum” demektir. Tüketim toplumunda az da olsa üretim vardır ama bu da kendi talebini belirleyen bir üretimdir. Üstelik bu üretim toplumun büyük kesiminin değil, azınlığın elindedir.


Üretimin tüketime yönelik olması, toplumdaki herkesi potansiyel tüketiciye dönüştürür. Tüketimin cazip hale getirilmesi için reklamlardan indirimli satışlara, hatta “hemen al, bir yıl sonra öde“ diyen vadeli ödeme imkanlarına kadar pek çok yönteme başvurulur. Amaç tüketiciyi “alışveriş hastalığı” diye adlandırılan çılgınca alışveriş yapmaya alıştırmaktır. Böylece üreten küçük azınlık “mutlu”, tüketen büyük azınlık ise “mutsuz” olacaktır…


Alışverişin hastalığa dönüştüğü toplumlarda gerçek ihtiyaçlar yerine yapay ihtiyaçlar ön plana çıkacağı için yaşam kalitesi artmayacaktır. Üstelik yapay ihtiyaçların giderilmesi manevi ve kültürel anlamda insanları fakirleştirecektir. Zamanla aileler zarar görecek, insanlar taksit ve kredi kartları borçlarından başka bir şey düşünemez hale gelecektir.


Bununla birlikte üreten azınlık yeni modalar, yeni trendler, yeni ihtiyaçlar yaratarak tüketici sayısını arttırmaya, onları yönlendirmeye, tavsiyede bulunmaya ve akıl öğretmenliği yapmaya devam edecektir.


Dikkat ederseniz bugüne kadar kadın ve çocukları hedef alan bu azınlık, artık kancasını erkeklere ve hayatın başka alanlarına takmaya başladı. Son günlerdeki “metroseksüel erkek” tanımı, tüketim ekonomisinin pazarına erkeklerin de gireceğinin habercisi değildir de nedir?


Yine son günlerde sıkça duymaya başladığımız “kaliteli yaşam” söylemlerinden aynı şeyi anlamamız gerekir. Artık sıradan bir baş ve diş ağrısı bile büyük bir sorunmuş gibi gösterilip, tüketim malzemesi haline getiriliyor. Hatta kendi kendimize çözebileceğimiz saç kepeklenmesi, saç dökülmesi, tırnak batması, kıl dönmesi gibi durumlar bile cerrahi müdahalelerle çözülecek hale getirildi. Böylece tüketiciye, “bu sorunların oluşmasını istemiyorsanız, piyasaya yani sürülen tıbbi ve kozmetik ürünleri kullanmalısınız“ mesajı veriliyor. 


Peki bu durum nereye gidecek? Böyle tüketmeye devam edersek ne olacak? Bu soruların cevabını vermek zor ama, sınırlı olan kaynakları çok çabuk tüketeceğimiz de bir gerçek. Belki de bugünkü tüketim iki katına çıktığı zaman dünya yaşanılır bir dünya olmayacak. Bugün gelişmiş bir ülkede dünyaya gelen her çocuk, fakir kalmış ülkelerde doğan onlarca çocuğun hakkını gasp ederek hayata başlıyor ve gelişmemiş ülkelerin çocuklarına yaşam hakkı tanımıyor. Özellikle gıda sektöründe yapılan israf derecesindeki tüketim, doğacak çocuklarımızın yarınlarını tüketmek anlamına geliyor.


Kabul etmek gerekir ki, bugün, istesek de istemesek de, kullandığımız ürünler ve uluslararası yaşam tarzlarımızla pek çoğumuz küresel sistemin bir parçası haline geldik. Yine de sistemin parçası olmamız, ona teslim olmamız anlamına gelmemeli. Kendimizi düşünmesek de, çocuklarımızın geleceği için bu hızlı tüketime “dur” diyebilmeliyiz.


Şimdi 14 Şubat Sevgililer Günü’nü kutlayabilirisiniz. Hepinize kutlu olsun…

668870cookie-checkAl, tüket , yoket…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.