Anılarımdaki İncemağara

Annem, İncemağara’lıların kızıydı.

Binboğa Dağlarının eteklerindeki İncemağara, Kayseri- Maraş asfaltı üzerinde, Sarıza’a bağlı, suları gürül gürül akan, yeşili bol, şirin bir köydür.

Annemi, Adana’ya bağlı Tufanbeyli’nin Katarası Köyü’ne oradan  gelin getirmişler..

”Yoksulluk edebiyatı” yaptığımı sanılacak, ama benim doğduğum 30 haneli köy  gerçekten de çok kıraçtı; hiç ağacı yoktu.Köy bile denilemezdi.

Okulu yoktu.

Suyu yoktu.

30 Ev tek kuyudan su içerdi.

Güz aylarında kuyunun suyu iyice çekilir, dibine kurtlar, böcekler üşüşürdü. Suyu   süzgeçle, tülbentle süzerek içmek gerekirdi.

O yüzden, İncemağara’lı  Nuri Dayım, bizi kızdırmak için , ”Sizin köyün ortasında bir tek erik ağacı var, bütün köylü  o ağacın gölgesinde oturmak için birbirleriyle kavga ederler” derdi.Gölgesi yüzünden  kavga etmezlerdi, ama köyün ortasında gerçekten de bir tek erik ağacının bulunduğu doğruydu.

Bizim kıraç Katarası’ndan, suları gürül gürül akan dedemlerin köyü  İncemağara’ya gitmek, benim için çölden  vahaya geçmek gibiydi.

Güz aylarında, unumuzu, bulgurumuzu Kemer Köyü yakınlarında, Kurudere’deki su değirmeninde öğütürdük.Değirmen zamanı beni bir  heyecan, bir sevinç alırdı.Kağnılara yüklenen buğday çuvallarının üzerine oturur, babamla birlikte Kurudere’ye giderdim. Değirmende bazen iki gün, üç gün sıra beklediğimiz olurdu. İşte o süre içinde, ben Kurudere’ye çok yakın olan İncemağara’ya giderdim.Sevincimin, coşkumun nedeni buydu.

Gittiğimde, dedemin bahçesindeki vişne ağaçlarına tırmanırdım.Yediğim vişneler yetmiyormuş gibi bir de ceplerime doldururdum.Ağaçlara inip çıkarken gömleğim,yamalı pantolonum yırtılır,kiraz lekesi içinde kalırdı. Kiraz lekesi, yıkamakla çıkmazdı.

Dayılarımın çocukları bu görgüsüzlüğümle alay ederlerdi.

Saf görünürdüm, ama  ben de az sinsi sayılmazdım.Her zaman yanımda taşıdığım çakı ile  küçük çöpleri sivriltir, iri dallı ağaçların dibindeki otların,yaprakların arasına gömerdim.Sivrilttiğim çöpler, ağaçların altında oynayan, boğuşan çocukların kıçına batardı.Onlar, canları yanmış bir halde çığlık atarlarken ben kıs kıs gülerdim.Böylece, onlardan, horlanmışlığımın öcünü  alırdım sanki….

Dedim ya, köyümüzde okul yoktu.

İlkokulun dördüncü sınıfını  İncemağara’da, dedemlerin yanında okudum.

Küçükken  sessiz  ve içe dönük  biriydim.Acımdan ölsem, elimi ekmek teknesine uzatıp bir ekmek almazdım.

Uzun kış gecelerinoe  bazen karın ağrılarım tutar,yatakta kıvranarak sessizce ağlar, ama acımı belli ettirmezdim.

Dedem, ninem, Nuri dayım, Şirin teyzem, yataklarımızı yanyana serer, sobanın yandığı büyük odada uyurduk.

Bir gece, ninemle Şirin teyzem yatağımı sermeyi unutmuşlardı.Ekmek tahtasının üzerinde,gaz lambasının ışığında ders çalışıyordum.

 Zaman  ilerlemiş, ama yatağım serilmediği için uyuyamıyordum.

Nenem, Şirin teyzem arada bir uyanıyor, ”Haydı, söndür lambayı, uyu artık!” diyorlardı.

”Yatağımı sermediniz ki, nasıl uyuyayım, diyemiyordum.”.

Uykusuzluktan gözlerim kapanmak üzereydi.Kendim kalktım, küçücük boyumla arka odadan yorganı, döşeği tıslaya tıslaya getirirken Şirin teyzem uyandı.Yerinden fırlayarak elimdeki yorganı, döşeği aldı, üzüntülü bir sesle,”Biz, senin yatağını sermeyi unutmuşuz, neden söylemiyorsun?” dedi.

Sonraki yııllarda, Şirin teyzem bu olayı anımsadıkça gözleri dolardı.

***

Darıdereli öğretmenimiz Hüseyin Şimşek çok zalim biriydi.Bizi çok döverdi.Elimizin parmaklarını uç uca birleştirir, yukarıdan parmak uçlarımıza  cetvelle vururdu.Daha ilkokula bile başlamamış oğlu Şinasi`yi de çok döver,.”Sizi döve döve adam edeceğim” derdi.

Köy yerinde uslu çocuklardık,ne yaramazlığımız olabilirdi ki…

Dayımın oğlu Ramiz’le beni aynı anda tahtaya kaldırır, ikimize de soru sorar, bilmezsek birbirimize tokat attırırdı.Dışarıya çıktığımızda,Ramizl’le  ”Sen bana, hızlı vurdun, ben sana daha yavaş vurdum!” diyerek kavga ederdik.Bu yüzden, Ramiz’le bir yıl boyunca küs gezdiğimizi anımsıyorum.

Bir gün bahçede oynuyordum.Ağabeyimin, okul duvarının önünden geçerek dedemlere doğru gittiğini gördüm.Askerden izinli geliyordu.Bahçe duvarından atlayarak arkasından koştum.

Arkamdan ıslık gibi tiz bir ses duydum:

“Dur, nereye?”

Öğretmenimin sesiydi…

Bacaklarım geri geri gitti.

Güçlükle:

“Abim, askerden gelmiş…” diyebildim.

“ Daha bir ders saatimiz daha var, okul bitmeden gidemezsin,haydi sınıfa!” dedi.

Arka sıralara çekildim, ders saati sonuna dek için için ağladım.O bir saat, benim için bir yıl gibiydi…

Matematik  dersim zayıftı.Dayak korkusuyla ders çalışmaktan, sıkıntıdan yüzüm, gözüm yara olmuştu.Sıra arkadaşım Süleyman Çiltaş matematikte çok başarılıydı. Bana her gün yardım etmesine karşın, bu dersi bir türlü başaramıyordum.(O yıllardaki en iyi arkadaşım Süleyman, sonraki yıllarda yörede çok tanınan bir folklor araştırmacısı, yazar oldu, birkaç yıl önce de bilinmeyen bir nedenle intihar etti.)

Karlı bir kış gününün  sabahı dışarıya tuvalete çıkmıştım.Süleyman dayımın kızı Müşüde, dedemin evinin yanındaki koca pınardan su almaya gelmişti. Beni görür görmez.:

”Ali,sen daha burada mısın, zil çaldı, herkes sınıfa girdi. Şimdi geç gidersen Hüseyin Şimşek seni döve döve öldürür!” dedi.

Eve nasıl geri döndüm, çantamı kaptığım gibi don gömlek okula nasıl koştuğumu anımsamıyorum.

Gittim ki, okulun kapısı, bacası daha açılmamış. Ne gelen var, ne giden. Öğretmenin karısı Dilber, kül atmak için dışarıya çıkmıştı. Beni gördü:

”Bu saate okulun bahçesinde nearıyorsun, sabah sabah neyini kaybettin,?”

Öğretmenimi sordum.

” Daha  uyuyor”dedi…

Ders yılı sonunda öğretmen beni matematikten sınıfta bırakacaktı.

Başka bir köyden gelerek başarısız duruma düşmek, sınıfta kalmak benim için ölümdü..

Nenemin, Nuri dayımın dil dökmeleri sonuç vermedi.

 Hüseyin Şimşek ”La!” diyor, ”Lo!” demiyordu.

Hiç bir çarem kalmamıştı.

Ögretmenin karısı Dilber, okulun bahçesinde yün çırpıyordu.Gözlerim dolu bir halde yanına gittim, ”Dilber abla, bana yardım et,öğretmenime  beni sınıfta bırakacak!” dedim.

Dilber abla, durdu, biraz düşündü,birden:

 ”Sizin köyün neyi meşhur!” diye sordu.

O anda kafamda şimşekler çaktı:

”Çok güzel nohudumuz olur abla, öyle bir nohut ki,her biri bir fındık tanesi büyüklüğünde!” .

Nohutla fazla ilgilenmedi..

”Çok güzel döğmelik  buğdayımız da olur. Ayrıca, bulgurluk yazlık buğdayımız menşurdur”

O da fayda etmedi.

”Anam çok güzel tereyağı toplar Dilber abla, çok iyi çökelek yapar”

İlgilenir gibi oldu:

Salladım:

”Yüz tane arı kovanımz var, en birinci  bal bizimkisi. Öyle bir bal ki, Anzer balı yanında hiç kalır…”

 Ne arısı, ne balı… Keçilerin bile otlamadığı bizim köyün kıraç toprağında, ağaç, çiçek yoktu ki, arı olsun, bal olsun…

Sonunda Dilber ablayla anlaştık.Sınıfı geçtikten sonra bir eşek yükü, tarhanayı, çökeleği, yağı,balı, bulguru,nohudu yükleyip getirecektim.

O yıl sınıfı ancak böyle geçebildim…

Sınıfı geçtikten sonra verdiğim sözü  çok çabuk unuttum. Ertesiyıl okula Akçal  Köyü’ndeki Elif halamın yanında devam ettim.Hüseyin Şimşek’in başka bir köye taini çıkıncaya dek de   İncemağara’ya uğramadım…

***

Ankara’daki öğrencilik ve çalışma yıllarımda köyüme her gittikçe  önce yolumun üzerindeki İncemağara’ya uğrar, orada bir kaç gün kalırdım.

İsveç’e gelmeye hazırlandığım yıllardı.

Dede tarafından akrabamız Ağce Teyze’nin kızı Dürüye  Ankara’da evliydi.Ağce Teyze gelmiş, dediler, koşa koşa gittim.Akşama dek yanında oturdum. Ayrılacağım zaman Ağce Teyze, boynuma sarıldı:

”Ulan Ali, oğlum , üç aydır buralarda kaldım.Köye gideceğin zaman ne olursun beni de  götür!” dedi.

”Tamam Ağce Teyze, söz, gideceğim zaman haber veririm, beraber gideriz.”dedim.

Aradan kaç ay geçti, anımsamıyorum.Ben, Ağce teyzeyi de, verdiğim sözü de unuttum.

Karlı, tipili bir kış akşamı bindim Elbistan otobüsüne, sabahın saat beşinde İncemağara’da indim.Yolun üzerindeki Zeki Dayımın kapısını çaldım. Kapıyı (Fahriye) yenge açtı. Hasta ve yaşlı haliyle çay kaynattı, kahvaltı hazırladı.

Oradan ,buradan konuşurken:

”Dün akşam da Ankara’dan Ağce’yi getirdiler” dedi.

Ağce adını duyar duymaz yerimden zıpladım:

”O deli karı beni niye beklememiş, sözleşmiştik, beraber gelecektik!”dedim.

Faka yenge tuhaf tuhaf yüzüme bakıyordu.

”Gelirken Düriye’nin evine de uğradım. Anam daha yeni çıktı, koş, belki garajda  yetişirsin!” dedi.

Faka yengenin yüzüne tuhaf bir gülümseme oturdu:

Ben, telaşla ipin ucunu iyice kaçırdım:.

”Elbistan otobüslerinin yazıhanesine sordum, öyle yaşlı bir teyzeyi az önceki otobüse bindirip gönderdik, dediler.Yarın  o deli karıya soracağım ben, sözleşmiştik, birlikte gelecektik, beni niye beklememiş…”

Sonunda Faka yeng dayanamadı:

”Ulan itin doğurduğu, Ağce, Ankara’da, kızının evinde ölmü!… Dün akşam kadının cenazesini getirdiler!…Siz nasıl  beraber gelecektiniz?”

Sonra, beni daha da utandırmak için:

”Ne kadar da rahat yalan söylüyorsun, konuşurken yüzün de hiç kızarmıyor!” dedi…

***

Çok uzun yıllar sonra, Sarız çarşısında dolaşırken  öğretmenimle yeniden karşılaştım

Emekliye ayrıldıktan sonra iyice yaşlanmış, kamburlaşmış,gözleri çapak içinde, bastonuna yaslanmadan yürüyemiyordu:

Elini öpmek istedim.

Tanımadı,”Sen de kimsin?” diyerek geri çekildi.

Kendimi tanıttım. Oradan, buradan biraz konuştuktan sonra,

”Anımsıyor  musun öğretmenim” dedim,” bize hep, sizi döve döve adam edeceğim” diyordunuz.

Güldü:

”İyi ya,ne güzel adam olmuşsun işte, benim o köteklerimin faydası olmuş demek ki..” dedi.

Sonra, elini salladı:

”Amaaan, o günler, öyle günlerdi işte!Bir kusurumuz olduysa, kusura bakma kurban!” dedi.

Cebinde tos top ederek sıkıştırdığı mendilini çıkardı, sulanan gözlerini sildi.Eğildim, yere düşen bastonunu verirken elimi tuttu.

Titreyen, yaşlı elleri buz gibiydi…

 

 

646840cookie-checkAnılarımdaki İncemağara

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.