İşaretlenen kapılardan bugüne…

Kapılara işaret konmuştu. Kapılar birer birer işaretlenenler, işaretin anlamını önce anlamadılar. Ellerine geçirdikleri badana ile işaretleri kapatmaya çalıştılar ama olmadı, çünkü badana yağlı boyayı kapatmıyordu.
Kapıların üzerinde kırmızı bir çarpı vardı. Kırmızıydı.
Kapıların üzerinde, pencerelerin altında kırmızı boya ile çarpı konmuştu.
Yaşadıkları şehirde bir ayrışma gözle görülür, elle tutulur bir şekilde gözüküyordu.
Henüz sokaklar kan gölüne dönmemişti. Nefes alınıyordu. Ötekileştirilmişler; şehir merkezinden uzakta, gecekondularda oturuyordu, çünkü oraya gelenler ekmek için gelmişlerdi… Ekmeklerini kazanmaktan ve çocuklarını okula göndermekten başka şey düşünmüyorlardı. Gelişen olaylar karşısında, kendiliğinden muhalif konuma düşmüşlerdi, tercihleri bile değildi, sormamışlardı zaten onlara.
Doğunun Paris’i diyorlardı. Ülke içinde, o kadar çok Paris vardı ki, kimse görmemişti Paris’i. Ama Paris ismi o bölgenin her şehri için söylenirdi.
Ufak tefek olaylar oluyordu ama öyle abartılacak bir durum da yoktu ortada. Sağcı ve solcusu belli bir şehirdi. Kimin kime oy verdiği ortadaydı.
Diğer şehirlerden bir farkları yoktu, öyle biliniyordu o güne kadar.
Kendileri için sessiz bir gündü, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi. İşe giden; işine gitmiş, kalanlar ise her zaman yaptıklarını yapıyorlardı.
“Güneş ne zaman doğacak?”
Cüneyt Arkın başrollerini oynadığı bir film şehre gelmişti. Sinema salonlarında gösterime girmişti. Bir akşam karanlığında bu filmin gösterildiği salona bomba atılmıştı. Kimin attığı yıllar sonra çıkmıştı. Provokasyon için gencin eline bomba verilmiş ve kendi arkadaşlarının üzerine bomba atmıştı.
Olaylar bir anda saman alevi gibi patlamıştı. Öfke ve nefret duygusu gözleri görmez, kulakları işitmez hale getirmişti. Faşist bir provokasyon, katliam ile sonuçlanacak bir bombayı ateşliyordu.
Önceden planlı ve programlı hazırlanmış bir senaryoydu ve senaryo hayatta karşılığını eksiksiz olarak yerini bulacaktı.
Hiçbir şeyden haberi olmayan ve kurban olarak seçilen kesim ise, her zaman ki yaşamlarına devam ediyordu. Olaydan ve bombadan haberleri olmuştu ama o bombayı atan kendileri değildi ve savunulacak ve savunma durumunda kalacak bir durum ortada yoktu.
Bombalı gecenin sabahı, sinemadaki patlamadan hayatını kurtaranların önüne bir yem atılmıştı, bombayı atsa atsa solcular atardı ve sol olarak gördükleri tüm kurumlara saldırmak gerekliydi. Saldırıldı da. Saldırı emri ve hedefi belliydi ve bu gençler kullanılarak saldırı başlamıştı.
Saldırlar can almak üzerine kurulmuştu, sadece korku vermek değil, nefretin kusulması gerekliydi. Faşist içerikli bir film bu iş için biçilmiş kaptandı ve faşizmin çirkin yüzü sokağa kan ile yazılmalıydı ve yazıldı da… Kahveler bombalandı, öğretmenler kurşunlandı. Kurşunlar iki öğretmenin canını almıştı. Can sokakta güvencesiz hale dönmüştü. Doğal olarak tepkiye karşı tepkide gelişecekti, çünkü korku ister istemez savunmayı da beraberinde getirecekti. İleride yaşanacakların bir küçük provası gibiydi. Ülke saffında korkunun hakim olduğunun küçük bir provası, bu şehirde hayata geçiriliyordu.
Köşeler tutulmuş, sokaklar korkunun hakim olduğu alana dönmüştü. Her kımıldama bir saldırı anlamına geliyordu.
Aleviler ve solcular elde olanlar ile savunmaya çalışıyorlardı, bugüne kadar düşünmediklerini yaşıyorlardı.
Komşuları, tekbir sesleri eşliğinde kendilerine saldırıyordu. Dışarıdan gelen gençlerin yanında, arkasında, önünde… Komşuları, komşu çocukları, tanıdıkları artık tanımaz haldeydiler.
Hükümet olayları küçümsemiş, gerekli önemleri almamıştır. Önlerinde devletin bendini görmeyen faşist grup, içine yöre halkıda katarak birikmiş nefret duygularını ve bilinç altına işlenmiş düşmanlıklarını göstermekteydiler. Cephe savaşı gibi savaşıyorlardı, ellerindeki silah üstünlükleri eşliğinde. Gerçek anlamda direniş ile karşılaşmayan bu nefret seli; önüne aldığını yutuyordu. Düşmanlık açık saldırıya dönüşmüştü, içlerinde biriktirdikleri nefret duygusu ve yıllardır devlet eli ile verilen eğitimin vermiş olduğu bilinç ile saldırıyorlardı. Aleviler ve solcular bu ülke topraklarından en azından bu şehrin topraklarından sökülüp atılmalıydı. Toplumun daha homojen olması için… Öyle sanılıyordu o zamanlar. Senaryo onlar öyle görmelerini emretmişti…
Senaryo kan ile yazılmıştı, yazılan senaryo uygulanmıştı. Kan aktı, hem de kayıtlara girmeyen kanlar. Ana karnında ki bebeği öldürecek kadar nefret duygusu ile gözü dönmüş katiller; önlerine geleni öldürmüş yağmalamıştı. Ölenler Aleviler ve solculardı. Ölenler ötekilerdi birileri için… O yüzden; davaları ve katilleri özel koruma eşliğinde gerçeklerin üzerleri teker teker örtüldü. Gerçek anlamda yüzleşme olmamıştı. Toplu davada idamlar çıktı, mahkumlar çıktı ama senaryo yazanlara ulaşılmamıştı. Katil olarak kurban olanlar gözle görülüyordu, gerçek katiller neredeydi, ne yapıyorlardı?
Yıllar sonra, tam 32 yıl sonra aynı şehre, ölenleri anmak için gidenler aynı tepki ile karşılaştılar. Bayraklar elde, tekbir sesleri eşliğinde ölenleri anmaya izin vermek istemediler. Tekbir diye bağıran şimdiki delikanlısı, büyük olasılıkla ya babası ya da en yakını o olayda taraftı. (Katil olmuş kurbandı beklide)
Sosyologlar, sosyal psikologlar bu durumu dikkatlice incelemesi gereklidir, çünkü bu olayda da görüldüğü gibi; hiçbir olayın üstü örtülmüş değildir. Alev kor halinde yanmaya devam ediyor. Ermeni konusu ve diğer mübadeleler ile ilgili olaylara da bakarsanız, bugün sorunların arkasında yatan ortak duyguyu ve tepkiyi görebilirsiniz. Dedelerin yaptıklarından bugünkü kuşak neden sorumluluk duyar? Neden onların yaptıklarının üstünü örtmeye çalışırlar? Neden bu bilmedikleri ve görmedikleri insanlara düşmanlık duyarlar ve nefret duygularını beslerler?
Kapıların üzerine çarpı işareti konmuştu. Bugün kapılar üzerinde çarpı işareti konan yerler var mıdır? Yoksa beyinlere ve yasalar içine mi kondu?


—————————————
http://cemoezkan.blogcu.com

1587270cookie-checkİşaretlenen kapılardan bugüne…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.