Arkasını okumak

Toplumsal hastalıklar bireysel hastalıklar gibi tedavi edilemez. Bu tür hastalıklar ya zamanla değişi yok olabilir ya da harp vs gibi büyük toplumsal felaketlerle toplum dokusundan kazınır. Toplumsal patolojiler, Hitler faciasında olduğu gibi, kendini tahrip ve tedavi edici kanallarını kendisi yaratır.

Öyle bireysel hastalıklar da vardır ki, bilimsel açıdan hastalıktır, hatta belki sağaltımı da olanaklıdır, ama hasta kendisini bilememektedir. Böylesi ruh ve karakter yapısı hastayı birileri elini kolunu bağlayıp doktora götürse de faydası yoktur, çünkü hasta kendini bilmemekte, sağaltımı reddetmektedir. Hatta, böylesi hastalar insanları veya ulusları yönetmede en ehil olarak kendilerini görür, bu yolda ulusunu veya dünyayı kana boyayabilir. İşin korkuncu, böylesi hastalıklar felaketler ortaya çıkıncaya kadar gizlenebilir ve çevreye yayılabilir. İlk anda, menfaat ya da sair nedenler de olsa, hasta ile kurulmuş temas sonucunda hastalık çevreye bulaşır ve, maalesef, hızla yaygınlaşır. Hitler’e tapan bir dizi aydını ya da Alman “yetmez ama evet” cilerini tarih görmedi mi!

Bu bir tanı değil; benim böyle bir tanı koymaya yetkim de yok. Burada şunu söylemek istiyorum ki, siyasi kadroları, söylem ya da manevralarının yüzeydeki görünüş ya da ifadelerle değil, arka planda destekçi gurupları ile değerlendirmek gerekir. Kısacası, siyasetin değerlendirilmesinde sahnedekiler değil, sahne arkası odağa koyulmalıdır. Bir bakıma, siyasetçiyi konuşturan onlardır. İntihar eden Japon mühendisin bir kültür ürünü olması nasıl bir arka dokuyu gösteriyorsa, Hitler’in başı ezilinceye kadarki safahatını da arka doku göstermektedir. İki farklı olayın arka dokuları kadar, arka dokunun oluştuğu toplumsal yapıların da farklı olması, böylesi oluşumların ne denli komplike şekilde ortaya çıktığını gösterir.

Türkiye’de seçime giderken böylesi bir arka plan incelemesi yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, siyasi iktidar “sopa” dır, ama sopayı yiyen ise “kabul edici” ya da “red edici” tabandır. “Arkasını okumak” ifadesi ile kastettiğim, siyasi iktidarın icraatının veya başarısı olarak yansıyan politikasının arka tabanını okumanın gerekliliğidir. Zira, bir siyasal iktidar, söylemi ve eyleminde tabandan gelecek tepkiye göre iktidarda kalabileceğine göre, böyle bir hesabı yapmak durumundadır. Böyle bir yürüyüşle oniki yıl iktidarda kalan, hatta her seferinde oylarını yükselten bir iktidarın tabanı düşünülmeye değerdir. Kısacası, siyasal kadroyu işbaşında tutan bu tabanın davranış kodu ve gerekçesinin ne olduğu meselesi hem çözümlenmesi hem de çözülmesi zor bir konudur.

Böylesi bir kaba tasnif çerçevesinde kritik bir seçime giderken AKP’nin propagandası, gerek tabanın yapısı hakkında gerekse AKP zihniyeti bakımından beni bir hayli ürkütüyor ve dehşete düşürüyor. AKP’nin “kullanım süresi” bitmiş bakanları ve sair “kalpleri mühürlü” yandaşları sokaklara düşmüş ne haktan, ne adaletten, ne eğitimden, ne işsizlikten ne de hayat pahalılığından söz etmekteler. Bu insanların tek dillerine doladığı, HDP’ nin nasıl bölücü bir parti olduğu ve başkanlık sisteminin Türkiye için nasıl bir zaruret olduğudur. Bu iki teze kısaca bir göz atarsak, ne hazindir ki, bir zamanlar birilerinin halkı “göbeğini kaşıyan bidon” olarak gördüğü iddiası ile halkın bir bölümünü yanına almayı başaran AKP ve yandaşları, şimdilerde tabanını kör cahil, hatta belki de bidon olarak görerek akıl almaz beyanlarda bulunuyorlar.Bu durum bir gözü dönmüşlük hezeyanı olsa gerek!

Diyorlar ki, HDP AKP’nin önünü kesmek ve Türkiye’nin gelişmesini engellemek için kurulmuş siyasi bir komplodur. Bunu tersten okursak, AKP yandaşları demek istiyor ki, Türkiye’nin kalkınması ve gelişmesi ancak ve ancak AKP ile mümkündür, dolayısıyla AKP’nin önü kesilmemelidir. Hayret, doğrusu! Buna liberal saflar ve “evet ama yetmez” gafilleri inanabilir. Ancak bu tezi oniki yılın icraatı kanıtlamadığı gibi, tam tersi, Davutoğlu’nun övünerek gündeme getirdiği yeni gelişme programı da tezin yanlışlığının en büyük kanıtıdır. Ekonomiyi, cari ve kamu açığı ile tam bir montaj ekonomisine dönüştürmüş ve ekonomik krize gebe hale taşımış; siyasi açıdan ülkeyi hemen tüm komşularımızla ihtilaflı duruma düşürmüş; iç güvenlik ve adaletten hemen herkes ümidini kesmesine neden olmuş; eğitimi tam bir ortaçağ cenderesine çevirmiş bir iktidarın Türkiye’ye anlamlı, özgür ve parlak bir gelecek getireceğine kargalar dahi gülemez. Siyasi kadronun üstün kişisel niteliklerine laf söylemek bana düşmez, ancak bizzat üst düzey kadronun Aralık ayında ortaya saçılan durum karşısında, mahkemelere güvenmedikleri için gitmediklerini ifade etmeleri, gerek kişisel, gerek yargının nitelikleri hakkında çok manidar ipuçları oluşturduğunu düşünmek yanlış olmasa gerek.

İşin diğer tarafına gelince, eğer çözüm sürecinde siyaset ön safa çıkacaksa, HDP’ nin hangi sıfatla olursa olsun, hiç değilse insan ve siyasi haklar açılarından parlamentoya girmesini doğal karşılamaktan daha normal bir yaklaşım olamaz. Eğer AKP, tüm icraat ve, genel huyu itibariyle, olayları sürüncemede bırakarak, daha doğrusu optimal zamanı yakalayıncaya kadar her seferinde bir parmak balla sürükleyerek buraya kadar getirdiği sürece inanıyorsa, potansiyel en meşru muhatabını niçin dışlamayı yeğler ki! Bunda anlaşılamayacak bir şey olmasa gerek; AKP ve özellikle de başları demokrasiye ne kadar inanıyorlar ki, samimi ve kalıcı bir çözüme hizmet etsin! Çözüm süreci tarihsel ve toplumsal ko9şulların taşıyarak burada önümüze koyduğu olgudur. Olgunlaşan durum böylesi tarihi sürecin sonucu olduğu gibi, nihai çözüm de halkların başaracağı zafer olacaktır. Bundan AKP kendisine bir pay çıkarmamalıdır. Burada “sandık” değil, önemli olan “halklar” dır.

Başkanlık sistemine gelince, bir siyasal sistem olarak tartışılabilir olmakla beraber, Türkiye’nin içinden geçtiği ve şu andaki yöneticilerinin haleti ruhiyesi açısından kesinlikle tartışılabilecek bir sistem olarak dahi görülemez. Her fırsatta muhalefete çatan, kesinlikle karşısında muhalefet istemeyen, anayasal kurumların meşru işleyişini ayak bağı olarak gören, en ufak bir itirazı tam bir despot edasıyla reddeden bir parti yapısına değil başkanlık sistemi, iktidar dahi terk edilemez. Bu nedenle, başkanlık sisteminin yarar ve sakıncalarını tartışmak dahi bu iktidarın ekmeğine yağ sürmekten öte bir işleve sahip olamaz.

Türkiye Cumhuriyeti ilk asrını kısa süre sonra kapatacak. Bir asrı devirirken, “görev” ya da “misyon” ile işbaşına geldiğini ileri süren bir siyasi kadro, toplumun diğer yarısını, hatta yarısından fazlasını ezip geçemez. Toplumların değiştirilmesi tercihan ittifak oylarıyla, hiç değilse ancak nitelikli çoğunluk oyları ile olur. Bu gerçeği bir türlü kabullenemeyen AKP ve liderleri iktidarı almak ve hakimiyet tesis etmek için her yolu kendilerine mubah görmekteler. AKP’nin temsil niteliği sakat olan oy potansiyeli ile buna gücü yetmeyeceği gibi, gerçek potansiyelinin böyle bir gücü dahi söz konusu değildir. Cumhuriyet ile şeyhler ve aşiretler bataklığından çıkıp yüzünü medeniyete çevirmiş bir Türkiye, içinde oluşturulan bataklığa saplanmayacaktır.

Kısaca tartışılan ve doğru ya da yanlış olarak görülebilecek söz konusu amaçlar şimdiki liderleri tarihte eşi görülmemiş böylesi iktidar hırsı ile saramaz. Öyle anlaşılıyor ki, meselenin boyutu, iktidar bitiminde kimsenin katlanamayacağı derecede çok daha büyüktür; korku vicdanları öylesine bastırıyor, basireti öylesine ortadan kaldırıyor ki, her yol mubah oluyor!

1596640cookie-checkArkasını okumak

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.