At, köpek, ağaç konuşursa roman güzel olur

¨Tarih romanı¨ yazıcılığında belgeselliğe ne kadar yer verilmelidir sorusu, ne vakit bir tarih yahut dönem romanı okusam, okuma uğraşım boyunca aklımın bir kenarında tüner, durur.
Yine öyle oldu ve geçenlerde M.Altar Kaplan’ın kısa süre evvel yayımlanmış ikinci romanında bu soru beni meşgul etti.
Halifeler Köyü başlıklı romanıyla edebiyatçı Kaplan zor bir anlatıma kalkışmıştı.
Kurgusunun temelinde yer alan sayım suyum işini gerçekçi kılmak için Osmanlı’nın kayıd kuyudadına kadar yansıtmak gereği duymuş.
Bu yüzden romanda kullanılan sayılar, tablolar bir iki derken, okuyana ¨E, bunlara gerek var mıydı?¨ diye sordurtuyor.
Kayıd kuyudad kısmını çıkarınca roman ne kaybeder, ne kazanırdı sorusuna cevap bulması zor!
Belki, İktisat Fakültesi mezunu genç edebiyatçının Tanzimat sonrası Osmanlı iktisat tarihine duyduğu _apaçık_ ilginin varlığı buna bir yanıt olabilir.

Kütahya’nın kasaba ve köylerinde Osmanlı maliye ve hazinesi için gereken iktisadi sayımı yapmak amacıyla Vali tarafından göreve atanmış Bursalı Kadı Efendi, yaptığı işin önemini bilen ama onun parçası olmak istemeyen biridir. ‘Bir şeye ait olmamak’ edebiyatta, münhasıran romanda pek az ele alınan karakter biçimidir. Bunun en klasik roman kahramanı, bilindiği üzere, Bartleby’dır ve efsanevî Moby Dick’in unutulmaz yazarı Melville’in kaleminden çıkıp edebiyat dünyasında zirveye oturmuştur.
Denilebilir ki, Kadı Efendi, bir tür yaptığı işe uzak duran bir karakteri temsil eder.
Hatırlarım, uzun zaman evveliydi, hayat beni bir gökdelenin asansörle çıkılan katlarında masalara çakılı, oradan dünyaya bakan insanların arasına soktu. Ünlü bir şirketin finans bölümüne kâzaen girmiş bulundum, bir masa verdiler, önüme raporlar, sayılar kondu, şunu yap bunu et dediler. Hırslı ve birbiri üstüne basarak hep bir adım sonrasına yetişmek isteyen kalabalığın içine düşmüştüm. Çok çalışıyor, kimselerle selamlaşmıyor, zira bu insanlar arasında bunalıyor, buna rağmen finans şefini ve genel müdürü memnun etmeye çalışıyordum.
Bir gün, genel müdür efendi beni odasına çağırdı, dedi ki, ¨Sizinçalışkanlığınızdan memnunum, ancak siz vücut olarak buradasınız fakat ruhunuz başka yerde, bunu açıkça görüyorum, daha fazla buralarda kalmayın, sizin adınıza üzülürüm, ait olduğunuz hayata geri dönünüz!¨, güzel bir tavsiyeydi, böylece daha az paraya ama mutlu olduğum eski işime avdet ettim, tekrar gazeteme döndüm.
Kadı’nın işini iyi yapmak, ama bundan bir kıymık fazlasına bulaşmamak istediği hayat, benim E.Şirketindeki durumuma benziyordu.
Romanda, Kadı’nın mutsuzluğu hâd safhadadır.
1839’da Tanzimat İlanından beş yıl sonrasıdır, Devlet-i Âliyye/Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşmaya yönelik ilk adımlarında hem iç kaynak yaratmak hem de devlet irâdını zapt ü rapt altına almak üzere taşrada nüfus, mal mülk, gelir sayımına kalkışır.
Halifeler Köyünün de içinde bulunduğu Kütahya’nın bir kısım kasaba ve köyüne Kadı Efendi gönderilir, at-katır-eşek sırtında dolaşırlar; yanlarında silahlı birkaç asker…
Gittikleri yerde kayıt altına alınacak uçan kuşa kadar ne varsa sayımı, dökümü yapılacak, toplanan veriler Temettüat Tahrir Defterlerine aktarılacaktır. Sinekten yağ çıkarmak deyişini andıracak biçimde ortada vergiye dönüşecek ne varsa, kayıd kuyudada yazılacaktır.
Bu yüzden olsa gerek, Kadı Efendi gittiği yoksulluktan beli kırılmış köylerin bahçede eşelenen kaküdük horozundan saçkırana uğramış eşeğine kadar nesi var neyi yoksa kayıd etmekte, fakat bu iş onda derin ve altından kalkılamaz bir ruh eziyeti bırakmaktadır. İşinin bir ân evvel bitmesini, bu yükten kurtulmaklığı ister; fakat iş aceleye de gelmez. Zira bir eksiklik durumunda Kadı’yla papaz olmaya hazır Vali Efendi vardır ki, astığı astık, öttürdüğü düdüktür!
Romanın temel kurgusu-hikâyesi, işte, buncacıktır.
Fakat, bütün yerleşim yerleri sayıldıktan sonra en sona bırakılmış Halifeler Köyünün sayıma uğrayan ahalisinden renkli portrelerin anlatılmasıyla romanın çok katmanlılığı ortaya çıkar. Basit bir hikâyenin ardında bir çoşkulu roman gören, anlayan gözle okunacaktır.
Arasöz söyleme-istidrat/digression sanatını ustaca kullanan yazar, okuruna hem dönemin iktisadi hayatına dair bilgiler aktarıyor, hem de Kütahya özelinde Osmanlı taşrasının sosyal hayatına dair izleri gösteriyor. İstidrat sanatıyla aktarırken Osmanlı maliyesine, dönemin hukuk terimlerine ait didaktik vurgu hikâye içinde beceriyle yer etmiş; ancak istatistiğe fazlaca yer vermesi yadırganmayacak gibi değildir.
Bölüm sonlarına yerleştirilmiş, mesela, Halifeler Köyüne ait sayım tablolarının gereksizliğini düşünmek mümkün. Ne var ki, yazarın kurguda merkeze yerleştirdiği, Roman Kahramanı olmaktan çok romanın öznesi hâline getirilmiş, edilgen-pasif Kadı Efendinin rakamlarla beliren bir dünyanın içinde olmak istemediğini okura hissettirmek amacı seziliyor.
Sanırım yazar, Okuru bir hânenin fasulyesinden mercimek miktarına, samanlıktaki otundan sundurmasındaki odununa kadar ıcığına cıcığına rakamla karşılaştırıp bıktırmak, sanki Kadı’nın cinleri başına çıkıyormuş ve oradan kendi ruhuna sirayet edecekmiş gibi böylesi bir his ile baş başa bırakmak istemektedir.
Anlatımın bu rakamsal tablolarla kesintiye uğradığı kısımları dikkate alırsanız, bana göre, Kaplan’ın ilk romanı Papadopulos Apartmanı’nın gölgesinde kalmış bir ikinci romandır. Gerçi ilk romanında benzer biçimde Apartman Yönetim Kurulu raporlarını, tutanaklarını bölüm sonlarında kurgulamıştır, benzerini şimdi burada da görmekteyiz, ancak belki aceleye geldiğinden yahut bu ikinci romanın yorgunluk verici bir yazım serüveni yaşanmış olabileceğinden yazarımız kimi maddi hataların da yer aldığı bir metne imza atmıştır.

İran atasözü olduğu dip notunda belirtilen, ¨Ne mal dârem ki divan behored, ne din dârem ki Şeytan bebered!¨ sözü , [Ne malım var kadıya yedirilecek, ne dinim var şeytana verilecek], aslında Sadıq Hidayet adlı İranlı şaire aittir. 1903 doğumlu hazretin bu sözünü bir zaman kaydırmasıyla 1844’de kullanan romancı, köyün Sarı Kız Ağacı[s.175] olarak bilinen masalsı ağacını dile getirip konuşturduğu vakit bu dil tuzağını okura bilerek/bilmeyerek sunar.
Bu yönüyle ele alırsak, eğer tarih romanı belgeselleşecekse hata etmektedir, ancak romanlarda zaman-mekân kayganlığı hep olageldiğinden, hatta olması gerektiğinden bu sevimli minik tuzak bizce anlaşılır ve kabul görür, fakat ¨taş kafalı-doktriner kimilerince¨ şiddetle kınanacaktır.
Edebiyat ustalığını henüz yolunun başında sergileyen Altar Kaplan’ın romanda en dikkati çekecek olan fable tarzı- hayvan masalları gibi bir sanata yönelmiş olması dikkatle okunmalı. Bunun işaretini, Antik Çağ masalcısı Ezop-Aiseop‘un Kütahyalı olduğuna dair bir bilgi notuyla aktardığı cümlede, sanki vermektedir. Gerçi bu yönde farklı iddialar hep olagelmiştir, bazı tarihçiler Ezop’un doğum yerini Sinop veya Bandırma diye gösterirken, bazıları da Salihli kasabasının nüfus kütüğünü yapıştırır. Tarihin karanlık kuyularından her zaman berrak sular çıkmıyor, öyle ya da böyle Ezop Anadolu’ya aittir, diye bilmek yeterli.
Edebiyat sanatları arasında teşhis ve intak [Frenkçe, Prosopopée] tanımıyla bilinen duygusu, hareketi, konuşması, vb., olmayan şeyleri insan kimliğinde söyletmek, Altar’ın seçtiği bir yol olarak gayet başarılı…
Kadı ve sayımcıların gittiği köydeki köpeğin, bölgeye ait Ege-İç Anadolu şivesiyle konuşturulduğu bölüm, başlı başına bir hârikadır; romanı edinenlere, satır satır altını çizmelerini, romanın tamamına tekrar dönmeyeceklerini tahmin ettiğimden, zaman zaman sırf bu pasajı okumalarını tavsiye ediyorum.
Köpek, Kütahyalı Ezop becerisiyle, sayfa.129’da lafa karışır; Hâşiye [Bir eseri daha irdeleyen, açan, ele veren] bölümde, dinleriz. ¨Töbe töbe heç köpek gonuşur mu? İnsanlar konuşur, köpekler gaşınır Allah gaşınır…¨ diye sözü alan köpek köyün gizlisini saklısını okurun eline, diline verir.
Mesela, İmamın artık cinsel ilişki kuramadığı azgın karısının kirli çamaşırlarını da ortaya döker, köye gelip giden bohçacı için, ¨… kırk sikin artığı koca götlü karı, ona demirden kamış olsa eritir. O gancıkla samanlıkta nasıl gıynaştıklarını varın gidin at’a sorun bakem…¨ diye köy dedikoducusu kesilir.
Öyle ya, sokaklarda boşuna dolaşmaz köpek, elbette gördüğü şeyler vardır.
The Wonderful Wizard of Oz-Oz Büyücüsü adlı fantastik edebiyatın ünlü eserinde köpek Toto da konuşuyordu; bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Atı da konuşturur edebiyatçımız, zaten edebiyat bunun için vardır. S.192’ye gelince at kişnemeyi bırakacak, hamdü senalar ederek dile gelecektir, ondan dinleriz ahvali. İhsan Oktay Anar‘ın fantastik tarih edebiyatına meraklı okur için aransa bulunmaz incili kaftandır, bu Ezopvâri bölümler…
Tarih romancılığına uzaktan bir selam çakan bu romanı okurken, Bursalı Kadı’nın ahir dünyada kendisini yalıtmak, yalnız kalmak istediği bir hayatın rüyasına dair masal olarak görmek ve yapıttaki didaktik, açıklayıcı kısımları biraz olsun atlamak gerekiyor.
Kitabın sonunda, mevtâ [vefat etmiş] Kadı Gaybi Efendinin emlakı ve arazisi ve ağnamı olarak Bursa Temettüat Defterine düşülen notu okuyacak, derin bir iç geçireceksiniz.
Hane No 1297:
Yorgancı Agâh oğlu mevta Kadının emlakı…. :
Bila mâ-melek!
[Serveti, malı mülkü yoktur, beyan edilemez…]

___________________

Halifeler Köyü
Mesut Altar Kaplan
Alfa Yayınları,
İstanbul, 2015,
242 sayfa

[email protected]

1581440cookie-checkAt, köpek, ağaç konuşursa roman güzel olur

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.