Ata yurdu denilen Horasan’ı ne kadar tanıyoruz

YUSUF YAVUZ / AÇIK GAZETE – Türkiye’de pek çok insan atalarının Horasan’dan geldiğini söyler ancak çok azı Horasan’ı tanır. Önce Anadolu’yu da derinden etkileyen düşüncelerin doğduğu Horasan coğrafyasını gezdik, ardından da bu toprakların felsefesini “ibadetin aslı insana hizmet etmektir diye” özetleyen İranlı yazar Ata Erad’la Horasan’ı ve Anadolu’yu konuştuk…
Horasan denildiğinde birçoğumuzun aklına kökleriyle ilgili detayı tam olarak bilinmeyen bir coğrafya geliyor. Türkiye’de neredeyse her üç kişiden biri kendi kökenini Horasan’a dayandırıyor. “Atalarımız Horasan’dan gelmişler” cümleleri, şecere, soy-sop sohbetlerinin neredeyse vazgeçilmezlerinden biri. Horasan adının damga vurduğu bir başka alan da tasavvuf akımları ve Geç Orta Çağ Anadolu’sunda hem büyük bir yıkılışa tanıklık eden, hem de dikkate değer bir yeniden kuruluşa ve örgütlenmeye öncülük eden inanç önderleri. “Horasan erenleri” olarak da anılan bu halk önderleri, bugün çarpıtılmış biçimde ‘Orta Asya’ olarak anılan, Türkistan’ın da bir parçası olduğu büyük Horasan coğrafyasından Anadolu’ya gelen’ Baba’ ya da ‘Abdal’lardı. Moğolların baskısıyla çoğunluğu 13. yüzyılda Rum diyarına, yani Anadolu’ya gelen bu düşünce ve eylem adamlarının arasında, eylem ve söylemlerinin etkileri bugünün Türkiye’sinin sosyal ve kültürel harcını yoğuran birçok isim vardır. Hacı Bektaş-i Veli, Mevlana, Taptuk Emre, Ahmet Yesevi, Ahi Evran ve ünlü Babai Şeyhi Baba İlyas, tam adıyla Şeyh Ebü’l-Bekā Baba İlyâs-ı Horasânî gibi isimler sayılabilir.
GÜNEŞ ÜLKESİ HORASAN YOLLARINDA
Düşünce ve fikirleriyle Anadolu coğrafyasını da etkileyen epeyce bir Horasanlı isimden de söz edilebilir. Feridüddin Attar, Ömer Hayyam, Beyhaki gibi isimlerin yanında 1018’de Horasan’ın önemli bir kenti olan Tus’ta doğan ve Büyük Selçuklu Veziri ve Siyasetname’nin yazarı Nizamülkmülk ile 18. Yüzyılda İran’ı kısa bir dönem yöneten Afşar Hanedanlığı’nın kurucusu, Horasan Destgird doğumlu (1688) Nadir Şah’ı de unutmamak gerek. Birçok önemli isim de ya doğrudan Horasan kökenli, ya da Horasan bölgesinde eğitim almışlardı. Ancak Horasan’ın yetiştirdiği en ünlü isimlerinden birisi de hiç kuşkusuz İran toplumunu yeniden dirilten isim olarak bilinen Şehname’nin yazarı Tus doğumlu Firdevsi’ydi. Peki, adı bunca önemli isimle anılan, etkileri bugün de süren binlerce değer yetiştirmiş olan Horasan’ın sırrı neydi? Bu sorunun peşine düşüp, güneş ülkesi Horasan’ın yolunu tuttuk…
DEDESİ ZERDÜŞT RAHİBİYDİ, KENDİSİ İSLAM TASAVVUFU EKOLÜ OLDU
Büyük İskender İran’ı ele geçirmek için çıktığı doğu seferinde M.Ö. 330’da Horasan’ı da fethetti. İskender’in fethiyle bu çok dilli ve çok kültürlü, bir o kadar da zorlu coğrafyayı Helenleştirmek mümkün olmadı ancak Helen coğrafyacılar eski Farsça’da ‘güneşin doğduğu yer’ ya da güneş ülkesi anlamına gelen Horasan’ı tanımış oldular. Sasaniler döneminde (M.S. 226-651) Zerdüştlüğün resmi din olarak kabul edilmesi Horasan’ı da doğrudan etkiledi. Örneğin Firdevsi Şehname’yi yazabilmek için 10. Yüzyılda da etkileri süren Zerdüşt (Mecusi) rahiplerinden eski İran dili olan Pehleviceyi öğrendi. Bugün tasavvuf ekolünün en önemli isimlerinden biri olarak görülen Horasan Bistam (Bugün Simnan’a bağlı) doğumlu Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö 848) dedesi Dedesi Sürûşân (Serûşân), bir Zerdüşt rahibiyken Müslüman olmuştu. (İslam Ansiklopedisi)
Ortaçağ için çok önemli bir malzeme olan kâğıdın yanı sıra dokuma, gümüş ve diğer değerli madenler Horasan’ın zenginliğini oluşturuyordu. Ancak en önemlisi de bugün de varlığını sürdüren firuze taşıdır. Göz kamaştırıcı rengiyle bugün en yoğun çıkarıldığı bölgedeki şehre de adını veren firuze, edebiyattan müziğe birçok alanı da etkiledi. Basra üzerinden bölgeye gelen Araplar tarafından İslam’ı yayma adına yapılan yağma akınlarına sahne olan Horasan’ın hem kültürel hem de ekonomik zenginliği yağmalandı.
SOĞDLAR, TÜRKLER VE ÇİNLİLER HORASAN’DA EMEVİLERE İSYAN EDİYOR
Tarihi kaynaklar bölgeyi İslamlaştırma ve sömürgecilik hareketlerine karşı özellikle Nişabur gibi önemli merkezlerde büyük direnişlerin yaşandığını kaydediyor. Hz. Ali döneminde çıkan iç karışıklıklar sebebiyle Emevilerin Horasan üzerindeki hâkimiyeti azalınca bölge halkı sık sık merkezî idareye karşı ayaklanmaya başladı. Sonunda komşuları olan Türkler, Soğdlular ve hatta Çinliler’den yardım alan isyancılar Nîşâbur’dan Müslümanları çıkardılar. Hz. Ali’nin şehit edilmesinin ardından Muaviye Basra ve Horasan Valiliğine Abdullah b. Âmir’i yeniden atadı ve ardından 663’te Belh ve Kabil yeniden Emevilerin eline geçti. (1)
SELÇUKLULAR İLK DEVLETİNİ HORASAN’DA KURDU, BURADA YIKILDI
Günümüz dünyasının şekillenmesinde önemli etkileri olan tarihi İpek Yolu’nun kalbinden geçtiği Horasan aynı zamanda doğu ile batı arasında uzanan yolda doğal bir geçit olması nedeniyle de sürekli işgallere uğradı. Emevilerin 7. yüzyılın ortalarından itibaren adım adım ele geçirmeye başladığı Horasan bölgesi, daha sonra 10. Yüzyılın sonlarında Gaznelilerin kontrolüne geçti. Horasan, Selçukluların 1040’ta Dandanakan Savaşı’nda Gazneli Mesud’un ordusunu yenmesiyle tamamen Selçuklu egemenliğine girdi. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun doğuşuna tanıklık eden Horasan topraklarındaki Nişabur kenti imparatorluğun ilk önemli yönetim merkezi olmuştu. Sırasıyla Çağrı Bey, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde Maveraünnehir ve bölgeye yerleşen Oğuzlar, Sencer döneminde bir vergi anlaşmazlığı yüzünden sultanın ordusuyla savaşarak 1153 yılında Selçuklu sultanını esir ederek üç yıl alıkoyacaklardı. Selçuklu sultanının Belh’e Vali olarak atadığı İmadüddin Kumaç ile Oğuzlar arasındaki çekişme, Bündari’nin deyimiyle fazla sıkıntıya gelemeyen Oğuzlar’a eni ve boyu geniş olan yeryüzünü dar ediyordu. Oğuzlar, Kumaç’ın bütün öfkesinin hedefi haline gelmişlerdi. Sorunu çözmek için çaba harcayan Oğuzlar’ın üzerine askerini gönderen Kumaç’ın ordusu bozuldu. Nihayetinde Selçuklu Sultanı Sencer’i de Oğuzlara karşı savaşmaya ikna eden Belh Valisi Kumaç’ın kendisi de Nisan 1153’te yapılan savaşta öldürülecekti. Dönemin olayların aktaran önemli kaynaklardan biri olan Bündari’nin Sultan Sencer’in kadınları, çocukları ve tüm varlıklarıyla birlikte savaşmaktan başka seçeneği kalmayan Oğuzlar tarafından yenilgiye uğratılarak 3 yıl süreyle esir edilmesini aktardığı bölüm oldukça çarpıcıdır:
OĞUZLARDAN SULTAN SENCER’E: ‘TEBAAYA İYİ BAKMAYHI BİLMEDİLER’
“(Guzlar-Oğuzlar-) yollara kolanlarını çektiler, hazırlandılar, hayvanlarını koşturdular ve çadırlarını sur gibi etraflarına diktiler. Okların ateşleri bu çadırların arkasından göz bebeklerini yakıyordu. Sencer askeri gelip bunlara karışıncaya kadar bu suretle sabrettiler. Sencer, askerin kalbinde duruyordu. Dere sel gibi akan süvarilerle doldu. Gündüz, gece elbisesini giydi mukaddimedeki emirler zebun (güçsüz) oldular, korktular, vehimlerine ne gelirse onu yapmak istediler ve hayrette kaldılar. Guzlar, bunların zayıflıklarını ganimet bilerek üzerine hücum ettiler. Öldürdüler, esir aldılar, çarptılar ve kırdılar. Kısıktan (dar geçit) kurtulmak zor oldu. Ölülerin cesetleri yollara döşendi. Emir Kumaç’ı ve oğlunu öldürdüler, askeri helak ettiler; Sencer’e eriştiler. Atı onu kurtarmak cömertliğini göstermemişti. Kirpiklerin göz bebeğini kuşattığı gibi Guzlar bunu kuşattılar. Sencer kendisini kuşatan halka içindeki dairenin merkezi gibi kaldı. Ve cevredici (eziyet) ellere düştü… Guzların Emiri atından indi, yeri öptü ve Sencer’in atının dizginini tuttu. Sencer’e bol bol dua etti ve ‘Senin kavmin eza ve cefaya başladılar. Tebaya iyi bakmasını bilmelidir. İşte biz senin etrafında hizmetçileriniz. Senin sözünü söyleriz, senin sözünü dinleriz’ dediler ve Sencer’i arkadaşlarından ayırdılar. Sencer’in serkeş (dikbaşlı) kumandalarının gururu yerine eshabının zilletini bunun önüne koydular. Sencer, Guzlar yanında üç sene esir gibi kaldı. Yemek ve içmek için az bir şey veriyorlardı. Fakat bunu tahta oturtturuyorlardı.”(2)

 HORASAN’DAN ANADOLU’YA AKAN İNSAN SELİ
Horasan topraklarında, tebaası olan Oğuzların elinde 3 yıl esir kaldıktan sonra 1156’da kurtarılan Sultan Sencer’in iktidar kavgalarıyla çatırdayan devletini yeniden toparlanması mümkün olmadı. Esaretin sona ermesinden bir yıl sonra 1157’de öldü ve yine bir Horasan kenti olan Merv’de adına yapılan türbeye defnedildi. Sultan Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti’nin de sonu gelecekti. Ancak Horasan’ın binlerce yıllık öyküsüne yeni öyküler eklenecek ve etkileri Anadolu’ya da uzanacak düşünce akımları yeşerecekti. Büyük Selçuklu döneminde Horasan’ı dolduran Oğuzlar, bir süre sonra ağırlıklı olarak 13. yüzyılda Anadolu’ya yöneldiler ve Rum Selçuklularının yeniden canlandırdığı ticaret yolları sayesinde gelişen şehirlerin merkezi ve çevresinde kümelendiler.
VAN’DAN TEBRİZ’E, TÜRKMEN SAHRA’DAN HORASAN’A
Horasan coğrafyası uzun yıllardır gidip görmek ve anlamak için uygun zamanı beklediğim bölgelerden biriydi. Bugün kabaca İran, Türkmenistan ve Afganistan ülkelerinin sınırlarının içinde kalsa da Horasan’ı tarif etmek sürekli değişen haritalar nedeniyle biraz zor. Ancak bir kültür havzası olarak çok daha geniş bir alanı kapsadığını söyleyebiliriz. Geçtiğimiz Ekim ayı başında çıktığım ve bir ay süren İran yolculuğunun önemli bir bölümü Horasan’a ayrılmıştı. Tıpkı bin yıl önce o topraklardan Anadolu’ya gelen dervişlerin izlediği rotayı bu kez batıdan doğuya doğru izleyerek yaptığım yolculuk boyunca Van’dan İran sınırına karayoluyla giriş yaparak sırasıyla Hoy, Tebriz, Erdebil üzerinden Hazar Denizi kıyısında ve Azerbaycan sınırındaki Astara’ya indim. Buradan Hazar kıyısı boyunca Gilan ve Gürgan eyaletleri sınırlarındaki kentleri gezerek Gülistan Eyaleti sınırlarındaki Türkmen Sahra bölgesinden geçip Kuzey Horasan’a giriş yaptım. Türkmen Sahra bölgesi izlenimlerini ayrı bir başlık altında yazmak istiyorum. Ancak bu uzun girişin ardından Horasan coğrafyası izlenimlerimi ve bu ziyaretin sonlarına doğru Tahran’da buluştuğum İranlı değerli dostum gazeteci-yazar ve çevirmen Ata Erad’ın Horasan’a ilişkin değerlendirmelerini aktarmak istiyorum. Çünkü yukarıda da söz ettiğim gibi Anadolu’da büyük bir çoğunluğun kendisini bir şekilde ilişkilendirdiği bu coğrafyayı yeterince tanımıyoruz.
KUZEY HORASAN’IN MERKEZİ BOCNURD’DA TEKE TÜRKMENLERİ
Türkmen Sahra’daki kentlerden biri olan Kümbetikabus’tan bindiğim otobüs, Kuzey Horasan’ın merkezi sayılan Bocnurd kentine gidiyor. Ormanlık ve dağlık bir bölge olan Gülistan Ulusal Parkı’nı da kapsayan yaklaşık 4 saatlik yolculuktan sonra Bocnurd’a ulaşıyoruz. İran’ın bu bölgesi zengin doğasıyla dikkat çekiyor. Kentlerin dışındaki kırsal yaşam da alabildiğine doğal. Ancak plastik ve naylon kirliliği bütün bu güzellikleri gölgeleyecek hale gelmiş. Bocnurd’un çevresinde yol boyunca sıralanan üzüm bağları var. Bu bölge üzümüyle ünlü. Nüfusunun önemli bir kısmı Türkmenlerden oluşan ve Aşkabad’a yalnızca 200 kilometre mesafede bulunan Bocnurd’da Teke Türkmenleri’nin de yaşadığını öğreniyorum. Sadece Bocnurd’da değil, çevredeki pek çok irili ufaklı yerleşimde Tekelüler yaşıyor. Bu bölgede ayrıca Türkmen Sahra’da olduğu gibi Göklen ve Yomut Türkmenleri de var. Düzenli caddeleriyle tipik bir Orta Anadolu kenti izlenimi veren Bocnurd’da Kürtler, Farsiler ve Türkmenler iç içe yaşıyor. Kent merkezinde tanıştığım genç bir bilgisayar programcısı Türkmen, “Biz burada kardeşlik içinde yaşıyoruz” diye özetliyor. Bocnurd, İran’ın pek çok kentinde olduğu gibi güzel ve anlamlı heykellerle süslenmiş. Heykeller burada hayatın içinden insanların gündelik hayatlarını ele alıyor. Sokakları süpüren bir çöpçü ya da annesini sırtında taşıyan bir adam bu heykellerin konusu olabiliyor. Bu yanıyla tıpkı sokaklardaki duvarlarda göze çarpan resimler gibi heykeller de günlük hayatın ikonografisini oluşturuyor.
MEŞHED’DEN TUS’A, İMAM RIZA’DAN NADİR ŞAH’A
Horasan’ın İran sınırlarında bulunan bölgesi üç ayrı eyalete ayrılmış durumda ve birçok ülkenin yüzölçümünden çok daha büyük bir alanı kapsıyor. Kuzey Horasan, Razavi Horasan ve Güney Horasan. Güney Horasan’ın merkezi de Bircend kenti. Bocnurd’dan Şirvan ve Goçan kentleri üzerinden Razavi Horasan eyaletinin merkezi ve aynı zamanda İran Şiiliğinin kutsal kenti kabul edilen İmam Rıza’nın türbesinin bulunduğu Meşhed’e doğru yola çıkıyorum. Yol boyunca puslu toprakların üzerini mora boyayan çiçeklenmiş safran tarlalarının arasından geçerek ulaştığımız Meşhed, Razavi Horasan Eyaletinin yönetim merkezi ve 3 milyonu aşan nüfusuyla ülkenin en kalabalık ikinci kenti. Meşhed ziyaretimde İmam Rıza’nın türbesinin yanında kent merkezinde yer alan Afşar Hanedanı Nadir Şah’ın anıt mezarını ve Afşarlar dönemini yansıtan eserlerin sergilendiği müzeyi ziyaret ediyorum. Horasan’ın bugün en büyük kentlerinin başında gelen Meşhed, aynı zamanda önemli bir ticaret ve kültür merkezi. Tıpkı bin yıl önce olduğu gibi kentin sokaklarında Afganistan, Pakistan ve Hindistan’dan gelen ziyaretçileri görmek mümkün. Bunlar, hem inanç, hem de bir tür ticari ziyaretler. Lüks otellerin yanında sıradan ve mütevazı misafirhanelerle dolu olan Meşhed tam bir doğu metropolü görünümünde.
TUS’TA DÜNYANIN EN SEVİLEN ŞAİRLERİNDEN BİRİNİN DİZELERİ YAŞIYOR
Selçukluların Horasan’daki maceralarında adı en çok anılan yerleşimlerin başında gelen Serahs (Seraks), Meşhed’e yaklaşık 180 kilometre mesafede, Türkmenistan sınırında. Bu bölgedeki birçok kent gibi sınırlar yeniden belirlendiğinde, Serahs’ın da bir kısmı Türkmenistan’da bir kısmı ise İran’da kalmış. Bir zamanlar Horasan’ın önemli kentlerinden olan Serahs bugün adeta unutulmuş. Biraz Karaçi, biraz Bombay, biraz da Semerkand havası taşıyan Meşhed’den Tus’a geçiyoruz. Bugün Meşhed’e bağlı küçük bir kasabaya dönüşen Tus, özellikle Ortaçağ’da Horasan’ın en önemli eğitim, kültür ve sanat merkezlerinden biri olmuş. İran mitolojisiyle destanları harmanlayarak Şehname’nin yazarı Firdevsi Tus’ta doğmuş. Gazneliler döneminde yaşayan Firdevsi 1020 yılında burada ölmüş ve İranlılar onun için Tus’ta çok görkemli bir anıt mezar yaptırmışlar. Yeryüzünde belki de Firdevsi kadar şanslı bir şair az bulunur. Çünkü Şehname İran’ın her yerinde hayatın içinde ve yemek yenilen porselen tabaklardan duvardaki halılara kadar hemen her alanda Şehname’den bir iz görmek mümkün. Tus’taki anıt mezarda ise Firdevsi’nin Şehnamesi’nden kimi bölümler yerel halk tarafından ve çıplak sesle okunuyor.
HAYYAM’IN, ATTAR’IN VE HACI BEKTAŞ’IN DOĞDUĞU TOPRAKLAR
Bir zamanlar Horasan’ın Herat, Merv, Belh ve Nişabur gibi ünlü kültür merkezlerinden biri olan Tus, aynı zamanda Selçuklu döneminin ünlü filozoflarından Gazali’nin de memleketi. Gazali’nin Tus’taki anıt mezarı Firdevsi’ninki kadar ziyaretçi çekmese de mimarisiyle dikkat çekiyor. Horasan’da Tus’tan sonraki durağımız Melikabad, Kademgah ve Nişabur… Ömer Hayyam ve Ferüdiddin Attar’ın şehri Nişabur, aynı zamanda Hacı Bektaş Veli’nin de doğum yeri olarak biliniyor. İran’ın en güzel şehirlerinden biri olan Nişabur eski ticaret yollarının üzerinde kurulmuş ve geçmişin inceliği ve görkemini hala yansıtıyor. Hayyam ve Attar’ın her ikisi de incelikli birer sanat eseri olan anıt mezarları kentin eski yerleşiminde bulunuyor. Geçmişte çok dinli, çok kültürlü ve eğitimli bir kent olan Nişabur’un sokaklarında, çarşılarında halen bu zenginliği görmek mümkün. Nişabur’a yaklaşık 25 kilometre mesafedeki Firuze şehri, adını ünlü firuze taşından alıyor. Burada çıkarılan ve usta ellerde işlenen firuze taşı takılar ve süs eşyaları Nişabur’u ziyaret edenlerin ilgisine sunuluyor. Nişabur’da geçmişten bugüne kalan pek çok tarihi yapı da bulunuyor. Şah Abbas Kervansarayı bunlardan biri. Alparslan döneminden itibaren inşa edilen ünlü Nizamiye Medreselerinden biri de bu şehirde kurulmuş ancak bugüne ulaşamamış.
İPEK YOLUNDA BİR KERVANSARAY: ZAFERANİYEH
İki gün kaldığım Nişabur’dan ayrılmak çok zor ancak yola devam etmek zorundayım. Bir sonraki durağım bir başka Horasan şehri olan Sebzevar. İran yolculuğum deyim yerindeyse nerede akşam orada sabah çeklinde geçiyor. Çünkü bu tür yolculuklarda her zaman sürprizler ortaya çıkıyor ve planlı ilerlemek pek mümkün olmuyor. Kimi zaman taksi, kimi zaman otobüs, kimi zaman da otostopla ilerlediğim için sürekli olarak her türden insanla tanışmak ve Horasan’ın bugünkü insanlarını yakından tanımak fırsatı da doğuyor. Nişabur ve Sebzevar arasındaki yolculuk, Horasan’ın uçsuz bucaksız arazileri ve kızıldan kül rengine değişen renklerdeki çıplak dağlarıyla iç içe geçiyor. Merv-Tahran arasındaki bu hat bir zamanlar kervanların kullandığı güzergâh. Neredeyse her 30-40 kilometrede bir menzil durağı, kervansaraylar var. Kimi kerpiçten yapılmış, dağılıp gitmiş, kimi tuğla işçiliğinin en güzel örnekleri ve tüm görkemleriyle ayakta. Bu hat üzerinde bulunan ve hala ayakta olan kervansaraylardan biri olan Zaferaniyeh’yi ziyaret ediyorum. Adını safran çiçeğinden alan (Safraniye) bu kervansarayın inşa edildiği bölgede aynı adla bir kasaba var. Bu yanıyla, Kayseri’deki Karadayı köyünde bulunan Karatay Han Kervansarayını andırıyor. Neredeyse bin yıl önden kalma yapıların arasında dolaşmak benzersiz. Kervansarayın çevresinde bulunan sarnıçlar, çeşmeler, evler ve tek tük köylüler Zaferaniyeh’de zamanın durduğuna işaret ediyor sanki. Ekim ayının sonlarındayız ve Damgan’a doğru yola çıktığımızda Horasan’ın uçsuz bucaksız topraklarında delicesine bir yağmur başlıyor. Şahrud üzerinden Damgan’a doğru ilerliyoruz. Beyazid-i Bistami’nin doğduğu ve türbesinin bulunduğu Bistam şehri de Şahrud’un hemen bitişiğinde, yaklaşık 15 kilometre mesafede yer alıyor.
KAŞKAY TÜRKLERİYLE BULUŞMA
Bugünkü Horasan’ın sınırı olan bu bölgede Kaşkay Türklerinden insanlarla tanışıyoruz. Birinin arabası bozulmuş, bir diğeri çoluk çocuk Şiraz’dan gelmiş. Hepsinin de yolu Damgan’a doğru. Türkiye’den geldiğimi öğrenince çaylar geliyor, çıkınlar açılıyor ve koyu bir sohbet başlıyor. Telefonlarında Türkçe şarkılar, kimi bozlak dinliyor kimi de türkü. Günümüzde daha çok Şiraz çevresinde yoğunlaşan Kaşkaylar İran’ın en eski halklarından biri. Konar-göçer hayat süren ve dokumalarıyla ünlü olan Kaşkayların bir kısmı yerleşik hayata geçmiş, kentlerde hizmet sektöründe ya da küçük sanayi sitelerinde ucuz işgücüne dönüşmüş. Bugün hem Türkiye’de hem de İran’da artık kullanılmadığı için unutulmuş pek çok eski kelimeyi zihinlerin tozlu kıvrımları arasından bulup çıkarıyoruz Kaşkaylarla. Yeniden bir araya gelebilmek için sözleşip ayrılıyoruz.
DAMGAN’DAN TAHRAN’A DOĞRU YOLCULUK
Bu bölge Tahran’a kadar adeta çöl gibi. Yüksek ve çıplak dağlar, uçsuz bucaksız ve ağaçsız düzlükler. Ancak bu bölge İran’ın en önemli Antep fıstığı üretim bölgelerinden biri. Damgan’ın bademi, fıstığı ve kuruyemişleri ünlü. Ama en önemlisi bu kentin önemli bir bölümü Orta Çağ’daki tarihi dokusunu koruyor. Artık Horasan sınırlarından çıktık ve bir başka tarihi kent olan Simnan’ın büyüleyici sokakları, eski camileri ve kervansaraylarını geçerek rotamızı Tahran’a çeviriyoruz. Simnan’da iken geleceğimi haber verdiğim Tahranlı dostum Ata Erad’la akşama buluşacağız. İran’ın tarihi coğrafyasına oldukça hâkim bir entelektüel olan Erad, Türkçe’den Farsça’ya kitaplar çevirerek iki kültüre de hizmet ediyor. Alevilik-Bektaşilik gibi konularda önemli araştırmalar yapan Ata Erad’ın özellikle Horasan ve Horasan’da yeşeren felsefi düşünce akımlarına karşı ilgisini bildiğim için, üzerimdeki Horasan coğrafyasının tozuyla bu konuyu konuşmak istiyorum. Bir yandan günlerce arşınladığım ve mekânlarına, insanlarına dokunup dostluklar kurduğum coğrafya, diğer yanda ise bu coğrafyanın sırlarına kafa yoran bir dostum…
DÜNYANIN EN İLGİNÇ METROSUNDA
Her durakta inip binen, bir zamanlar İstanbul’daki vapurlarda sıkça gördüğümüz satıcılar ve usta tiyatroculara taş çıkartacak dilencileriyle dünyanın en ilginç metrolarından biri olan Tahran metrosuyla ulaştığım kentin tarihi merkezinde akşam saatlerinde Ata Erad’la buluşuyoruz. Daha önce halılardan şiire, siyasetten tarihe pek çok konuda sohbet edip, röportajlar yaptığımız Ata Erad’a Horasan diyince o da heyecanlanıyor ve koyu bir sohbete başlıyoruz. “Horasanla ilgili günlerce konuşabilirim lakin ne vaktim ne de dilim buna izin vermiyor” diyen Ata Erad’a ben soruyorum, o yanıtlıyor:
BİR ZAMANLAR ASYA’NIN KALBİ HORASAN’DI
 -Horasan diye anılan coğrafyanın kültürel ve tarihi çerçevesini kısaca özetler misiniz?
-Horasan hakkında konuşmak ve sizin sorunuzu yanıtlamak için Hz. Mevlana’nın dediği gibi bir Mesnevi yazmak gerekir. Bu soruyu yanıtlamak yıllarca sürebilir. Lakin kısaca özetlemek gerekirse, Horasan İran’ın en büyük eyaleti ve tarihi en eski toprağıdır. Bugünkü Horasan üç bölgeden oluşuyor. Razavi, Kuzey ve Güney Horasan… Güney Horasan, Sasaniler döneminde Hurasan olarak anılmış. Hurasan, ‘güneş ülkesi’ demektir. Bazı ülkeler geçmişte Horasan toprağı içinde kalıyordu. Bu ülkeleri şöyle sıralayabiliriz: Afganistan’ın büyük bölümü, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’ın büyük bölümü. Kazakistan’ın ise yaklaşık yüzde 80’i, geçmişte Horasan diye anılan bölgede yer alıyor. Yani çok büyük bir coğrafyadan söz ediyoruz. Horasan, kimi yazarların aktardığına göre dört önemli bölgeye ayrılmış geçmişte. Birincisi, Abar Şehri ki burası Nişabur kentidir. İkincisi Merv, üçüncüsü Herat ve dördüncüsü Belh şehri. Kunduz, Semerkand ve Toharistan da Belh kısmında yer alıyorlar.
NASİRÜDDİN TUSİ’DEN ALİ ŞERİATİ’YE HORASANLILAR
 -Horasan bugün üç ayrı parçaya ayrılmış durumda ancak sanırım en büyük bölümü İran topraklarında… Horasan’ın çok sayıda bilim insanı, filozof, şair ve tasavvuf ehli yetiştirmesinin sırrı nedir?
-Horasan, Sasanilerin ve hatta Ahamenişlerin zamanından bugüne kadar ünlü şairlerin, filozofların, bilim adamı ve siyasetçilerin doğup yetiştiği bir merkez olmuştur. İran’ın ünlü din adamlarından Murtaza Mutahhari, Hace Nasîrüddin Tûsî, Ahmed Kafi ve Hacı Bektaş Veli’yi sayabiliriz. Siyaset alanında ise Uluğbeyin annesi olan Gevherşad Begüm, Abu Müslim Horasani, Melik Ül Şuara, Nadir Şah, Ali Şeriati, Asadi Tusi ve o bölgenin yetiştirdiği şair ve yazarlardan Dakiki, Firdevsi, Mehdi Ehevan Salis gibi isimleri sayabiliriz. Böylece çok geniş bir coğrafyaya sahip olan Horasan’ın yetiştirdiği değerli insanlarla insanlık tarihi ve uygarlığına büyük bir hizmet etmiş olduğunu söyleyebiliriz.
HORASAN FELSEFESİNİN TEMELİ İNSANDIR
 -Horasan felsefesini genel olarak özetler misiniz? Ayrıca Horasan’dan yetişen filozofların Anadolu’ya ve genel olarak batı dünyasına etkileri nasıl oldu?
-Efendim felsefe konusu şirin ve tat dolu bir konu olup bu bölge belki de dünyanın en önemli felsefe bölgesidir. En azından Şark felsefesinin beşiği diyebiliriz. Hatta Horasan’da doğan düşünce akımları, batı felsefesini de derinden etkilemiştir. Horasan felsefesinin temelindeki Vahdeti Vücut düşüncesi, batı dillerindeki karşılığıyla panteizm, insanilik temeli üzerinde yükselir. Eski zamanlara dayanan Horasan felsefesinin temeli insandır ve insanlara hizmet etmek üzerine kurulmuştur. Horasan çıkışlı düşünce akımları ve insanı merkeze alan felsefeyle 11. Yüzyıldan itibaren tanışan Anadolu toprakları ve Türkiye bugün Horasan felsefesini dünyada en iyi koruyup yaşatan ve onu koynunda saklayan ülke olmuştur. Anadolu’ya dünyanın en önemli hediyelerinden biri olan bu düşünce akımını Türkiye’nin bugün bile yaşatıyor olması fazlasıyla takdir edilmesi gereken bir konudur. Horasan felsefesi Anadolu coğrafyasına Ahiler ve Bektaşilik ile girmiştir. Ancak Anadolu bu felsefeyi asla terk etmemiştir. Horasanla ilgili günlerce konuşabilirim lakin ne vaktim ne de dilim buna izin vermiyor. Çünkü konu aşk olduğu zaman biz naçizane mest oluruz.
EMEVİ-ABBASİ BASKILARINA KARŞI GELİŞEN FELSEFE
 -Horasan’dan yeşeren tasavvuf ve dini düşüncelerin Arap yayılmacılığına karşı bir tavrı var mıydı?
-Vahdeti Vücut, İran ve Horasan çıkışlı bir felsefedir. Arapların İran’ı istila etmelerinin ardından İranlılar İslam’ın Şia yorumunu gündeme getirdiler. Bu elbette dönemin Halifesine ve yapılan zulümlere karşı bir felsefeyi içeriyordu. Panteizm de buradan doğup gelişti. Araplar elbette İran’a güzel sloganlarla geldiler ve Pers topraklarını fethettiler. Ancak pratikte söylediklerini asla yerine getirmediler. Emeviler ve ardından Abbasilerin zulümleri, katliam ve tecavüzleri İranlıların mallarını gasp etmeyle sürdü. Her şeyi ganimet bilip aralarında bölüştüler. Hükümdarlar ve Halifeler çok ağır vergilerle çiftçileri köle haline getirdiler ve onların çalışmaları sadece Arapların zenginleşmesini sağladı. İranlılar her geçen gün daha zayıf ve yoksul düştüler. Bütün bu olup bitenler karşısında daha sağlam daha dürüst ve daha içten, söylem ve eylemin bir olduğu bir felsefe gerekiyordu ve bu felsefe insanı merkeze alan Horasan düşüncesiydi. Bu felsefe başından beri zulme karşı, ezilenlerin yanında yer alan, onları birleştiren, söylediği ile yaptığı bir olan ve aynı zamanda Emevi-Abbasi baskılarına karşı bir hareket olarak gelişti.
NEFESİMİZ YETTİĞİNCE BİZ BU KONUDA VARIZ
 -Hosaran’dan Anadolu’ya gelen pek çok düşünür var. Bunların başında Ahmet Yesevi, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi isimlerin yanı sıra Ahi Evran ve Şemsi Tebrizi’nin de köklerinin bu topraklara dayandığını biliyoruz. Ancak bugün Anadolu ve Horasan arasındaki bağlar bir hayli kopuk vaziyette. Bu konuda neler söylersiniz?
-Efendim çok haklısınız. Bu konu üzerinde bendeniz Türkiye’de ve İran’da çalışmaktayım. Gazetelerde, dergilerde, radyo ve televizyonlarda hep bu konuyla ilgili yazdım, konuştum, anlattım. Ancak ne İran devleti ne de Türk devleti bu konuda bizlere hiçbir destek sağlamadı. Herhalde her iki devletin de işleri başlarından aşkın olmalı. Her iki toplumun entelektüellerini ise hiç saymayın, onlar da hiçbir destek olmuyor bu konuda. Gazetecilerin ve belgeselcilerin her zaman bu konuda eli kolu kısa kalıyor. Ekonomik olanakları zaten çok sınırlı. Ekonomik olanağı yerinde olanlar da böylesi bir işe girişmiyor, destek olmuyor. “Peki ne olacak bu işin sonu?” diye sorarsanız, sormayın efendim. Bu soruya verilecek bir yanıtım yok. Bilmiyorum ama bendeniz ve sizin gibi insanlar elbette bu mücadeleyi bırakmayacak, bırakamayız. Ancak nereye kadar götürebiliriz? Burada söz bitiyor. Ancak her şeye rağmen kanımız, canımız, nefesimiz yettiği müddetçe biz bu konuda varız, olmaya devam edeceğiz diyebilirim sadece…
İBADET ÖNEMLİDİR AMA ASIL İBADET İNSANLARA HİZMET ETMEKTİR
 -Son olarak, yaklaşık bin yıldır İran ve Anadolu coğrafyasında yeşeren ve etkileri günümüzde de süren Horasan felsefesi ve ekolünün geleceğe nasıl bir katkısı olabilir? 
-Türkiye’de bir şarkı var. Ben bu şarkıyı Zülfü Livaneli’den dinledim ve çok sevdim. Şarkıda şöyle diyor: “Dünyayı güzellik kurtaracak/Bir insanı sevmekle başlayacak her şey…” Efendim bu şarkıda söylenenleri doğu insanı bundan 900 yıl önce telaffuz etmiştir. Ondan önce de söylemiştir. İslam’dan önce de, Hıristiyanlıktan önce de hep bunu dile getirmiştir, insanı ve sevgiyi. Bizler sevmeden, âşık olmadan yaşayamayız. Aşk olmadan bizler birer ölüyüz. Yemek yeriz, hava alırız, yürürüz ama aşk olmadan, sevmeden yaşayamayız. Bizler havadan, sudan ve ekmekten daha fazla sevgiye ihtiyaç duyarız. Sevgisiz, aşksız insanlar olarak bizi kim ne etsin efendim? Her şeyin başı sevgi ve aşktır. İbadet önemli bir konudur, dinin vecibelerini yerine getirmek güzeldir lakin unutmayalım ki ibadetin aslı insanlara hizmet etmektir. İşte Horasan felsefesinin temeli de budur, bu düşüncedir. İnsana hizmet etmektir. Bu muhabbete Ankara’daki insan da, Mardin’deki insan da, Paris’te yaşayan birisi de ihtiyaç duyar. Çünkü insanın en önde gelen ihtiyacı budur ve güneş ülkesi Horasan toprağından doğan düşünce binlerce yıldır bunu söyler. Bu vesileyle Türkiye’deki bütün dostlarıma saygı ve sevgilerimi gönderiyorum İlla ki aşk ile…
Kaynaklar:
(1): İslam Ansiklopedisi, Horasan maddesi. Yazarı: (Osman Çetin)
 (2): Muhammed el-Bündârî el-İsfahânî, (Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi), sf. 251. Çeviren Kıvameddin Burslan, TTK Yayınları, 2016, Ankara.
 
2373330cookie-checkAta yurdu denilen Horasan’ı ne kadar tanıyoruz
Önceki haberKöylere hayvanların girmesi yasaklandı!
Sonraki haberBirmingham’da yaşayan genç, Kıbrıslı Ahmet aranıyor
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.