“Avatar”: Kolları uzun bir cüce… (1)

Sadece Cameron’ın değil, bu dönem Holivud’un alamet-i farikası haline gelmesi, “Avatar”ın önemsenmesini gerektiriyor kuşkusuz, ama bu yazıyı yazmamın nedeni, bundan daha önemli olan bir şey: filmin ülkemizde aldığı tepkiler… Hazır Oskar ödülleri de yaklaşmışken, filmle ilgili tartışmayı tekrar alevlendirmekte fayda var.

Ne acıdır ki, yazarlarımızın ve seyircimizin filme yaptığı övgüleri, üst üste dizsek, buradan uzaya yol olur… Önce filmi en usta sinema eleştirmenlerimizin bile “yılın sinema olayı” biçiminde tanımladığını gördük. Ardından eserin “ne kadar da anti-emperyalist” olduğuna hükmedenlerin açıklamaları geldi. Şaşkınlığımız geçmeden, Akademi ödüllerine 9 dalda aday olduğu duyuldu, ardından film ve yönetmen dallarında Altın Küre kazandı, yani Oskar gecesi 9’da 9 yapma ihtimali yüksek (IMDb anketinde film dalında en yakın rakibine %8 fark atmış durumda, yönetmen dalında ise Cameron, eski eşi Bigelow’dan kıl payı ilerde. Teknik dallarda zaten favori).

Peki ama “Avatar” gerçekten bu kadar başarılı bir film mi?

Asla… Sezar’ın hakkı Sezar’a, tümden başarısız diyemeyiz tabii ki; aksine teknik açıdan gerçekten çok ileri bir noktada. Özellikle sinema salonunda, üç boyutlu olarak izlerken, insan kendinden geçiyor. Teknik dalların tümünde Oskar alması gerekir.

Diğer açılardan ise vasat…

Filmin ideolojik açıdan gerçek konumunu irdelemeye çalışacağım için sinemasal sorunlarına kısaca değineyim: Rejisi ve senaryosu, kendisini zaten müthiş bir yönetmen ve yazar olarak tanımasak da, Cameron düzeyinin bile hayli altında. Ana karakterler yine tek boyutlu, adeta karikatür seviyesinde… Daha da kötüsü, Albay, hırslı patron, “naif” bilim kadını ve benzerleri, “Aliens”, “Abyss” gibi eski filmlerinden aynen kopyalanmışa benziyor.

Bu kopyalama işi ilginç boyutlara varmış, sanki Cameron yaratıcı gücünün, yeteneklerinin %95’ini filmin tekniğine, geri kalanını senaryoya ayırmış gibi. Örneğin “Aliens”ın finalindeki trüğü aynen, üstelik yine “son dövüş” sekansında kullanması akıl alır gibi değil. Teknolojiye bu kadar meraklı bir yönetmen, sinemada son 24 yılın neler getirdiğini hepimizden iyi bilir; buna rağmen “kopyala/yapıştır” yapıyorsa bir bildiği vardır…

Bildiğinin ne olduğuna geçmeden, yaratıcılıktan biraz daha söz edelim:

Elinde bu kadar geniş imkanlar bulunan bir yönetmenden çok daha yaratıcı/etkileyici bir gezegen tasarımı beklerdim: Pandora’da hayvan namına gördüklerimiz köpek, at, ejderha gibi dünya sakinlerinin azcık değiştirilmiş hallerinden ibaret, mesela gergedanın (köpekbalığı türü gibi) çekiç burunlusu… Na’vi halkı ise Kızılderili ırkının eklektik bir sentezi: kan dökmekten zevk alanlarla, spiritüel gerçeklere uygun yaşayan, barışçı kabileler aynı potada eritilmiş (O konuda da abartıldığı için filmi spiritüel açıdan da irdelemek lazım, ama yazı çok uzamasın, şunu söylemekle yetineyim: Cameron, pek çok unsuru Şamanizm’den almış, fakat ülkesinde 70’lerin başından beri çok ünlü olan Castaneda kitaplarını bile okumadığı çok belli)…

Perdede seyretmesi çok zevkli iki öğeyi anımsamak, Cameron’ın bu filmde nasıl bir strateji izlediğini daha iyi sergileyecektir: İlki havadaki dağlar… Dünyalıların algısına göre dağ çok sağlam bir yapı, aşılmaz, yıkılmaz, büyük… Onları havada salınırken görmek insanı o kadar etkiliyor ki bunun bilimsel gerçeklere (mesela yerçekiminin prensiplerine) aykırı olup olmadığını sorgulamak akla gelmiyor. Aynı şey, ateş renginde bir daire oluşturarak uçan o hayvancık için de geçerli. Hele birkaç tanesi birden havalandığında perdede o kadar hoş görünüyorlar ki, seyirci, ister Yaratıcı deyin, isterse evrim, hiçbir gücün mantığa bu kadar aykırı bir canlı yarat(a)mayacağını düşünemiyor.

Sözün kısası, “Avatar” bir hilkat garibesi, kolları iki metre uzunluğunda bir cüce…

Fakat bu da çok normal.

“Terminator 2” gibi bazı Cameron filmlerini severim, ama bu gayet duygusal bir yaklaşımdır, bunu da bilirim. Başyapıt değillerdir, hatta reji ve senaryo bakımından orta seviyede işlerdir, hele makinelerin dünyaya ele geçirip insanlarla savaşması gibi trüklerin kanaatimce ciddiye alınacak bir yönü yoktur.

Sinemacılık yetenekleri bakımından ise, bırakın Kurosawa, Tarkovski veya Bergman’la kıyaslamayı, Cameron’ın adını Spielberg’le de yan yana koymam (Spielberg’in diğer ustalardan daha aşağı olduğunu düşünüyor değilim, popüler sinema yaptığı için, ille de birine benzetilecekse ancak o olabilir diye ismini anıyorum). Sevdiğim Cameron filmlerini örneğin “Minority Report / Azınlık Raporu” veya “A.I. / Yapay Zeka” ile kıyaslamam bile. Mesela “Abyss”i severim, bahsettiğim Spielberg filmlerine ise ayrıca hayranımdır, her izleyişimde, bu kadar doğru, etkileyici ve önemli bir filmi bir insanın nasıl tasarlayabildiğine de şaşarak, felsefi derinliğiyle de kendimden geçerek, adeta şevk ve vecd içinde seyrederim.

İşin ilginç yönü, ülkemizdeki eleştirmenler, özellikle orta yaşlı kuşak, Cameron hakkında aynı kanaattedir sanıyordum; şaşkınlığım ondan. Sorasım geliyor: Tabii ki kendisi Emmerich seviyesinde de değil ama hangi filminde şaşırtıcı bir deha sergiledi ki, “yılın sinema olayı”na imza atabilsin, “sinema tarihini değiştiren film” yapabilsin?..

İlk günden beri tek bir üstün özelliği vardı: Ticari zeka… Teknolojiye düşkünlüğü ile ticari uyanıklığı birleştirdi, ortanın biraz üzerinde bir yazarlık-yönetmenlik yeteneğinin de yardımıyla, kah “T 2” gibi olay haline gelen filmler yaparak, kah “True Lies” gibi kendi film ortalamasının da altında işler çıkararak “Titanic”e kadar geldi. O filmle birlikte nelerin değiştiğini Murat Tolga Şen, Öteki Sinema’da gayet iyi izah etmiş, tekrarlamayayım: http://www.otekisinema.com/avatar-ve-james-cameron-sinemasinin-formulleri/#more-10564

Ülkemizde Ağustos ayında afişte olan “Battle For Terra / Terra’yı Kurtarmak”, ana hikayesi bakımından “Avatar”a benzer bir animasyondur; iyi yapılmış, biraz naif, ama ana temalarını ciddiyetle ele alan bir filmdir, kalbimde çok daha geniş bir yeri vardır…

Elliot Silverstein’ın 1970 tarihli filmi “A Man Called Horse” ise, her özelliğiyle “vahşi” sıfatını hak eden bir Kızılderili kabilesine esir düşen İngiliz soylusunun (Richard Harris) dönüşümünü anlatır. Yaşlı kadınlara odun kesmek gibi işlerde yardım etmesi için sağ bırakılan John, her türlü kötü muamele ve aşağılanmaya maruz kalmasına rağmen, yıllar geçtikçe yerlileri anlamaya başlar, zamanla onlardan biri olur. Gayet dürüst bir filmdir, iki tarafa da eşit mesafede durur, ana cümlesi “öteki” anlayışının yitirilmesidir. Namuslu bir filmdir, gayet bilinçli olarak, seyirci kitlesinin önemli bir bölümüne ters düşecek bir yapıda kotarılmıştır. Üstelik yönetmenlik ve senaryosunun zaaflarını görmeme karşın, “Avatar”dan çok daha önemli ve değerli bir filmdir gözümde.

Örnekleri uzatmaya gerek yok…

Kapitalizmin ağa babası

Filmin emperyalizmle ilişkisini konuşmadan evvel, konuyla ilgili bilgileri anımsayalım:

Cameron Digital Domain’in kurucu ortaklarından biri. 1993’den beri faaliyette olan bu şirket, bilgisayar efektleri ve animasyon dallarında uzman. Hizmet verdiği sektörler içinde reklamcılık ve video oyunları da bulunuyor.

George Lucas’ın 1975’te hayata geçirdiği Industrial Light and Magic’in (ILM) yöneticisi Scott Ross’un yeni bir şirket kuracağını duyan Cameron hemen devreye girip Ross’la ortak oluyor.

ILM sadece teknolojik anlamda öncü değil, THX isimli bir ses teknolojisi şirketi de bulunan Lucas’ın (Spielberg’in desteğiyle) geliştirdiği ticari tarz da çığır açmış. Konu çok geniş olduğu için sadece bu yazıyı ilgilendiren kısmına değineyim: 1977’de Lucas’ın çektiği ilk “Star Wars / Yıldız Savaşları”nda maharetlerini sergileyen ILM, “Poltergeist”la (1982) “showreel film” kavramına ulaşıyor, yani filmin senaryosundan başlayarak tüm tasarımı, ILM’nin “ulaştığı teknik seviyeyi göstermek” hedefiyle ve şirketin çıkarları da dikkate alınarak yapılıyor. “E. T.”, “Jurassic Park” gibi Spielberg filmleri, hem bu sanatçının bir sinemacı olarak kişisel arzularının ürünü, hem de ILM ile işbirliğinin sonucu.

Milat sayılabilecek bir olayı daha analım: 1999’da başlayan ikinci “Yıldız Savaşları” üçlemesi, uygun projelerde, video oyunları pazarı da dikkate alınarak film tasarlama alışkanlığını Holivud’da yerleştiriyor. O filmlerin her birinin afişe çıktığı yıl, en çok satan oyunlar listesinin tepesinde, “Yıldız Savaşları” filminden hareketle tasarlanmış ürünler bulunuyor. Diyelim ki filmde bir sualtı sekansı var, sadece filmin o bölümünü temel alan bir oyun tasarlanıyor, farklı özellikler, seviyeler eklenerek geliştiriliyor, satışa sunuluyor. Farz edelim ki aynı filmde insanlarla robotların savaştığı bir de meydan savaşı sekansı var, o da başka bir oyun haline getiriliyor vs.

Sadece bu kadarı olsa, normal kabul edebilirdik, ama öyle değil: Filmin hikayesi geliştirilir, tretmanı yazılırken, kullanılacak efektler kadar, o eserden hareketle yapılacak oyunlar da dikkate alınıyor, ilgili uzmanların katıldığı uzun toplantı ve çalışmalar yapılıyor çünkü o da bir başka büyük sektör… Ayrıca bu faaliyet, işbirliği yapılan şirketin (ILM veya Digital Domain) toplam gücü, teknik seviyesi ve tabii ki pazar payını da çok etkiliyor.

1991 tarihli, CGI teknolojisinde milat kabul edilen “T 2”, Cameron filmiydi, dijital efektleri ILM hazırlamıştı. İki yıl sonra Digital Domain kuruldu, gelişti, halen iki büyük dev şiddetli bir rekabet içinde… Fakat bu arada, “Titanic”in ticari başarısından sonra Digital Domain’den ayrılan Cameron yine ustalarının yanında, “Avatar”ı da ILM yaptı.

Bu zorunlu parantezden de anlaşıldığı gibi “Avatar”, hem ILM’nin teknik seviyesini geliştirecek, hem de tüm dünyaya sergileyecek şekilde tasarlanmış. Dünyanın pek çok ülkesine sadece filmi değil, ondan hareketle yapılan video oyunlarını da satacakları için, ilk tasarım aşamasında bu da dikkate alınmış. O yüzdendir ki film, geniş sekanslar halinde ilerliyor ve çok önemli bir bölümünde, hikaye elverişli olmasına rağmen savaş, hatta dövüş sahnesi bulunmuyor. Bunun başka nedenleri de var, ama en önemlisi yine ticari kaygılarla ilgili: Hele de bu teknolojiyle çekilen bir filmde savaş sahneleri çok daha yüksek maliyetli oluyor, “Avatar” ilk “Die hard / Zor Ölüm”le başlayan “durmaksızın aksiyon” ilkesine uygun kotarılsa filmin -300 milyon dolar olarak açıklanan- yapım bütçesi milyara doğru yükselebilirdi… Tam da bu nedenle artık çok yüksek bütçeli filmler büyük sekanslara bölünmüş olarak gerçekleştiriliyor, aksiyonun olmadığı kısımlar, seyircinin ilgisini çeken başka dramatik unsurlarla (aşk, cinsellik, gizem vs) donatılıyor.

Ticaretle ilgili bir önemli nokta daha: Bilinen türde aksiyon oyunlarını 5 yaşından beri oynamakta olan bir kuşağa bu alanda yeni bir şey sunmak zor, “Harry Potter” serisinde yapıldığı gibi, yeni bir dünyaya girmesini önermek daha akıllıca. Cameron ise “gerçekten yeni bir dünya” sunabilecek denli zeki ve uyanık biri.

Filmin akıl almaz ticari boyutlarını biraz olsun açtığımıza göre, yazının ikinci bölümünde, Cameron’ın anti-emperyalist cephede yer almasının neden imkansız olduğunu konuşabiliriz.

http://tamerbaran.blogspot.com/

746570cookie-check“Avatar”: Kolları uzun bir cüce… (1)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.