Avrupa Açılımları

“En çok Japon gibi uyanmak isterdim, bir yer yatağında, raylar üzerinde hareket eden transparan kapıları olan bir odada. Sonra İngilizler gibi kahvaltı etmek isterdim, sonra yabancı bir kendini bırakmışlıkla Çinliler gibi iş yapmak isterdim, çalışkan canla başla. Fransızlar gibi öğle yemeği yer, karnı doymuş bir hayvan gibi Roma hamamına gitmek, Bavyeralılar gibi dere tepe yürümek, Afrikalılar gibi dansetmek isterdim. Ben de Rus sabrı olsun isterdim ki paramı Amerikalılar gibi kazanmak zorunda kalmayayım. Hintçe uyumak isterdim filin sırtındaki kuş olarak ve boğaziçinin düşünü görmek isterdim, Türkçe.”
Zehra Çırak, Almanya’da göçmen, Avrupa nerede Bitiyor? Helsinki Yurttaşlar Meclisi

“Uygarlık, insanlığın tüm kazanımlarıdır.”
Marcel Mauss

“Onların yönünde ilerlemediğiniz zaman, onlara hiç ilerlenmiyormuş gibi gelir.”
A. Gide

İlerici olmak için sizin yolunuzda mı ilerlemek gerekir sorusunu soran Gide, bir fikri taasuba işaret etmekteydi. Avrupa-merkezci bakış açısıyla malul bir yaklaşım tarzı olan, Batı toplumlarının bugün bulunduğu noktayı, başka toplumların adeta nihai hedefi olarak görmekteki erekselci yaklaşım kadar, buna tepki olarak ortaya çıkan, ama siyasi kompleksler içerdiğinden, tam bir reddiyecilikle sınırlı yaklaşımlar arasında hapsolmaktan başka siyasette seçeneklerimiz olabilmeli.

Sosyalizmin tarihinde, endüstrileşmeyle birlikte Avrupa kültür parçalarının birbiriyle yakınlaştığını düşünen Saint Simon, ütopik bir enternasyonalizmle bir pan Avrupa hükümeti ve yeni insancıl bir felsefe öneriyordu (Simon, 1975:130).

Engels de Fransız sosyalistlerine yolladığı bir mesajda şöyle diyordu:

“Üç büyük Batı ulusunun –Fransa, Almanya ve İngiltere– bütünleşmesinin bütün Avrupanın politik ve toplumsal kurtuluşunu içeren temel uluslararası koşul olduğunu ilk anlayan insan, sizin büyük yurttaşınız Saint Simon oldu. Hükümetlerin ve ırkların savaşına nihayet bir son verecek olan Avrupa bütünleşmesinin çekirdeği olan bu birleşmenin bu üç ulusun proleterleri tarafından gerçekleştirilmesini bekliyorum.”

“Avrupa devrimi” tabirini kullanan Marx (Marx, 1978:193), 1648 ve 1789 devrimlerinin İngiliz ve Fransız devrimleri olmadığını, bunların Avrupa tarzı devrimler olduğunun altını çizer. Toplumun belli sınıflarının eski politik düzen üzerindeki zaferinden çok, yeni Avrupa toplumunun politik düzeninin bildirgesi olduğunu saptar.

Bir konuşmasını “Yaşasın cumhuriyet” diye bitiren Marx, (Marx, 1974:186) İmparatorluğun anti-tezi olarak gördüğü Komünde, Paris proleteryasının “Sosyal Cumhuriyet” çığlığına işaret eder ve Komünü de cumhuriyetin pozitif formu olarak ilan eder. (Marx, 1974:209)
Özgürlükçü, demokratik Cumhuriyet hedefini, sosyal bir Türkiye ve Avrupa hedefiyle eşanlı taçlandırmayı önüne koyan Türkiye sosyalist hareketinin politikalarını ortaya koyuş takvimine dikkatle bakıldığında, belli ki kendi dışındaki siyasal hareketler üzerinde de bir etki yarattığı görülecektir. O yüzden TBMM’nin “Terör” oturumunda “Aman ‘Demokratik Cumhuriyet’ ifadesini kullanmayalım, terör örgütü kullanıyor.” diye CHP adına konuşan Kemal Anadol, merak buyurmasın, daha önceden kullananlar bulunuyordu. Sırf bu yüzden otoriter cumhuriyeti savunmak zorunda kalırlarsa sosyal demokratlarımız, çok üzülürüz doğrusu. Bir bilgi eksikliğinin, koskocaman bir partiyi faşizan bir eğilime sokmanın sorumluluğu bizde kalmasın diye hatırlatayım dedim.

Tekrar konumuza dönecek olursak, paylaştırıcı adalet ilkelerinin bugün öncelikle dünya geneline uygulanması, oradan ulus devletlere uzanması (Beitz, 1999:176) talebi makul görülebilir, tabii ki eşanlı bir mücadele perspektifiyle.

Bilindiği üzere ulusal devlet, kapitalist ilişkilerin en elverişli, en avantajlı ve normal sahası olarak, bu temel üzerinde kurulmaktadır (Troçki, 1999:40). Milli devlet, kapitalist devlettir. Zaten bugün de sorun milli devlet sorunu değil, devlet hukuka, demokrasiye, halkın iradesine tabi olacak mı, olmayacak mı sorunudur.

Daha da ötesi kamusal alanın da küreselleşmesiyle, insan-merkezli, emek-merkezli bir aşağıdan ve alternatif küreselleşme hedefiyle küreselleşme sürecinin yeniden yapılandırılması hedefidir önümüzdeki temel sorun. Denetimsiz bir neoliberal ‘globalleşme’ karşısında, ekonomi düzeyini de içeren, ‘küresel’ bir demokrasi tasavvuruna ihtiyaç vardır, ama bunun öznesi henüz küresel ölçekte ortalıkta gözükmemektedir.

Bu çerçevede AB süreci de hedef değil, bir anlamda mücadele süreci ve alanı olmaktadır. Avrupanın Berlin duvarıyla çevrilmesine karşı çıkmak gerekir. Schengen’den yana bir Avrupa solu düşünülemez. Avrupa Parlamentosu’nda aslında Türkiye insanının siyaset yapma hakkının sorgunladığını gördük. Schengen solunun enternasyonalist bir muhtevadan çok, ülkemizdeki “Kurtlu elma” koalisyonunun fikir dünyasıyla bir yakınlığı olabilir.
Dünyada 80’li yıllara gelindiğinde Gorbaçov’un “Ortak Avrupa Evi” projesinin de o dönem kendi halefini bulamadığı görülmüştü (Story, 1993:111). Üstelik bu proje varolan yapılar arasında bir barış ortamını öngörmekle yetiniyordu.

Statükodan lekelenme korkusuyla, herhangi bir kısmi ilerleme peşinde koşmayı reddetmek, her zaman için siyasi sekterlik ve dogmatizmin başlıca işaretlerinden biri olmuştur (Callinicos, 2004:147) değerlendirmesi özellikle uluslararası ilişkiler alanında geçerlidir. Bir an için Sovyetlerin devrim sonrası yaptığı barış görüşmelerinin sonucuna itiraz eden sol sekter tutumları hatırlamak yeterlidir. O dönem Lenin ve Troçki’nin muhaliflerinin, bugün Türkiye’de hâlâ ne denli kötü taklitlerine dönüşerek baki kaldığını düşünmek bile  yalnızca siyasi cehaletle mücadele yönünde acil bir kampanya başlatılması için yeterli nedendir.

Reel AB’yi emeğin küreselleşmesinin bir parçası olarak dönüştürme hedefinin tarihsel kökleri vardır. Bu çerçevede,  emeğin serbest dolaşım hakkından yana olup, AB’ye kategorik olarak karşı olmanın bir anlamı bulunmadığı gibi, ortaya lise müfredatından zorunlu mantık derslerinin kaldırılmasından kaynaklanan mantıksal sorunlar da çıkmaktadır.
Postuluscu bir Avrupa kültürünü yaratmak kolay değildir. Tatil kamplarında bile çeşitli ülkelerden gelen turistlerin, amaç hoşca vakit geçirmek olduğu halde, birbirine tahammül edememesi gibi bir sosyal gerçekliği de vardır konunun. Üstelik bir de Avrupa ulusçuluğu, politik topluluğu tanımlayan bir sıfat olabilmektedir (Wilmsen, 1996:177).

Henüz Avrupa ırkçılığı denilen yaklaşım biçiminin başat olma belirtileri gözükmemektedir. Zaten AB tartışmalarında esas sorun bazı ihtimalleri, zaten vuku bulmuş gibi ele almak kolaycılığı olmaktadır. AB emperyalizmi gibi yaklaşımlar, mümkün olan ile varolanı karıştırdığında –mümkün geçekçi olsa da– her gördüğüne “Kurt geliyor” diyen yalancı çoban misali, siyasi inandırıcılık sorunları yaşanabiliyor. Farklı emperyalist güçlerin kendi aralarında ittifak oluşturabilecekleri tezi Karl Kautsky’nindir (Aguiton, 2005:92). AB emperyalizmi üstbaşlığında, sönümlenen emperyalizmlerin bir ultra-emperyalizmde ortaya çıktığı yaklaşımı bugün olan biteni anlamamızda kolaylaştırıcı olmamaktadır.

Emperyalizm tanım gereği bir devletin varlığını varsayar. Devletsiz emperyalizm, kanatsız kuş gibidir. Emperyalizmin temel özelliği olan sermaye ihracı bir “ulus devlet”i varsaydığına göre, AB’de bu iddia halen rüşeym halindedir.

De Gaulle, Avrupanın sınırlarını Ural’lara kadar uzattığı için tek başına Anadolu Avrupanın bir parçası olmuyor. Avrupanın kökü Bizans ve Anadoludur. Gerçi öğrencilerime üç Bizans kralını sayın dediğimde, I. Constantine, II. Constantine ve III. Constantine’den başkasını söyleyemeseler de, Bizans, yediğimiz içtiğimizden, dinlediğimiz müziğe, hatta hilal gibi simgelere değin yoğrulduğumuz kültürün önemli bir parçasıdır. Antik Yunanla ilişkimizde –mantık bahsinde söylendiği gibi– zayıflıklar olsa da, bu coğrafyadır ana membaı.

Avrupa kimliği tamamlanmış bir kimlik değil. “Nasıl bir Avrupa?” ya da “Hangi Avrupa? ” arayışı, tarihin nasıl okunduğuyla da ilgili bir durumdur. Hem geleceğe yönelik hem de geçmişle ilgili yekpare bir Avrupa varsayımının doğru olmadığını artık herkes anladı.
Elimizdeki eskizi, güzel bir tabloya dönüştürmek gerekiyor. Siyasi ütopyalarımızın, siyasi fantaziye dönüşmemesinde fayda bulunuyor, ama sol adına Ortadoğu diktatörlüklerini savunanlara bakıldığında, ayaklarımızın yere bastığı söylenebilir. Yerçekimi denen şey siyasette de geçerliyse, zaten ayağı yere basan öneriler üzerinden ilerlemek gerekir.
200 Avrupalı aydınla birlikte “Anayasaya Hayır” metnine imza atmamız, AB Anayasası tartışmasını dışsal bir mesele gibi algılayıp ilgisiz kalmaya karşı da anlamlı bir tutum oldu. Aslında İngiltere gibi Anayasasız bir Avrupa demek de mümkün, ama neoliberalizmin AB’nin de değişmezi olduğu bir Avrupayı kabul etmek mümkün değil.

Habermas ve Derrida bağımsız bir Avrupa dış politikası belirlemesine yönelik ortak bir çağrı yapmıştı (Ali, 2003:260). Fakat görünen o ki, yakın dönemde ABD politikalarına karşı AB’nin ortak bir politika geliştirmesi kolay olmadığı gibi, ABD ile AB’yi birbirinden ‘ırak’ steril iki blok olarak da görmenin sorunlu olduğu ortadır ve Ortadoğu boyutunda bu çok açık bir şekilde ifşa olmuştur. AB uzun süre Miloseviç’in uygulamalarını bir ülkenin iç sorunu gibi gördü (Wainwright, 1995:21) ve bırakınız Ortadoğu ve Kafkasları, Balkanlara ilişkin de uzun bir dönem ortak politika geliştirilmedi. Ruanda’daki Hutuların Tutsulara yönelik yüzyılın “Soy-suz-kırım”ındaki sorumluluğu artık filmlere de konu olmuş bulunuyor.

Türkiye’nin AB’ye girişi sürecinde de asıl “Havetçi”nin bizatihi AB’nin kendisi olduğu görüldü.

Batı kapitalizminin Avrupa bütünleşmesi konusunda adım atması, Kuzey Amerika’da serbest ticaret yönünde gelişmeler sermaye ve emek arasındaki sınıf mücadelesinin de koşullarını oluşturmaktadır (Wood, 1995:292). Bu koşulları nasıl değerlendireceğimiz de bizim politik basiretimize bağlıdır. Avrupa soluyla buluşup karşı bir hegemonya yaratmaya çalışmak önem taşıyor. AB mücadelesini politik bir imkan olarak görenlerle, politik bir imkansızlık olarak görenlerin mücadelesi arasında geçiyor. Birleşik Kıbrıs olmadı diye sevinenlerle, birleşik bir Avrupa olmuyor diye sevinenlerin aynı kesim olması sanırım rastlantı değildir.

“Nasıl bir Avrupa istediğini söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim” sorusu yerindedir. Bu soruya yanıtları olmayanların zaten siyasette de karşılıkları bulunmamaktadır. AB’nin geleceği konusunda sol etkin tutum almalıdır. “Avrupayla bütünleşelim mi?” sorusundan çok “Nasıl bütünleşelim?” sorusu artık önplana çıkmıştır.

Neoliberal Avrupa projesinin karşısına somut alternatifle çıkmak önem kazanıyor. Belçika’da grevdeki Renault-Vilvorde işçileriyle dayanışma amacıyla tüm Avrupa çapında gerçekleştirilen yürüyüş ve kampanyalar özel önem taşıyor. “Ortak Avrupa Kamusal Alanı” projesinden (Aguiton, 2005:260) İrlanda işsizler hareketine ve dahası yaşama/ikamet hakkı talepleriyle yola çıkan evsizler hareketine kadar bir zenginlik söz konusudur.

16 Mart 2002’de Barselona’da gerçekleştirilen AB zirvesinde “Sermaye ve Savaş Avrupasına Karşı” gerçekleştirilen gösteriler de önemli bir çıkış noktasını oluşturmuştur. (Callinicos, 2004:19). “İşsizliğe Karşı Avrupa Yürüyüşü,” “ Kâğıtsızlar Hareketi” gibi toplumsal hareketlerin (Aguiton, 2005:140) gelişmesi de farklı bir Avrupa mümkündür diyenlerin yüzünü güldürüyor.

Madem karşımızda homojen bir AB yok, bu tamamlanmamış bir proje, nasıl Türkiye ve Avrupanın tepesindekiler yanyana geliyorsa, bu durum aşağıdakiler için de geçerli olmalıdır. Avrupa sermayesi ile Türkiye sermayesi birleşiyorken, emek cephesinde ayrılığı savunmak geçerli olamaz. Nitekim Avrupadaki anti-kapitalist partilerinin sosyal bir yurttaşlıktan kolektif haklara değin Avrupa kamusal alanını savunan “Sosyal Bir Avrupa İçin Manifesto”suna da anlamlı hiç bir itiraz gelmemesi manidardır.

Emek hareketinin görevleri ulus devlet sınırlarına hapsedilemez. AB tartışmalarında “Önce Vatan” tezinin içinin doldurulamadığı görüldü. Faşist Alman Ulusal Partisi’nin AB’ye karşı geliştirdiği argümanların solda bir karşılığı olmamalıdır.

Alternatif olarak ileri sürülen Avrasya projesinin altında da Sultan Galiyevciliğin bir karikatürü yatmaktadır, ama bu da bir ABD projesidir artık. Bu arada bugün Avrasya seçeneğinden ve emperyalizmden bahsedenlerin Rus emperyalizmine hiç değinmemeleri ilginçtir. Bu bir tür Üç Dünya Teorisinin ve Üçüncü Dünyacılığın yeniden hortlatılması anlamına gelmektedir. Dünya Ticaret Örgütü’ne girip, Bank of China hisselerini ABD bankalarına satan ve serbest ticaret bölgelerinde insanlıkdışı düşük ücret politikasıyla yabancı sermayeye cazip gözükmeye çalışan Çin’den medet uman siyasi acentalara uzun uzadıya değinmeye gerek yok.

“Batı Dünyası’ndaki alt katmanların durumunun gerçekten AB yüzünden mi kötüye gittiği, AB olmasaydı, durumun daha iyi mi olacağının yanıtı kuşkuludur” (Wallerstein, 2004:22) diyen Wallerstein’ın yaklaşımını ampirik olarak test etmek kolay değildir, ama değişik sektörler ve parametreler üzerinden Portekiz, Yunanistan, İspanya ve Türkiye karşılaştırılabilir.
Patronların Avrupasına karşı, sosyal bir Avrupayı bizzat Avrupada savunanlara eleştirel mi davranacağız, yoksa onlarla enternasyonalist bir ilişki mi geliştireceğiz sorusunun yanıtı aslında Avrupa Sol Partisi (ASP) gibi girişimlerle verildi.

Mesela tıpkt emeğin serbest dolaşımı gibi, 35 saatlik iş haftası için mücadele, barış için mücadele ve benzeri ortak talepler çerçevesinde mesai verilebileceği ortaya çıktı.
Emeğin Avrupasını emeğin küreselleşmesinin bir parçası olarak algılamak gerekiyor. Avrokratların değil, yurttaşın Avrupası için adım atmak önemli. Avrupa Parlamentosu’na, ulusal kimliğinizle değil, siyasi tercihinizle katılıyorsunuz. Dolayısıyla doğru soru, “Türkiye katılmalı mı?” değil, kendi siyasal tercihimiz Avrupa parlamentosuna dahil olmalı mı şeklinde olmalıdır. Siyaset yapma hakkı gibi bir temel hakkın oylandığı bir sırada, bu temel hak konusunda bitaraf kalan (aralarında dotlarımızın da bulunduğu) bir sol kabul edilemez. Avrupa Parlamentosu’nda seçimlerde oy kullanma oranının da %47’lerde olması, siyasi ilginin düzeyini zaten gösteriyor.

İçinde olmadığımız bir şeyi değiştirebilmemiz mümkün değil. Avrupadaki mücadelenin bunu gerçekleştirebileceğine inanıyorsak, nihilist ve teslimiyetçi yaklaşımlara prim vermemeliyiz.
Pasaportsuz, vizesiz, sınırsız bir dünya arayışının bir parçası olarak konuyu ele almak yeterli.

Solun düşünsel gerilemesinin bu tartışmalara hemen yansıdığı görülüyor. Bu süreç solu büyütür mü küçültür mü diye bakıldığında mücadele imkanlarının boyutlarının genişlediği yeni kürsüler açıldığı ortadadır. Havuzdan çıkıp okyanusta yüzmenin getirdiği psişik tedirginliklerini, politik tercihler gibi algılamamamak lazımdır.

Euroseptik (Avrupa-şüpheci) tutum ile euromaniac (Avrupa-manyağı) tutum arasında herhalde sıkışıp kalmamak gerekiyor.

Memleketimizde tartışılan temaları tek tek ele almak kolay değil, ama tek bir örnekten gidecek olursak, cevap verelim bakalım denizlerimizdeki balığın kökünü kim kuruttu? AB’mi? Emperyalizm mi? Yoksa biz mi? Bir balıkçı köyünde yaşayan ben bu sorunun yanıtını yaşayarak biliyorum.

Tirolcülük ve dinamitle balık avlama yerine, balık ağının açıklığına standart getirilmesinde ne mahsur var bilemiyorum. Üstelik siyasetin tirolcülerin ve dinamitçilerinin korkusu da bu serbestiyet ortamının kurala bağlanması. Kuralı beğenmiyorsanız değiştirirsiniz, ama bu kuralsızlıktan ve keyfilikten iyidir.

Siyaseten bütün kazanımlara sahip çıkan, ama bunlarla da yetinmeyen bir siyasi tercihle, neoliberal politikaların yapacağı tahribata karşı Avrupadaki muhalif hareketlerle ortak bir politik hat geliştirmek pekâlâ mümkün. İşte tarım alanında çiftçi sendikaları bunun güzel örneklerini veriyor.

İncirlik’le ilgili gizli kararnameye dair bilgilenme hakkı nasıl bir yurttaş hakkıysa ve toplumsal muhalefet bu yönde bir politika geliştiriyorsa, AB müktesebatının içselleştirilmesi görüşmelerinin toplumunun gıyabında yapılmamaması ve buna karşılık toplumsal muhalefetin bu zeminde mücadeleye müdahil olmasının hayati bir önemi vardır.
İstanbul’a ve diğer büyük illere savaşdan dolayı gelen göçün işsizlik ve yoksulluk gibi etkileri on yıl sonra, şimdilerde ortaya çıkıyor. Yakın dönemde yaşadığımız ırkçı, şoven travmaların da artması karşısında çokkimlikli, çokkültürlü, emek eksenli bir politik pozisyon her türlü yenilik arayışının da aktüel siyasal izdüşümünü oluşturuyor.

___________

Kaynakça:

Aguiton, Chrishophe (2005), Bu Dünya Bizim, Başka bir Küreselleşmenin Aktörleri, çev. U. Konuş-B. Onar, İthaki Yayınları.
Ali, Tarık (2003), Bush Bağdat’ta, Irak’ın Yeniden Sömürgeleştirmesi, çev. O. Akınhay, Agora Kitaplığı.
Callinicos, Alex (2004), Anti-kapitalist Manifesto, çev. D. Kömürcü, Literatür Yayınları.
Beitz, C. R. (1999), Political Theory and International Relations, Princeton University Press.
Marx, Karl (1974), The First International and After, cilt 3, Penguin Books.
Marx, Karl (1978), The Revolutions of 1848, Penguin Books.
Simon, Saint (1975), Selected Writings on Science, Industry and Social Organization, Croom Helm.
Story, Jonathan (1993), The New Europe, Politics, Government and Economy since 1945, Blackwell.
Troçki, Lev (1999), Ekim Devrimi, Sovyetlerin Zaferi, Rus Devriminin Tarihi 3, çev. B. Tanatar, Yazın Yayıncılık.
Wainwright, Hilary (1995), Yeni Bir Sol Üzerine Tartışmalar, Serbest Piyasacı Sağa Cevaplar, çev. A. Çakıroğlu, Ayrıntı Yayınları.
Wallerstein, Imanuel (2004), Güncel Yorumlar, çev. V. Atlı, Aram Yayınları.
Wilmsen, Edwin (1996), The Politics of Difference, The University of Chicago Press.
Wood, Ellen Meiksins (1995), Democracy Against Capitalism, Cambridge University Press.

1583860cookie-checkAvrupa Açılımları

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.