Baba kokusu

Farklı kültürlerden, farklı alışkanlıklarla yaşamış kadınlar, anne olunca bir noktada birleşir, benzer davranışlar gösterirler. O yüzden, kendi annelerimizin “hep aynı model”liğiyle eğleniriz. Gerçi, ebeveynlik, öğrenilen bir süreç olarak önemli farklılıklar da gösterir, ama temelde bazı genellemelere varmak bu anlayışa göre zor değildir.


Yine aynı türden bir anlayışa göre, evladın anneye yaklaşımı, babaya yaklaşımından farklıdır. Anne her ne olursa olsun bizi sevendir. Kaybetme korkusu duymadığımız, her koşulda yanımızda kalacağından emin olduğumuz bir varlıktır. Oysa baba, kendimizi sevdirmek zorunda hissettiğimiz, kabul görmeme riski ile korkuyla yaklaştığımız, anneye göre daha çok saygı duyduğumuz bir varlıktır. Baba figürü, genellikle gücü, güveni temsil eder. Çocukken yaptığımız “benim babam senin babanı döver” yarıştırması, kimilerimiz için  bir ömür sürer. Babalarımız yaşlansa bile güçlüdür.  Başımız belaya girdiğinde en son bilmesini isteyeceğimiz kişilerdir onlar.  Aynı zamanda hayal kahramanları kadar kurtarıcı bir güce de sahiplerdir. Normal şartlarda annelerin gideceğinden hiç korkulmaz, ama baba, yanımızda kalsın diye dua ettiğimiz ve yolunu beklediğimizdir. O hep dışarıdadır, hep yoktur, hep yolu gözlenen ve bazen hiç gelmeyendir. Beraber maç yapılacak günler, tatillere, pikniklere, balık tutmaya gidilecek günler, sinemaya, tiyatroya gidilecek günler hiç gelmez çoğu zaman. Tüm okul müsamerelerinde anne hep yanımızdadır, bu yüzden bu çok heyecan vermez, ama baba, orada olacağına söz verir ama hep unutur. Babaların hep işi çıkar, o müsamere kaçar, bir daha o kıyafet hiç giyilemeyecektir. Ama bir daha ki sefer kaçırılmayacağına dair söz verilir.


Babalar günü değil, peki nereden icap etti de babalar üzerine düşündüm. Anlatayım…


Felsefe grubu öğretmenleri, uzun yıllardır, felsefe dersinin lise son sınıftan önce verilmesi, hatta ilkokul çocuklarına, ısınmaları için benzeri bir ders konulması gereğine değinip durdular. 2006-2007 Eğitim Öğretim yılında her iki konuda da gelişmeler oldu. Milli Eğitim Bakanlığı 6. sınıf öğrencilerine “Düşünme Eğitimi” adlı bir ders ekledi. Aynı zamanda liseleri 4 yıla çıkaran karardan sonra, felsefenin lise 3 sınıflarında okutulmasını sağlayarak, öğrencileri ve öğretmenleri ÖSS telaşından bir nebze de olsa kurtarmış oldu. Bütün bu gelişmelerin, heyecanlandırdığı kadar, endişelendiren yönleri de olmadı değil. Bunlar başka bir yazı konusu olabilir, ama benim burada asıl anlatmak istediğim yukarıda başladığım konuyla, yani bana babaları düşündüren anımla ilgili.


Biliyorsunuz, okullar açıldı, öğrencilerle tanışma haftasını geride bıraktık. Bağlı bulunduğum kurumun ilkokulunun 6. sınıflarından oluşan, beş şubedeki öğrencilerimle büyük bir sevinçle tanıştım. Geçen yıl bir dönemlik pilot uygulamada o yaş grubuyla çalışmayı öğrenmiş ve çok sevmiştim. İnsan, gençlerden çocukların seviyesine inince önceleri  bocalıyor. Ne deyip ne dememesi gerektiğini bilemiyor, neyi anlayıp nereyi kaçırdıklarını yakalayamıyor başlangıçta. Biraz dili değiştirmek gerekiyor. Onların anladıkları dili hatırlamak ve derslerde faydalanmak için, geçen yıl bol bol çocuk kitapları okumaya, sınıflara sevdiğim öykülerden seçmelerle gitmeye başladım. Hatta “Küçük Prens”i yeniden okuyup daha iyi anladığımı farkettim. (bence büyüklerin kesinlikle okuması gereken bir kitap) Bu çocuklar, meraklı, taptaze, henüz bozulmamış, heyecanları ve tepkileri ile doğal, pırıl pırıl çocuklar. Daha on bir yaşında olmalarına rağmen yanlış davranış kalıplarıyla nasıl bozulabileceklerinin izleri okunuyor hallerinde. İnsan, onları kurtarabilecekken nasıl harcadığımıza tanık olunca üzülmeden edemiyor. Bazen biri evde gördüğü gibi, diğerini ezmeye çalışıyor, diğeri öğretildiği gibi içine kapanıp siniyor, biri çevresi tarafından alkışlanırken aslında değersizleştirilmeye alışıyor vs. vs. Ama henüz yaşlar, eğilip bükülebilirler, o da artık bahtlarındaki şartlar ne  ise.


Tüm şubelerde ilk dersi tanışmaya ayırıp, çocukların kendilerini anlatmalarını istedim. Anlatmaya hevesli olanlar söz alarak konuşmaya başladı.  Kimi ölen balığını anlattı, kimi tatilde okuduğu kitabı, kimi büyünce gemici olmak istediğini, kimi en sevdiği yemeğin mantı olduğunu. Ara sıra sorduğum sorularla heyecanla anlatışlarını desteklemek istedim. Sonra sıra  su gibi bir kız çocuğuna geldiğinde, gayri ihtiyari “hayatta en korktuğun şey nedir?” deyiverdim.


Boncuk boncuk bakışları ile,


“Ben en çok yalnızlıktan korkuyorum öğretmenim” deyip, soluk almadan konuşmaya devam etti. “Ama yalnızlık, öyle bir odada kapalı kalmışsınız da, oda karanlıkmış ve siz o yüzden korkmuşsunuz gibi değil” diyerek, belki bilmediğimi düşünerek, yalnızlığı tanımlamaya çalıştı bana. “Yalnızlık o odada konuştuğunuzda sizi duyacak kimsenin olmamasıdır, kimseyle konuşamamaktır. İşte ben bundan korkuyorum öğretmenim” dedi. Bu korkusunu ilk ne zaman keşfettiğini sorduğumda aldığım yanıtla ürperdim.
“Babam gittiğinde”
Bu kız çocuğu, kendisini tanıtırken söze “benim hayattaki en sevdiğim kişi  babamdır. Onsuz bir hayatı düşünemiyorum. Onunla o kadar mutlu oluyorum ki. Hep yanımda kalsın istiyorum” diyen ilk aşk acısı ile karşılaşmış biri. Freudyen ilk aşk acısından sonra, tüm aşklarında babasını arayacak olan, güveni ve gücü hissettirecek aşkı bekleyen, ama hep aynı şekilde terk edilmekten korkarak yaşayacak olan tüm kızların travmaları gibi. Onun ilk aşkı olan babası, bir çok çocuğunki gibi, özlenen, beklenen ama gelmeyen ya da dar zamanlarda gelip, sonunda hep gitmesi gereken biri olmuş. Ve tüm aşk kayıplarında olduğu gibi, babanın gidişiyle, yeteri kadar sevilmediğini düşünmek, sevilmeyi hak etmek için  ne yapmak  gerektiğini bulmaya çalışmak olmuş hayatının ilk yükü. Babanın gidişinden belki de kendisini suçlayan çocuk, zaman zaman anneye yöneltmiş öfkesini.


Tenefüs zili çaldığında, bütün bu düşüncelerle sınıftan çıktım. Benle beraber lise koridorlarına kadar yürüyen minik birkaç öğrencimden kirpiğimin ucundaki kristali saklamaya çalıştım. “Bir daha ne zaman geleceksiniz?” diyenler, hangi hayvanı daha çok sevdiğini söylemeyi unuttu diye arkamdan seslenenler, ödev olup olmadığını soranlara gülümseyerek yürürken, ben kendi babamı düşünmeye başlamıştım.


Onunla pazar günleri aynı koltuğa uzanıp kovboy filmleri izlemeyi, bir sırrı paylaşır gibi geceleri kalkıp gizlice yumurta kırıp yemeyi, cami avlularındaki güvercinleri beslemeyi, balık pazarına gitmeyi, uzun yolculuklarda o araba kullanırken onun yanında uyumayı, o elimi tuttuğunda karanlıktan korkmadığımı keşfetmeyi hayatımda hiçbir mutlulukla değişemeyeceğimi hatırladım.


Bir de gittiği zaman pijamalarını koklayarak nasıl sessiz sessiz ağladığımı.


Keşke çocuklar hem anneleri, hem babaları ile büyüyebilseler…Keşke bir çocuk yalnızlığı  onbir yaşında babasının gidişi ile öğrenmek zorunda kalmasa…


Keşke babalarımız hep hayalimizdeki hayal kahramanları gibi hep en doğru, en güçlü, en iyi devler olarak kalsa.

703060cookie-checkBaba kokusu

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.