Babam, ben ve çocuğum

Babamın Avusturya’ya geldiği zaman ben ilkokulun ikinci sınıfındaydım. Yani sekiz yaşında olmam gerekiyor. Gerekir diyorum, zira ben de doğum günü kesin olarak bilinmeyenlerdenim. Babamın bizden ayrılışını ve beni köyümde oyundan alıp da kucaklayışını çok iyi hatırlıyorum. Aslında ayrılığın ne olduğunu anlamadığımdan mı, yoksa oynadığım oyunun bozulmasından mı bilmiyorum, bu kucaklaşma pek hoşuma gitmemişti. Belki de bizim evde o güne kadar hep ayrılık yaşandığından alışmıştım babasızlığa. Yılın dört mevsimi zaten evde olmazdı. Sonbaharda evin işleri bitince Çukurova’ya gider İlkbahar’da gelirdi.

İlkbahar bizde çift ve çubuğa hazırlığın mevsimidir. Yazın ise, ot biçildikten sonar arpa, yulaf ve buğday biçimi ve onun harmanı ve harmanın kaldırılması derken sonbahar gelirdi. Onun için de babamın çocuklarıyla yoğun bir ilişkisi olmadı.

Biz dört kardeşi annem ile köyde bırakarak, Avusturya’ya gitmişti, uzun yıllar gelmedi. İlk gittiği sırada aylarca haber de alamamıştık. Çağ cep telefonu çağı değildi. Mektup yazılırdı, mektubun adresinde de “Mahmut Bakkal eliyle……” yazılıydı. Mektuplar zarfın üstüne yazılı kasabadaki bakkal veya mağazanın bir köşesine bırakılır, köyden gidenler olursa, orada yığılı mektupların arasından kendi köylülerine gelmiş mektupları seçer, alır ve köye getirirdi. Ondan sonrada mektupla duygu yumağı yaşanırdı. Radyo ve televizyon gibi araçların olmamasından kışın o uzun ve soğuk gecelerinde babamızın mektubuyla ısınırdık.

Ne güzeldi. Mektuplarımız ne olduğunu pek de o zamanlar anlamadığım hep “deruni dilden canı gönülden” sevgi sözcükleri ile tespih tanesi gibi birbiri ardına düzülürdü. O güzelim sözcükleri ezberlemiştim zaten.

Babam Avusturya’da iyi kötü başının çaresine baktıktan sonra her kış “izine” gelirdi. İlkokul, ortaokul ve lise yıllarımda ve hatta üniversite yıllarımda babam bize Avusturya’daki zorluklarla nasıl veya kimlerin yardımıyla ayakta kaldığını ve o sorunların altından nasıl kalktığını anlatır dururdu. Babamın öykü gibi anlattığı bu anıları bana okul öğrenimimin dışında iş hayatımda etkilendiğim ve çalışma ahlakımı belirleyen eğitim görevi de yaptı.

Yıllar geçmiş üniversite bitmiş, ana ocağını terk etmiş, baba ocağına gelmiştim. Ana ocağı benim için Türkiye, baba ocağı ise Avusturya olmuştu. Zira her iki ülke de gelişimimde aynı oranda olmasalar bile etken olmuşlardı. Birisinde kazanılan para ile öbür ülkede yaşamımı sürdürdüm.

Üniversite bittikten sonra Ankara’da bir iki işe alınma sınavlarına girmiş ve olumlu bir sonuç olmayacağı hissini edinmiştim. Türkiye’de kalmayı ve bir öğretmen olarak çalışmayı ne kadar da çok istiyordum. O yıllarda anne ve babadan veya herhangi bir dosttan gelecek bir desteğiniz yoksa, kolsuz kanatsız kalınırdı. Ben öyleydim.

Bir gün okul arkadaşım Bayram Ali’nin evinde otururken Fransa’ya arabayla gidecek bir arkadaşından haberdar olduk, apar topar onu bulduk. Beni de Avusturya’ya kadar götürür mü diye sorumuza olumlu cevap verdi. Aynı günde annem, kardeşim ve kız arkadaşımla vedalaştıktan sonra yola koyulduk. Ah ne vedalaşmaydı o öyle, kaçış gibi bir şeydi. Edirne’ye kadar onunla geldik, Kapıkule’de bize söylediği bir söz o kişinin pek de güvenilir biri olmadığın anlayınca, arabada bulunan başka ikinci yolcuyla indik arabadan. Yaz günü gün doğumuna kadar bekleyip, İstanbul’a geldik. Orada şimdi iki çocuğumun annesi ve eşim olan arkadaşıma gittim. Geri dönmeme o çok sevindi tabii.

İstanbul’da beklerken Viyana’dan bir arkadaşımdan uçak bileti istedim, para yok pul yoktu. Ah o arkadaş, daha doğrusu ağabey gibi dost herkese nasip olmalı. Bilet gönderdi bir iki gün sonra Viyana’ya hareket ettim. Uzun lafın kısası çeşitli işlerden sonra Mayıs 1987‘de Viyana İşçi Odası’nda işbaşı yaptım. O gündür bugündür çalışmaktayım. Bu yıllarda çalışmış olduğum işte çok onurlandırıldığım anlar oldu. Tek tek anlatmaya gerek yok.

Yalnız birisi benim için ömrümün en güzel hediyesiydi. Onu kesinlikle paylaşmak istiyorum. Zira bu anım babamın anlatmış olduğu anılarının bana vermiş olduğu çalışma ahlakının onayıydı, tespitiydi. Elli yaşlarının üstünde bir Türk gelmişti. Son ücret bordrosunu kontrol etmemi rica etti. Kontrolümü yaptım, ödenmesi gereken her hak doğru ödenmişti. Bunu kendisine ilettim. Teşekkür etti ve “size özellikle yardımınız için binlerce kez teşekkür etmek istiyorum” dedi. Yardımımın ne olduğunu sorduğumda başladı anlatmaya. İş ilişkisinin bitmiş olduğu işletmede bir on yıldan fazla çalışmıştı. “Bu firmaya girmeme siz sebep oldunuz” dedi. Bu işten önce de uzun yıllar Avusturya’da çalışmış ve Türkiye’ye geri dönmüş. Türkiye’de belli bir süre kaldıktan sonra, işlerinin iyi gitmemesinden Avusturya’ya yeniden gelmiş. İş ve İşçi Bulma Kurumu’na (AMS) gitmiş hiç bir hakkınız yok, gidin demişler. İşte o zaman ne yapabilirim sorusuna cevap bulmak için bana gelmiş. Kendisine o zamanlar yasadaki var olan açıklardan birisinden yararlanabileceğini anlattıktan sonra, eline verdiğim bir yazıyla tekrar AMS’e gitmesini söylemişim. Bu gidişinde git dememişler ve işsizlik başvurusunu almışlar içeri, daha kendisine vermiş olduğum yazıdan dolayı işsizlik ödemesi yapılmış. İşsizlik parası alan birisi olarak bulmuş olduğu firmaya çalışma izni verilmiş ve orada bir on yıl çalışmış. “Çalıştım ve kazancımla Türkiye’de çocuklarımın hepsini okuttum, üniversiteyi bitirdiler, şimdi işten ayrılmamın bir sakıncası kalmadı artık. Sayenizde okulu bitirdi benim çocuklar” dedi. Bundan daha güzel söz, bundan daha güzel hediye olur mu hiç!

Karşımdaki kişiyi babamın yerine, kendimi ise onun çocuklarının yerine koydum. Babam da anlatmış olduğu insanların sayesinde ayakta kalarak beni okutmuştu. İşe ilk başladığım günden bu yana, hep bu duyguyla çalıştım, gelen kişiyi babamın yerine, onun çocuğunu ise kendi yerime koydum ve ayırım gözetmeksizin çalıştım.

Şimdi ise çocuklarımız büyüyorlar, umarım güzel okullarda okullar. Başarılı, güzel, iyi sağlıklı ve topluma faydalı insanlar olurlar. Ancak çocuklarımız bir eksikle büyüyorlar. Sosyal ve insanı duyguyu istediğimiz oranda veremiyoruz kendilerine. Bizim anne ve babalarımızdan, çevremizden aldığımız toplumsal olma kültürünü aktaramıyoruz. Daha fazla para kazanılacak iş nedir diye soruyorlar. Okullarını bitirdikten sonra ekonomist olsalar, zengini daha zengin yapan para piyasasına hizmet edecekler. Avukat çıksalar zenginlerin haksızlıklarının üstünü yasalarla nasıl kapatacakları konusunda çalışacaklar. Doktor olsalar muayenehaneler ve özel hastanelerde para için çalışacaklar. Mühendis olsalar, zenginlerin daha fazla para kazandığı inşaat alanında istihdam edilecekler. Zira oralarda para var, oralarda iş var ve oralarda çalışmak isteyecekler. Çocuklar elimizde olmayan nedenlerden dolayı maddiyatın önemli olduğu kültürüyle büyüyorlar ve büyüdüler.

Yoksul insana hizmet, onların dertlerine çare bulmak kültürünü maalesef veremedik. Zira bizim yaşadığımızı yaşamadılar. Bu eksikliği nasıl tamamlarız, bilmiyorum.

1597970cookie-checkBabam, ben ve çocuğum

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.