Balık tutanlar ve sahilleri paylaşmak

Son yıllarda Büyükşehir Belediyesi’nin devleti de arkasına alarak İstanbul’da giriştiği bazı devasa yatırım projeleri karşısında giderek yükselen itiraz ve eleştirilere tanık oluyoruz. Bunların büyük çoğunluğuna yürekten katılmamak, üstelik daha da fazlasını ve detaylısını görmeyi arzulamamak mümkün değil. Ancak aceleci ve toptancı bir genelleme dürtüsünün bu eleştirileri bazen anlamsız mecralara sürüklediğini fark etmemek de zor.

Sözgelimi, TOKİ estetiğiyle ve tepeden inme şekilde devlet ve belediyece gerçekleştirilen bazı “dönüşüm” ve “soylulaştırma” projelerine haklı olarak şiddetle karşı çıkarken, bir kamu otoritesi olarak belediyenin almak zorunda kaldığı en sıradan önlemleri bile halk düşmanı rant projelerinin sinsi fasılları olarak algılamak ve böylece birbirinden çok farklı tasarrufları aynı çuvala koymak da, bu genelleme dürtüsünün sonuçlarından biri olsa gerek.

Bir zaman önce Radikal 2’de, yazarının bu tür bir dürtüyü pek dizginleyemediği anlaşılan bir yazı çıktı (29/07/2012). Cihan Uzunçarşılı Baysal, o yazısında “dönüşüm” ve “soylulaştırma” adı altında İstanbul’un nasıl altüst ve talan edildiğini, kamusal alanların çeşitli hizmet götürme bahaneleriyle nasıl fiilen özelleştirildiğini, kentin hızla üst gelir guruplarının yaşam ve ihtiyaçlarına göre tanzim edildiğini, şehirde yoksulların nefes alacağı alanların nasıl daraldığını ve giderek onların bu alanlardan nasıl sürüldüğünü, kovulduğunu, David Harvey’in gözlem ve içgörülerine gönderme yapmayı da ihmal etmeyerek, pek güzel anlatıyor. Yoksulların—ya da, mutlak anlamda yoksul olmasalar da, şehrin nimetlerinden mahrum kalan “kent yoksunu” denebilecek geniş halk kesimlerinin—etrafındaki çemberin daralmasına son bir dramatik örnek olarak da, İstanbul Belediye Başkanı’nın bir demecine atıfta bulunarak, Boğaz sahillerinin balık tutanlara kapatılmaya çalışılmasına dikkat çekiyor. Ve yazısını, kamuoyunu balık tutanların haklarını korumaya davet eden duygu yüklü bir çağrıyla bitiriyor.

Baysal’ın İstanbul halkını tehdit eden tehlikelere dair uyarıları, elbette önemsenmesi gereken ciddi tespitler içeriyor. Ancak Baysal, balık tutanların haklarını savunurken, aynı sahil yollarında yürüyüş yapanların haklarını her nasılsa unutmuşa benziyor. Ya da belki, önemsemiyor. Kimbilir, belki de balık tutanların yoksul, yürüyüş yapanların ise tuzu kuru kesimlerden geldiğini varsayarak, yoksul oldukları için balık tutanların hak ve ihtiyaçlarını daha bir savunmaya değer görüyor. Eğer öyleyse, bu varsayımın tartışmalı olduğu ortada: bir nefeslik deniz havası için uzak mahallelerden Boğaz sahillerine otobüslerle giden orta halli hatta dar gelirli yürüyüşçüler olduğu gibi, o sahillerde arabalarını sıra sıra dizip trafiğe trafik katan amatör balıkçılar da var. Bunlar Galata köprüsünün mütevazı amatörlerinden hayli farklı bir kategori ve herhalde azınlıktalar, ama varlar. Her halükarda, balık tutmanın bir yoksul—ve genellikle de işsiz—meşgalesi olduğu makul bir varsayım olarak kabul edilse bile, toplumsal ve sınıfsal bağlamından bağımsız olarak, asli bir insan eylemi olan yürümenin, balık tutmaya nazaran daha öncelikli bir ihtiyaç olduğu herhalde tartışma götürmez.

Kuşkusuz, balık tutanlarla yürüyenlerin hak ve ihtiyaçları birbiriyle bağdaştırılamaz şeyler değil. Başkalarının mevcudiyetinin farkında olmak ve haklarına riayet etmek gibi vasıfların yaygın olduğu bir ortamda, sözkonusu hak ve ihtiyaçların bağdaştırılması kolaydır ve zaten kendiliğinden olur. Lakin, malum, bizde yalnız zenginler katmanında değil, fakirler katında da bu tür ortamlara pek rastlanmaz. Bu nedenle de daima bir dış güç, bir polis, bir zabıta, bir kamu otoritesi girer devreye. Bu bağlamda da görmekteyiz ki, iş Büyükşehir Belediyesi’ne kalmış.

Baysal’ın atıfta bulunduğu demecinde, Başkan Topbaş şöyle diyor: “Boğaz kenarında balık tutan amatör balıkçılarla ilgili sıkça şikayet geliyor. Boğaz’da yürüyenleri rahatsız etmeyecek şekilde bir düzenleme yapacağız. Amatör balıkçılar için, balık tutulacak belli yerler ayrılacak. Kimse rahatsız olmayacak”. Baysal, Başkan’ın niyetinden kuşkulu. Ama hiç kuşku duymasın, en azından Başkan’a konuyla ilgili epey şikayet geldiği kesin.

Daha geçen gün emekli bir yakınım Arnavutköy sahilinde yürüyüş yaparken havada uçuşan bir oltanın iğnesi gelip kulağına saplanıverdi. Olta sahibi balıkçı çok mahirmiş, el çabukluğuyla iğneyi yakınımın kulağından pek acıtmaksızın çıkarıverdi. Yakınım, balıkçının mahareti karşısında tepkisiz hatta minnettar kalmak dışında bir çare bulamadı ve olta iğnesiyle gözünün çıkmadığına bin kere şükretmekle yetindi; ancak her kazanın o kadar hasarsız yahut acısız atlatılmayacağını ve türlü tepki ve şikayete yol açacağını tahmin etmek yanlış olmaz.

Başkan Topbaş’ın konuyla ilgili nasıl bir düzenleme düşündüğünü bilmiyorum. Muhtemelen kendi kafasında da halen pek net değildir. Ama bir şekilde, balıkçıların keyfini çok fazla bozmadan, yürüyüşçüleri rahatlatacak bir çözüm bulacağını umuyorum. Bu pekala mümkün. Fakat Baysal, Belediye’nin eninde sonunda balıkçıları Boğaz sahillerinden süreceğinden kuşkulanıyor. Buna hiç ihtimal vermiyorum; Belediye bunu istese de yapamaz—meydan o kadar da boş değil! Fakat şikayetler arttıkça, Belediye’nin kaş göz çıkara çıkara kıyıdan olta atanlara bir noktada çeki düzen vermeye kalkışması kaçınılmazdır. Bunu da doğal karşılamak gerekir, zira bu doğrultudaki müdahaleler, her belediyenin asli işlev ve görevleri arasındadır. Yoksulların ekmek kavgasına en duyarlı bir belediye bile, belirli bir göz yumma marjının ötesinde, sokakları ve kaldırımları işportacılardan geçilmez halde bırakmamak için ister istemez önlem almak, hiç değilse sokaklarla birlikte işportacıları da bir düzene sokmak durumunda kalır.
Doğrusu, amatör kıyı balıkçılarına dönük bir düzenlemenin de özünde bundan pek bir farkı yok.

O bakımdan, mesele basit aslında. Bu durumda, lafı dolandırıp David Harvey’lere ve derin kapitalizm analizlerine kadar uzatmaya bilmem gerek var mı? Bu tür çabaları daha büyük ve gerçek tehditlerin kavramsallaştırılmasına saklamak daha yerinde olsa gerek.

Adnan Ekşigil

641180cookie-checkBalık tutanlar ve sahilleri paylaşmak
Önceki haberAsil Nadir ve Kıbrıs halkı yalanı
Sonraki haberAldatılıyoruz, Tıp Bu Değil!
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.