Barbaros Şansal’la ‘aykırı’ sohbet

Türkiye zorlu günlerden geçiyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra yaşanan süreçte barış adına yeşeren umutlar soldu ve yoksul halkın evlatları birer ikişer canlarını yitirip toprağa düşer oldular. Türk ve Kürt hassasiyetinin yeniden tırmanışa geçtiği bu ortamda siyaset kurumunun üslubu yangına körükle gitmekle kalmıyor, toplumsal kutuplaşmanın da önünü açıyor.

Geçtiğimiz günlerde Terzi Yamağı Barbaros Şansal, hesabından paylaştığı “Hala şehit diyorlar. B.k yoluna gitti Niyazi lafını bilmiyorlar!” tweeti ile tam da gelinen noktayı gözler önüne serdi. Barbaros Şansal’ın bu tweeti deyim yerindeyse olay oldu. Terzi Yamağı’na binlerce küfür, hakaret, tehdit iletisi yağdı ve hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Peki, Barbaros Şansal’ın tweeti neden bu kadar tepki çekti, tweeti neden attı ve aslında ne demek istiyordu?

Barbaros Şansal, “Ben tweette asker ya da polis yazmadım” diyor ve amacını şöyle ifade ediyor:

“Ben o tweeti doğuda ölen asker, polis ya da gerilla için atmadım. Zaten twette de asker ya da polis kelimesini yazmadım. O tweette Suruç’ta canlı bomba olup, ya da Irak’ta IŞİD bombacısı olup, Boston, Nairobi bombacısı olup kendini patlatarak insanları öldüren hiç kimsenin şehit olamayacağını söylemek istedim. Bizim argoda herkesin bildiği ve kullandığı bir söz vardır: ‘Ne şehittir ne gazi, b.k yoluna gitti Niyazi.’ Ben de o tweeti bu söze atfen paylaştım. Türk bayrağının artık tabut ambalaj malzemesi yapılmasına karşıyım. Şehitlerin cenazeleri başbakanların, bakanların, genelkurmay başkanlarının, yalıların, villaların, rezidansların otoparklarından çıkmıyor. Bir hiç uğruna, pisipisine ölen insanlar neden hep fakirler ve neden “18 bin liram yoktu ki vereyim, affet oğlum” diyen annelerle karşı karşıyayız? Toplumu dürtmek gerekiyor bazen. “Bu insanlar pisipisine ölüyorlar” dediğimde ses çıkmıyor ama “Onun adı şehit değil, b.k yoluna gitti Niyazi” dedim mi kıyamet kopuyor.”

Sosyal medyadan gelen tepkilerde Barbaros Şansal’ın özür dilemesi isteniyor. Peki, O bu konuda ne düşünüyor? Terzi Yamağı, “Benim dileyecek bir özrüm yok” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Bana ‘Türk halkından özür dile’ diyorlar. Oysaki Türk halkının önce benden özür dilemesi gerekiyor. Neden mi? Çünkü ben 9 yıl sürgün yemiş bir adamım, Selimiye ve Sansaryan’da işkence görmüş bir adamım, polis tecavüzü görmüş bir adamım, asker şiddeti görmüş bir adamım, sivil şiddeti ve iftirası görmüş bir adamım. Önce Türk halkı benden özür dilesin çünkü benim dileyecek bir özrüm yok. Ne demek istediğimi de herkes anladı, birileri işlerine geldiği gibi çevirmesinler.”

Terzi Yamağı kıymetli Barbaros Şansal’la başta şehitlik kavramı üzerine attığı olay tweeti olmak üzere pek çok konuda konuştuk. Gerisini Terzi Yamağı’nın perspektifinden irdeleyelim…

***

-Şehitlik kavramıyla ilgili attığınız bir tweet çok tepki çekti. Neden böyle bir tweet attınız ve bu denli bir tepkiyi bekliyor muydunuz?

-Benim dedem istiklal madalyalı Sarıkamış şehididir. Teşkilatı Mahsusa’da levazım albayı olarak görevliydi ve buzdolabına kapatılarak şehit edildi. Ben o tweeti doğuda ölen asker, polis ya da gerilla için atmadım. Zaten twette de asker ya da polis kelimesini yazmadım. O tweette Suruç’ta canlı bomba olup, ya da Irak’ta IŞİD bombacısı olup, Boston, Nairobi bombacısı olup kendini patlatarak insanları öldüren hiç kimsenin şehit olamayacağını söylemek istedim. Bizim argoda herkesin bildiği ve kullandığı bir söz vardır: “Ne şehittir ne gazi, b.k yoluna gitti Niyazi.” Ben de o tweeti bu söze atfen paylaştım. Türk bayrağının artık tabut ambalaj malzemesi yapılmasına karşıyım. Suruç’taki olaydan sonra Türk bayraklı tabut da çıktı, YPG’li tabut da. Bu da ölüler üzerinden siyaset yapıldığının en güzel fotoğrafıdır benim için. Öldürülen polis memurunun sadece çarşafsız bir yer yatağı ve vantilatörü vardı. Bu mudur şehitlik? Şehit, Allah ve İslam dini için cephede savaşarak ölenlere denir. Yeni emperyal çağda Kraliçe için ölenin tabutuna İngiliz bayrağı sarılır, ya da Amerika için savaşta ölenin tabutuna bayrak sarılır ama yolda öldürülen bir polis ya da asker için bunu yapmazlar. Şehitlik başka bir mertebedir ve manası olağanlaştırılıyor. Tüm bu can kayıpları ilk başlarda “Şehitlerimiz için ayağa kalkıyoruz” diyenler için bugün sadece “3 polis, 2 asker öldü” haberine dönüştüler.

Şehitlerin cenazeleri başbakanların, bakanların, genelkurmay başkanlarının, yalıların, villaların, rezidansların otoparklarından çıkmıyor. Bir hiç uğruna, pisipisine ölen insanlar neden hep fakirler ve neden “18 bin liram yoktu ki vereyim, affet oğlum” diyen annelerle karşı karşıyayız? Toplumu dürtmek gerekiyor bazen. “Bu insanlar pisipisine ölüyorlar” dediğimde ses çıkmıyor ama “Onun adı şehit değil, b.k yoluna gitti Niyazi” dedim mi kıyamet kopuyor. Mesela kendini bilmez bir avukat bütün gazetelere haber verip, savcılığa gidip benim vatanı bölüp insanları kin ve nefrete sevk ettiğimi falan söylüyor. Böyle bir şey yok ve amaç sadece beni hedef haline getirmek. Binlerce küfür ve tehdit mesajı aldım. Hiçbirini ciddiye almadım ve elimi kolumu sallayarak geziyorum. Vuracak olan gelir vurur, bu işler öyle klavye başından olmaz. Ben söylediğim sözün arkasındayım. Bana “Türk halkından özür dile” diyorlar. Oysaki Türk halkının önce benden özür dilemesi gerekiyor. Neden mi? Çünkü ben 9 yıl sürgün yemiş bir adamım, Selimiye ve Sansaryan’da işkence görmüş bir adamım, polis tecavüzü görmüş bir adamım, asker şiddeti görmüş bir adamım, sivil şiddeti ve iftirası görmüş bir adamım. Önce Türk halkı benden özür dilesin çünkü benim dileyecek bir özrüm yok. Ne demek istediğimi de herkes anladı, birileri işlerine geldiği gibi çevirmesinler. Sanal ortamdaki evladı fatihanlar, evladı Osmanlılar, 1453 profiller, üç hilaller filan bir anda hepsi F-16 pilotu oldular. Birçoğu profiline küfür ettikleri Atatürk resmi koymaya başladı. Bıraksınlar bu ikiyüzlülüğü. Her şey masada çözülür, dağda çözülmez.

Ben 1997’de Üzümlü karakolu baskını olduğunda o bölgedeydim. Şırnak’tan Sivritepe’ye, Çukurca’dan Zap Suyu mavisine kadar bölgenin durumunu biliyorum. Sur içi savaş mahallesinde Ermeni kiliselerinin önün gecekondularla kapalıyken ben o kiliselere girdim. Kimse bana maval okumasın. Oturdukları yerden beni defileler, Paris, Milano, sosyete, Nişantaşı, Cihangir modacısı ilan ediyorlar. Geçsinler bu işleri. Ben çiçek de olsa karınca da olsa her cana eşit yaşam hakkını savunuyorum ve o tweette de bunu söylemek istedim. Yine söylüyorum; o insanlar birilerinin çıkarları uğruna pisipisine ölüyorlar. O çıkarları olanlar evlatlarını askere yollasın o halde ama ya raporlular ya da bedelli. Anlatmak istediğim de buydu zaten o tweette.

-Size yönelik pek çok küfür ve tehdit mesajını hesabınız üzerinden retweet ettiniz. Herhangi bir tedbir ya da yasal işlem başlattınız mı bunlara karşı?

-Hiçbirine dava açmadım, 3 kişi hariç. Onlara da birer kuruşluk dava açıyorum. Beş para diye bir para birimimiz yok, olsa peş paralık dava açardım. Bunlardan biri MHP’nin MYK üyesi Musa Küçük. Saygı duyduğum ve saygı gördüğüm biriydi ama Twitter üzerinden bana şerefsiz diyerek hakaret etti. Ağırıma gitti çünkü ben ona karşı herhangi bir saygısızlık yapmadım. Diğeri Yeni Akit gazetesi, çünkü benim resmimi koyarak “Biz fiziksel değil, zihinsel i.neliğe isyan ediyoruz” gibi bir ifade kullandılar. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bir de Ersoy Dede’yi beni hedef göstererek yazığı o kötü yazıdan dolayı dava ettim. Birer kuruşluk davaların açılması için müracaatlarda bulunduk. Bunların dışında hiç kimseye dava açmadım, ben zaten böyle davalar açmam kimseye ve hukuku böyle şeylerle meşgul etmem. Ben mağdur olduğum yerde bile pek çok şeyi hep sineye çektim. Bu üç kişiyi sembolik olarak dava edeceğim çünkü artık yetti, bu kadar da olmaz.

-Sanal dünyanın dışında günlük hayatınıza yansıyan herhangi bir tehditle karşılaştınız mı?

-Hayır olmadı böyle bir şey. Türkiye’ye geldiğim gün Paris’e uçuş için havaalanında beklerken sigara içmeye terminal dışına çıktım. Köln’de yaşadığını söyleyen takkeli ve sakallı biri yanıma geldi, “Ben seninle aynı görüşte değilim, seni eleştiriyorum ve yaptıklarına çok kızıyorum. Ama söylediğin her şeyin arkasında sonuna kadar durmanı taktir ediyorum. Böyle adamlar çok az kaldı. Ben iktidar partisini çok destekledim ve oy verdim ama artık bizleri kandırdıklarını görüyorum. Sen de bir laf ettin, herkes sana kızdı ama sen haklısın” dedi, elimi sıktı ve gitti. Mesela Facebooktan biri bana “Seni mermi manyağı yapıp kazığa oturtacağım” diye mesaj atıyor, sonra ertesi gün tekrar mesaj atıp “Ben manken olabilir miyim, buluşalım mı?” diyor. Yani böyle şeyleri ciddiye almıyorum. Zaten yapacak olan adam öyle Twitterdan, Facebooktan yazmaz, planlar ve yapar.


-Retweet ettiğiniz iletiler incelendiğinde, insanların size hep cinsel kimliğiniz ve ateistliğiniz üzerinden yüklendiği gözleniyor. Neden size farklı konularda hep aynı yönden bir saldırı oluyor?

-Çünkü Türkiye’deki seviyesiz medya anlayışı sadece o yönlerimi öne çıkararak beni tanıtmaya çalışıyor. Aslında sürekli beni hedef gösteriyorlar. Ben daha önce uğradığım saldırıda da “Bu kanlar benim şeref madalyamdır” demiştim. Bana o saldırıyı yapanların kim olduğunu biliyorum, Ersoy Dede de çok iyi biliyor. Bu yüzden resmi olarak hala faili meçhul olarak duruyor. Hükümetle işbirliği yapan, Muşlu büyük bir mafya olan arkadaşım bana o saldırıyı kimlerin azmettirdiğini söyledi. Şunu söylemek lazım; birilerinin bana belden aşağı vurmalarına ve inançlarımla alay etmelerine sadece güler geçerim. Ben kimsenin inançlarıyla alay etmedim bugüne kadar. Hem bana belden aşağı vuranların çoğu benden daha tecrübeli ve meraklı olmalı ki benim fantezilerimin kaldıramayacağı pozisyonlarda bana küfürler ediyorlar. Çok yaratıcı ve meraklılar!

-Bir de Kıbrıs havaalanında gözaltına alınmanız meselesi var ki çok konuşuldu. Bir gün öncesinde yine bir söyleşi için birlikte olduğumuzdan koynu bilenlerden biriyim ama bir de size sormak istiyorum; havaalanındaki o süreç nasıl gelişti?

-İyi ki Kıbrıs’ta bu iş başıma geldi. Bir gün öncesinde senin de bulunduğun Kobani’de sağlık ocağı yapılması için yaptığım gösteride olanları biliyorsun. Sonrasında saat 22:00 gibi ayrıldım oradan ve Sarıyer’deki evime vardığımda saat 23:00 olmuştu. Hemen uyudum çünkü saat 06:30’da kalkıp uçağa yetişmem gerekiyordu. Sabah biraz geç kaldım, yardımcım uyandırınca da vaktim olmadığından hemen bir gün önce üzerimde olan pantolonu giyip çıktım. Gençlere kızıp ellerinden aldığım üç beş gramlık madde de cebimde kalmış. Yeşilköy havaalanının iki önemli gümrüğünden hiç sorun yaşamadan geçtim. Demek ki Yeşilköy havaalanından her şey kolayca geçiyormuş, bunu öğrenmiş oldum. Uçağa bindim ve Ercan havaalanına indim. Kuyrukta beklerken orada bir köpek vardı ve onu sevdim. O esnada bir adam yanıma geldi ve “Üzerinizde bir şey var mı?” diye sordu. Ben de 10 bin liradan fazla para yok üzerimde dedim. O da üzerimde uyuşturucu olup olmadığını sordu. Bir gün öncesinden gençlerin elinden aldığım maddeyi verdim. Odaya aldılar beni ve durumu izah ettim. Bavulumu sordular, bir günlük geldiğim için olmadığını söyledim. Polis rutin görevini yaptı. Orada Türkiyeli yolcular kapıya gelip bana destek mahiyetinde polise tepki gösterdiler. Ben de gerginliğin büyümemesi için polise zabıt tutmasını ve neyse işlemi karakolda devam edilmesini söyledim. Kıbırs’ta 60’lardan kalan koloni yasaları gereği bu durum ağır cezaya giriyormuş. Bir gece nezarette kaldım, ertesi gün de kefaletle serbest bırakıldım. Yurtdışı çıkış yasağı konuldu, sonra o da kaldırıldı. Kanım ve idrarım temizdi ve her hafta gidip idrar örneği verdim.

Bütün Kıbrıs gazetelerinde bununla ilgili birinci sayfadan haberler çıktı ve sadece olayı aktardılar. Türkiye’de ise televizyonlar sabahları saatlerce yayın yaptı ve vatandaşlıktan atılmamı bile isteyenler oldu. Ben de “Birilerinin yeğeni değilim ki 50 kiloyla yakalanayım” cevabını verdim. Velev ki içiciyim; üç beş gram ot için bu kadar kıyamet mi koparılır? Ben hiç üzerinde bile durmadım. İyi de Kıbrıs’ta başıma gelmiş çünkü İstanbul’da başıma gelse Kısmetim(I) gemisini bile bana bağlayacaklardı bunlar. Kıbrıs’ın emniyet, hukuk ve adalet sistemi Türkiye’den 50 yıl ileridedir. Orada tek bir hakaret ya da kötü muamele görmedim. Ben nezaretteyken hapishaneye 200 gram bonzai sokan bir gardiyan da yakalanmıştı ve o da kötü muamele görmedi. Çünkü Kıbrıs’ta birine tokat atarsan sınırdışı edilirsin. İyi de oldu aslında çünkü harika bir 3 ay geçirdim; inşaat ruhsatımı aldım, kuyu ruhsatımı aldım, çok daha iyi insanlarla tanıştım ve Kıbrıs’a yerleşmekle ne kadar doğru bir karar aldığımı görmüş oldum. Kıbrıslı kimin ne yaptığına, ne kullandığına falan bakmaz. Çalmıyorsan, kimsenin namusuna bakmıyorsan sorun yok. Türkiye’den çok farklılar. Orada çok güzel bir hayatım var.

-Kıbrıs’ta Suruç için yapılan bir yürüyüşte polisle ilginç de bir diyalogunuz olmuş galiba…

-Ben Suruç’taki patlamada pırıl pırıl iki öğrencimi kaybettim. Çok acı bir şey. Sonra Facebooktan Kıbrıs’ta Suruç için bir protesto yürüyüşü yapılacağını öğrendim. Tarihi Girne kapısında toplanıp oradan Türkiye Büyükelçiliği önüne kadar yürüyüş yaptık. En önde Marksist-Leninist PKK ve HPG grupları, sonra Kıbrıs Aleviler Konfederasyonu, Kıbrıs Komünist Partisi, aileler, kadınlar ve çocukların oluşturduğu yaklaşık bin kişilik bir topluluk vardı. Kıbrıs gibi bir yer için bin kişi çok büyük bir kalabalık demektir. Bayraklarla, sloganlarla Türkiye Büyükelçiliği önüne kadar yürüdük. Anma, basın açıklaması ve oturma eylemi yapıldı. Beş polis sağ tarafta, 5 polis de sol tarafta duruyorlardı. Kulakları çınlasın Komiser Sukutay bey kalabalığın içine girdi, yanıma gelip elimi sıkıp, “Nasılsınız Barbaros bey?” dedi. “Git yahu başımdan!” dedim, “Hayırdır niye kızdınız şimdi?” dedi. “Böyle eylem mi olur? TOMA yok, gaz yok, su yok, cop yok bir de polis gelip elimi sıkıyor. Hiç tat almadım ben bu eylemden” dedim. Hep birlikte güldük geçtik. Orada polisler insanların anayasal haklarına çok saygılılar.

-Bu aralar sağlığınızla ilgili bazı sorunlar yaşadığınız doğru mu?

– 2005 yılında büyük bir felç ameliyatı geçirmiştim. Boyun omurumu sırt omuruma bağlayan 7 numaralı omurgamdan bir operasyon geçirmiştim ve disklerden biri değiştirilerek yerine protez takılmıştı. Son bir buçuk aydır elimi yaktım, bardak ve kaşık elimden düşüyor, ayağımı boş basıyorum, geceleri ellerim şişip uyuşuyor. Yani, bir şeylerin yolunda gitmediğini anladım ve hemen Kıbrıs’ta yaptırdığım tetkiklerde daha önce yerleştirilen protezin yerinden çıktığı ve omuriliğine baskı yaptığı tespit edildi. Büyük ihtimalle 28 Aralık 2012’de uğradığım ağır darptan kaynaklanıyor. Kıbrıs’ta bazı doktorlar boyundan aşağı bir felç riskinden söz ederken, başka doktorlar ata bile binebileceğimi söylediler. Maalesef sağlık sistemi pek de iyi değil orada. Kafam karıştığı için de Türkiye’de ileri tetkikler yapılıp gerekirse 6 saat sürebilecek bir ameliyat olacağım. Bunun riski yok mu, var ama risk her yerde vardır. Umarım başıma çok iş açmaz.

-Son olarak gündeme dair fikirlerinizi de almak istiyorum. Türkiye 7 Haziran seçimleri sonrasında bir şiddet sarmalı içine yuvarlanmış durumda. Sizce, neden yeniden böylesi bir noktaya gelindi?

-Tarih tekerrürden ibarettir. Eğer siz siyaseten ve ekonomik olarak nitelikli kadrolarınızı geliştirip, uzun vadeli planlarla devletin güvenlik, sağlık ve eğitim sisteminde istihdam edemezseniz, dönüp dolaşıp geleceğiniz yer kürkçü dükkânı olur. Otuz tane atasözüyle bile bu memleket idare edilebilir aslında. Sen, ben, o klavye başındakiler küfür edebiliriz ama bir siyasi parti liderinin böylesi bir üslupla konuşması kabul edilebilir bir şey değil. Seviyesiz siyaset doğal olarak halka da sirayet ediyor. Görünen köy kılavuz istemez. Bir 21 Mart’taki büyük Nevruzun olduğu Diyarbakır’a bak, bir de bugünün Diyarbakır’ına bak. Her ikisinde de aynı iktidar iş başında. Bunlar ikiyüzlü siyasetin getirdiği kanayışlardır. Olanlar çok tehlikeli ve ülkeyi bir kaosa doğru sürüklüyor. Dünyadaki en riskli ekonomiler arasında üçüncü sıraya yükseldik ve buradaki bir patlama başka yerlerde olanlara benzemez. Bu ülkede 18 yaşındaki insanlara beşe kadar silah ruhsatı verildi. Ben biliyorum; sadece İstanbul’da 2 bin kalaşnikof dağıtıldı. Kandan, vahşetten, intikamdan beslenen faşist, aşırı dinci, aşırı milliyetçi ve aşırı ulusalcı siyasetlerin sonu ancak bu olur. Örnekler önümüzde; Irak, Suriye, Libya, Yemen, Raunda, Orta Afrika, Somali, Mısır… Ben şiddet sarmalının daha da artacağını düşünüyorum çünkü istenilen bu ve maalesef siyasilerimiz de bu oyuna geliyorlar. Arada Selahattin Demirtaş’ın sağduyu çağrıları var ama bunun dışında başka bir sağduyu çağrısı yok.

Reyhanlı ve Cilvegözü’nden başlamak ve UMKE’nin kayıtlarını açmak lazım. İsim vermeyeyim, bir kadın doktor hocamız eğitiyor onları ve orada olanların fotoğraflarını bana gösterdi. Beyaz fosfor ve kullanılan kimyasalların patlamalarından başlayarak sürece bakmak gerekiyor. Belki de Üzümlü ve Dağlıca karakol baskınlarına kadar geri gitmek gerek. 1990’lardan 2000’lere geçerken o bölgeye ayrık otları atıldı. Roboski, Kobani, Maraş, Sivas, Çorum say say bitmez. Sürekli yenilenen bir provokasyon var. Tek tipleşme, TOKİ anlayışı, dizi ve yarışma programları, mastürbatif gazeteler ve kışkırtma politikaları Türkiye’yi bugünkü kavşağa getirdi. Türkiye’nin önünde iki yol yok, tek yol var; o da devrimdir.

737790cookie-checkBarbaros Şansal’la ‘aykırı’ sohbet

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.