“Ben çözümün lideriydim”

– Hristofyas’ın seçilmesi ile birlikte umutlar artarken, sizde “bu yıl sonuna kadar çözümü hedefliyoruz” söylemini kullandınız. Her ne olduysa zaman içinde Hristofyas’ın ve sizin söylemleriniz değişti. Siz Hristofyas’ı ‘güvenilmez’ olarak nitelendirdiniz, Hristofyas sizin için “Talat önce Kıbrıslıydı, sonra Kıbrıslı Türk oldu, sonra da Türkleşti” ifadesini kullandı. Gelinen aşamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

– 2008 yılında, müzakereler başlarken ben hedeflerimi ortaya koydum. Başta Kıbrıs Türk Tarafının hedefini. Kıbrıs Türk Toplumu çözümü hedefliyordu. Dolayısıyla görüşmeler başlamadan önce söylenen o sözler Türk Tarafı olarak çözüm hedefi doğrultusunda söylediğimiz sözlerdi. Bunu değişik zamanlarda da ortaya koyduk. En büyü hayal kırıklığı 2004 referandumunda yaşandı. 2010’a vardığımızda gelinen süreç içinde anlaşılan noktaları halkımıza duyuralım dedik, karşıdan cevap alamadık. Benim niyetim anlaştığımız konuları duyurmaktı, o noktaları dahi duyurmak istemediler. Niye? 3- 5 oy kaybedecek endişesiyle. Kimden kaybedecekti oyu? Şimdiki kaybettiklerinden. ELAM’dan, fanatiklerden… Anlaştığımız noktaları bile söylemeyi kabul etmedi. Yaptığım eleştiriler o günün koşullarında değerlendirilmeli.

– Müzakerelerde bugün gelinen nokta nedir?

– Bugün gelinen nokta şu: Çözüm konusunda isteksizlik koyan liderler var. Halk arasında çözüm ümitleri zayıflamıştır. İki tarafın liderleri de gelinen aşamadan memnundur. Bu tıkanıklığın devam etmesi onların düşüncelerine uygundur. Hristofyas belki çözüm arzular ama gerçekleştirme ihtimali olmayışının da memnundur.
Eroğlu ruhen ve fikren adanın birleşmemesinden yana olan bir lider. İki taraf el ele kendi çözümsüzlüğünü pekiştiriyorlar. Bugün gelinen nokta bu.

“KISA VADEDE ÇÖZÜM YOKTUR”

– Geçtiğimiz günlerde Prof Dr. Mümtaz Soysal ile yaptığımız söyleşide Soysal, Kıbrıs sorunun çözümsüzlüğünün AB’nin işine geldiğini, bu sayede Türkiye’ye her istediğini yaptırabildiğini söyledi. Sizce de AB veya büyük güçler Kıbrıs’ta çözüm olmasını engelliyor mu?

– Büyük güçleri bırakın, küçük güçler istiyor mu? Türkiye, Yunanistan istiyor mu buna bakmak lazım. Çeşitli rivayetler var. Büyük güçler niçin istemiyor, onlar için Kıbrıs sorununun çözümü hayati midir? Bunlar 2-3 cümleyle değerlendirilemez. Biz istiyor muyuz? Bu konuda bile kararımız yok. Kıbrıs Türk Halkını dolaşın, Derviş Eroğlu’nun çözüm isteyip istemediğini söylesinler. Önce kendimize bakmalıyız. Öyle görülüyor ki kısa vadede çözüm yoktur.

“BEN ÇÖZÜMÜN LİDERİYDİM”

– DİSİ’deki yükselişin, 2013 yılında gerçekleştirilecek seçimlerde Hristofyas’ın kaybedeceği anlamına geldiği söyleniyor. Bunu bizdeki sürece benzetebilir miyiz? Dolayısıyla seçim sonucu müzakereleri etkiler mi?

– Müzakerelerde fazla bir şey değişmez. Oylarda çok ciddi bir değişiklik olmadı çünkü. Her şey yerli yerinde duracak gibi görünüyor. O yüzden Güney’deki seçimlerin pek değişiklik yaratacağını düşünmüyorum. Ama haklısınız… Hristofyas benim gibi çözüm için o göreve getirildi. Çözümü başaramayınca önce ben gittim, sonra o gidecek. Görüntü bu… Bunun Kıbrıs sorununun çözüm sürecine ne getireceğini de zaman gösterecek.

Ben çözümün lideriydim, Eroğlu çözümsüzlüğün. Bu 2005 seçimlerinde de böyleydi. Dolayısıyla halk çözümsüzlüğün liderini seçti. 2010’da çözüm ümitleri dibe vurmuştu. Buna AB’nin, dünyanın tutumu da eklenince çözümsüzlüğün lideri kazandı. 2005’de de milliyetçilik yüksekti ancak milliyetçiler arasında çözüme olan inançla beni destekleyen çoktu. İnsanlar Eroğlu’nu çözümsüzlükle eşdeğer görüyordu.

– Halk arasında seçim döneminde Türkiye’nin sizi desteklediği yönünde bir algı vardı ancak Derviş Eroğlu’nun başbakanlığı döneminde imzalanan ekonomik paketin bir yıl boyunca gizlenmesi ve Türkiye’nin de buna yönelik bir hesap sorma girişiminin olmaması “Türkiye Eroğlu’nu mu destekledi” sorusunu akıllara getirdi. Bu konuyu en iyi yorumlayacak olan sizsiniz. Türkiye Eroğlu’nu mu, sizi mi destekledi?

– Bu daha ziyade psikolojik bir olaya ve rasyonel bir davranışın sonucudur. Seçim ortamında Türkiye böyle bir şey gündeme getirmiş olsaydı, “hükümete baskı yapıyor” olarak algılanabilirdi. Hükümetin başı Cumhurbaşkanlığına adaydı. O yüzden Türkiye’nin bu protokolü gündeme getirmesi doğru olmazdı diye düşünüyorum. Türkiye’nin ekonomik protokolü uygulama yönünde hükümete baskı yapması yanlış olurdu.

Birinin desteğiyle seçim kazanmanın ise hiç tadı olmazdı. TC paket konusunu gündeme getirseydi, açıkça “Talat’ı istiyoruz” deseydi ne işe yarardı? Resmen ve fiilen halkın desteğini almadan, hele şiddetle karşı olduğum dış müdahale sonunda seçilmenin ne anlamı olurdu ki? Ben öyle bir seçim kazanmayı istemezdim.

– Son dönemlerde TC ile KKTC arasında yaşanan polemiği nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Bunun sebebi bellidir. Hükümetin, Eroğlu’nun imzaladığı bir protokolü gizlemesi, halka göstermemesi, KTHY’nı kurtarma operasyonundan cayması, KTHY müdürünün istifa edip TC’ye dönmesi protokolün uygulama aşamasında dedikodu yarattı. Hükümetin TC’yi hedef göstererek “ben istemiyorum ama TC istiyor” demesi, emeklilere “ben imzalıyorum ama siz Anayasa Mahkemesine gidin” demesi ve başka sendikal kışkırtıcılıklar halkın öfkesine neden oldu. Kışkırtıcılık devletten geldi. O gerginlikler bundan dolayı yaşandı. Herkesin ağzından çıkanı 2-3 defa düşünmesi gerekirken öyle yapılmaması, ağza her gelenin dudaklardan dökülmesi yanlış. Ve bu gerginlikte, tarihte yaşanan en büyük gerginliktir. Bunu hükümet ve Eroğlu yaşattı. Umarım atlatılır.

– Geçtiğimiz günlerde Beşparmak Grubu, Özker Özgür Barış ve Demokrasi Vakfı Kıbrıs Türk Yöneticiler Derneği ile Demokrasi ve Kalkınma Platformu Derneği’nin oluşturduğu Toplumsal Diyalog ve Değişim İnisiyatifi tarafından “Toplumsal Diyalog ve Değişim Forumu” adı altında bir çalışma hazırlandı. Bu çalışma fedakarlığın şart olduğu noktasında birleşiyor. Sizde 4 Ocak 2010 tarihinde yaptığınız bir basın toplantısında “fedakarlık şart” demiştiniz. Nasıl oluyor da aynı söyler TC Lefkoşa Büyükelçisi Halil İbrahim Akça’nın ağzından çıkınca tepkiyle karşılanıyor?

– Türkiye’ye karşı hükümetin ve cumhurbaşkanının ortaya koyduğu kışkırtıcı tutum halkta ön yargıyla karşılandı, o yüzden elçinin söylediklerine tepki gösterdiler. “Doğruda olsa bunu söylemek elçinin görevi değil” diye düşündüler. Elçinin söylediği bilimsel açıdan doğruydu ama siyasal olaylar, duygular, eğilimler bilimsel olarak değerlendirilmez. Bunu doğal karşılamak lazım. O yüzdende siyasette herkes her şeyi söyleyemez. Söylemesinde yarar olanlar söyler. Tabiî ki üslupta önemlidir. Üsluba dikkat etmek gerekir. Siyasetçiler, ülkeyi yönetenler bilgi sahibi olarak konuşmalıdırlar.

Geçenlerde Güneyde sandık seçmen listelerine kayıtlı Türklerle ilgili bir haber çıktı. Haber çok ilgimi çekti çünkü Başbakan söylemişti. “KKTC’de oy kullanabilmek için 3 yıl KKTC’de daimi ikamet etmek gerekir” dedi. Bu doğru değil ama Başbakan söyledi. Doğrusu ‘daimi ikametgah KKTC’de olmalıdır’ dır. TBMM’de görev yapan milletvekillerinden burada oy kullanan vardır. Nasıl kullanıyorlar? Daimi ikametgahlarını burada gösteriyorlar ve oylarını kullanıyorlar. 3 yıl şartı olsaydı kullanamazlardı. O şart yoktur. Eğer tespit edilmiş ve YSK’ya şikayet edilmişse, kayıtları düşürülebilir. Ama bunu Başbakan bilmiyor. Şunu demek istiyorum; bilende konuşuyor, bilmeyende konuşuyor. Bizde açıklamalar bilgi ile değil, bulunan mevki ile oluyor. Bu yanlış ifadeler gördüğüm kadarıyla hiçbir gazete tarafından gündeme getirilmedi. Oysaki ciddi bir bilgisizliktir.
Sıkıntımızın kaynağı bilenin de bilmeyenin de konuşmasıdır. Dolayısıyla inananda oluyor inanmayanda oluyor ve bir kaostur gidiyor.

– CTP kurultayına sayılı günler kaldı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

– Her partide olduğu gibi CTP’de de bir başkanlık yarışı yaşanıyor. Çok partili demokrasi için tüm siyasi partilerimiz önemli, CTP ise uzun yıllar Kıbrıs Türk Halkının geleceğiyle ilgili, Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili büyük çabalar ortaya koymuş, büyük sıkıntılar yaşamış, yeri geldiğinde iktidar olmuş, KKTC’de birçok ilki başlatmış, yaşayan en eski siyasi partimizdir. Demokratik açıdan parti içi demokrasinin en iyi çalıştığı örgütlerden biridir. Ben seçilecek olan parti başkanının önemli görevler almasının yanı sıra Kıbrıs Türküne de büyük katkılarda bulunacağını düşünüyorum. Tüm adaylara başarılar diliyorum.

– “KKTC kurulduğunda ağladım” sözünüz seçim döneminde Derviş Eroğlu tarafından en çok kullanılan bir malzeme oldu. Gelinen noktada “keşke bu sözü kullanmasaydım” dediğiniz oldu mu?

– Tarihi gelişmeleri hiçbir zaman gizlemedim. Parmağımın arkasına da saklanmadım. Benim o gün düşündüklerim ve söylediklerim bugün birer birer gerçekleşmiştir. O yüzden onu söylemekten neden pişman olayım ki… Ne demişsem yaşadık. Bizim devletimiz 1975’de kuruldu: Kıbrıs Türk Federe Devleti. Denktaş Bey’in seçilebilme süresi dolunca, Anayasa hemen hemen aynı tutularak, Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin adı değiştirildi. Bununla birlikte Denktaş Bey’e sonsuz seçilme hakkı doğdu.

– Rauf Denktaş’ın, tekrar seçilmek için KKTC’yi mi kurduğunu söylüyorsunuz?

– Evet bu nedenle değişti. Çünkü Kıbrıs Türk Federe Devleti ile KKTC arasında fark yok ki… Ben o zaman uluslar arası tecritin üst düzeye çıkacağını ifade ettim. Nitekim KKTC ilan edildikten sonra her türlü tecrit en yoğun şekilde bizi baskı altına aldı. KKTC’de Fenerbahçe şampiyon oldu diye insanlar sokakları doldururken, Fenerbahçe burada bir dostluk maçı bile yapamıyor burada. Oysa 1983’den öncesinde yapabiliyorlardı.

Zaman içinde, benim üzüntüme neden olan şeyler gerçekleşti. Niye ben bunu söylemekten pişmanlık duyayım ki? Bunu insanlar yaşayarak gördü. Ben o gün görmüştüm. Maalesef düşündüklerimiz gerçeğe dönüştü.

– Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

– Üzerinde durmak istediğim iki nokta var. Birincisi, Son günlerde gazetecilere yönelik olarak uygulanan şiddet. Bu beni çok rahatsız ediyor. İster polis, ister başkaları tarafından yapılmış olsun… Gazetecileri sahipsiz, itilen kakılan insanlar olarak algılamak ve öyle bir imaj yaratmak son derece tehlikelidir. Önce polisin uyguladığı şiddet nedeniyle Polis Genel Müdürlüğü’nün kendi içinde derhal soruşturma açması gerekmektedir. Polisin gazetecilerin görevlerini yapmalarına engel olacak şekilde şiddet uygulaması, üstelik bunu bir eylem sonunda yapması, sonrasında bir otelin güvenlik görevlileri tarafından yine gazetecilere yönelik şiddet uygulanmasını haklı çıkarıyor. Öyle bir imaj yaratıyor. Bu “balık baştan kokar” a örnektir. Polis yaparsa güvenlik görevlileri de yapar. Sorumlular derhal soruşturulmalıdır ve gerekli yasal işlem yapılmalıdır.

İkincisi ise Rum basınında çıkan bir haber. Ama bizde ne kadar yer bulacak bilmiyorum. Türkiye’nin hava sahasının Rum Kesimi’nin uçaklarına kapalı olması nedeniyle Rum yönetimi AB yönetiminden 20 milyon Euro civarında bir tazminat istiyormuş. Türk hava sahasını kullanamadığı için Rum Hava Yolları’nın fazla yakıt tüketmesi gerekçe olarak gösterilmiş. Yavuz hırsızın ev sahibini bastırma girişiminin tipik örneği. Bizim 37 yıldır direk uçuş yapamamaktan kaynaklanan milyonlarca liralık fazla harcamalarımız açık ve net olarak tüm dünyanın ve AB’nin bilgisinde iken buna çare bulunmazken Rum tarafının bu girişimi büyük bir pişkinlik ve çirkinliktir. Eğer buna AB olumlu bir yaklaşım sergilerse seyreyleyin cümbüşü… Arkasından ne gibi tazminatlar çıkar, ne gibi talepler ortaya konur Allah bilir. Ben diyeyim bin, siz deyin 10 bin….

734060cookie-check“Ben çözümün lideriydim”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.