Bilal’den Çinke’ye…

“Bilal isimlerden bir isim değil sadece… semboldür aynı zamanda, ezilmiş coğrafyama.Habeşli, bir ömür köle yaşamaktansa elleri prangalı, “Ehad Ehad!” diyerek can vermemakamındadır, gözünü kırpmadan. Nida eyler Yesrib’den, Şehirlerin Anası’na… avazı çıktığınca. İçten, dokunaklı; yaşar gibi her dizeyi. Özgürlük! “Ne efsunkar imişsin!” Özgürlük! Seninle varız, Bilal’in yanındayız! Özgürlük! Tutunabilmektir hayata, “İyya kenağbüdü!” sırrıyla.” “Çinke, anlat hele! Kuzeyliler ne isterler bizden!”
“Kuzeyliler… ve Okyanus ötesi haçtaşları.  Bir vakitler, topraklarımıza ‘Bizim!’ diyebiliyormuşuz. Yavuz, Sina’ya ulaştığında
tek bayrak altında toplamış hepimizi.  O imiş, Tih’i sekiz günde geçen.  Buralar, emin tüccarların otağı olmuş. Atlılar, sahralar aşıp tek başına, gelir kalırlarmış aylarca.  Adına okunur hutbeler hala, Dakar’da, Gambiya’da, Gine Bissau’da, Burkina Faso’da… “Efendisi değilim buraların, hizmete talip kölesiyim!” dermiş, Kıble’nin Diyarı’na. Senusi’nin adı yetermiş, Madrid sırtlanına. Fakirliğin adı kanaatsizlikmiş buralarda. Mahmut Padişah, bir valiye güç yetiremeyip Moskova’yı çağırınca imdada,
düzen bozulmuş her coğrafyada.  Tanzimatlanan anayurda bir şeyler oluyor, Meclis’ini Levonterler dolduruyormuş, her cinsten. Londra parasıyla okuyan Reşitler, sadrazam bile olmuşlar, Bizans oyunlarıyla…  On iki takvim önceydi. Bir sabah rıhtımda göründü esaret gemileri. Güvertede bıyık buran adamın niyeti kötüydü besbelli.  Nara attı arsızca: “Zorda kalırsak, Istanbul kadırgalarını yollar. Namımız var Tuna’dan Volga’ya… Batı Sahra’dan Hicaz’a!’ diye düşünmeyin, yeltenmeyin güç
kullanmaya. Yurt bellediğiniz, vatan diye bağrınıza bastığınız topraklarda, at sırtında gazadan gazaya koşan önderleriniz yok artık!” der demez, kan beynime fırladı.  Yürüdüm, müstekbir düşmanın üstüne. Bırakmadılar ki, lime lime edeyim necis
bedenini…  Gömeyim, gökyüzünü bir daha görmesin diye laşesini. Meğer zulümde eş işbirlikçileri varmış aramızda. Muhaberat ulaşmış, her bir caninin eline. Birbiri ardınca gelen emperyal korsanlar, binlercemizi şühedaya uğurladı. Kapılarımızı kırarak, damlarımızı yıkarak, bizleri de karga tulumba bindirdiler gemilere. Tabutluk gibi kamarada duyduk ki, içimizdeki ihbarcıları: “Halkını satan bizi de satar!” diye Leheb’in Diyarı’na yollamışlar. Üzülsek mi, sevinsek mi? Dalgalar Atlas’ı yararken, uğradığımız limanlarda sarmaş dolaş sarıldık kaderdaşlarımıza. Dualar ısmarladık ardı sıra.  Havana’ya yaklaşır yaklaşmaz, ele geçirdik gemiyi. Tavuk tüyü foterlileri yolladık iki fersah aşağı, Şeytan Üçgeni derler, bir garip helezonun içine. Aldık intikamını, elli üç ananın ciğerpareleriyle Okyanus’a atılışının. Kolları zincirli. Direndik, Kuvvetin Sahibinin Adıyla. Bir de gördük ki, Yeni Kıta’nın güneyi,tek tipleştirilmiş. Gemiye aldığımız Havanalılar, secdeye yüz sürdüğümüzü görünce, ’Dedelerimizden gördük, son kez. Demek biz de vaktiyle…’ İstavrozlarını fırlattılar hep birlikte, derinlere. “Ve iyya kenestaın” coşkusuyla. Söz verdik birbirimize: ‘Altlarından Irmaklar Akan Ebedi Yurt’ta buluşmaya. Sonra indiler gemiden, dağıldılar şehre dört bir koldan. Yenilgi gibi görünür ama, esir edilişimiz tekrardan, Kıta’da ses getirir her yandan. Asimile kardeşler, sokakları inletirler, asilce bir duruşla. Yıllar sürer, zoraki konukluğumuz. Milyonların duası bizimle beraberken mendil sallar geldiğimiz yoldan, Kara Kıta’nın apaydınlık ruhları. Söktük attık köleliğin anayasasını. Yıktık, hala çığlıklar duyulan acı yüklü esaret limanını.”


“Malkolm, dön artık!”


“Değiştim, bir daha dönmemecesine. ‘Bir millete kızgınlığım, o millet hakkında adaletsizliğe sevketmiş’ ömrüm boyunca. Özgürlüğün Başkenti’nde ehramlılar arasında ben, Siyah’ın Dini zannederdim şimdiye kadar, Evrensel Mesaj’ı.  Meğer çekik gözlüler, altından sarılar, kestane renkliler… Yeryüzünün İlk Binası’nın etrafında ılgıt ılgıt esen rüzgara yamaç Bir Büyük Aile olmuşlar. O vakit anladım ki: Renklerimiz, dillerimiz, milletlerimiz… O’ndan bir tanışma vesilesi hepimiz için, kaynaşma sebebi.” “Uslanmaz artık bu!” “Kaldıralım ortadan!” Harlem’in izbe sokaklarına Çinke’nin kokusunu getiren adam, mertliğin kitabını
yazdı, ‘çelik zırhlılar arasında direnen insanlığa’…   Dimdik ayakta, on altı kurşunla al kanlara boyanırken son kez haykırıyordu: Ağaçlar ayakta ölür, şehitler ölmez!


“Neden on bin mil gidip hiç tanımadığım insanları öldürecekmişim?” diyen Ali duruşlu adam, Vietnam sabıkalısı ülke adına aldığı madalyayı nehre atar. Atılan sadece madalya değil, kanla yazılan tarihle de restleşmedir, sonunda. “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım!” vakarıyla ringleri dar eder, Atlas’ın öte yakasından gelen duyguları bastırılmış zavallıya.

Bağdat’ı can pazarına çeviren Pavıl da yetişir bu topraklarda, Gazze’yi Siyon’a gammazlayan Rays da. Bilal’i, Cehaletin Babası’na ihbar eden ispiyoncu… Çinke’yi, Lizbon hayduduna jurnalleyen kara derili…  Azer ile İbrahim. Gazap ile rahmet… Ateşi, gül bahçesine çeviren hikmet! 

714550cookie-checkBilal’den Çinke’ye…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.