Koştururcasına havalimanına girdik. “Internetten çek-in yaptırdık, gerisi daha kolay” diye düşünsem de yolculuk gerginliği işte… Görevli pasaport kontrolu için makineye yönlendiriyor. Makine grafiklerle yapmanız gerekeni anlatsa da İngilizce bilmeyene zulüm bu şart olsun… Sırada bavul teslimi var ama gişelerde görevli yok. Onu da “self service” yapmışlar. Haydaaa… “Bizim 23 kilo hakkımız var, bavulun biri 20, diğeri 26 ama ortalaması 23” diye kime laf anlatacağız şimdi… Makine yönlendirmeye başlıyor, “Umarım yanlış bir düğmeye dokunup bavulu Japonya’ya göndermem” diye düşünüyorum… Hafif olana etiketini yapıştırınca band hareketleniyor. Dur bi daha kontrol etseydik bari… Nafile… Arkasından gayri ihtiyari el sallıyorsunuz. Sıra ağıra geliyor. Ağırlık farkı için kredi kartını hazırlama zamanı. O sırada kırmızı lamba yanıyor. Görevli sorunu çözmek için yanımıza geliyor. Pasaportu tekrar dijital okuyucuya okutuyorum. Bu arada ilk bavulun hafif olduğunu söylüyorum. İşini ustalıkla yaptığı izlenimi veren görevli kayıtlara göz atıyor ve ikinci bavulu da fark ödemeden uğurlama şansı veriyor.
Bu işi sevmedim doğrusu. Giderek hayattan insan emeği çekiliyor. İletişim çağında insanların iletişim sorunu daha da kronikleşiyor. İngilizcesi “innovation” olan yenileşimin derdi aslında insan yaşamını kolaylaştırmaktan daha çok biz tüketicileri soyup sovana çevirmek… Sürekli değişen telefon ya da araba modellerini düşünün. Üstelik eskinin parçası yeniye uymuyor. Eskinin modeli ise birden 300 yıl öncesine düşüyor. Oysa bu meret daha 30 yıl önce icat edilmemiş miydi?
***
Berlin’de Bergama Müzesi’nde Türkiye’den çalınan kalıntıları geziyoruz. Eserlerin, söküldüğü dönemdeki yerlerin de fotoğraflarını koymuşlar. Issız yerler hep. “Bu yapıtlar müzeye getirilmese yerli hırsızlar kıra döke çıkarıp satacaktı zaten” diye aklınıza geliyor. Görevli taşa dokunan bir ziyaretçiyi yandaki yazıyı göstererek kibarca uyarıyor. Kameralar hemen dokunmatik ziyaretçiye odaklanıyor. “Aman hanımefendi bizim mallara iyi sahip çıkın. Günü gelince çaldığınız gibi iade edilmesini isteyeceğiz ona göre” diyorum içimden.
Bu arada Alman arkeologların İngiliz arkeologlardan da bizim malları satın aldığı ya da müzedeki bütünlüğü sağlamak için British Museum’dan parasını verip bir kopya çıkarttıklarını da duvar notlarından anlıyoruz.
***
Almanya’da sosis yenir ama hava çok sıcak. En iyisi müze yorgunluğu üzerine piza yemeli. Pizacıdaki görevli “Siparişi makineye ya da önünde sıra olan gişeye vermelisiniz” diyor. Ya dünya ne çabuk değişti. Havalimanında zorunlu olarak terlettiler burada bari bunu yapmayın kardeşim. Siparişi veriyoruz ama iş bitmiyor. Bize verilen kartvizit boyutundaki ödeme kartıyla başka bir gişede ödeme yapıyoruz, sonra da dijital çağrı kutusuyla masada beklemeye koyuluyoruz. Cihaz bızırdamaya başlayınca da siparişi almaya mutfak gişesine gidiyoruz. Restoran innovatin’a örnek. Hani masalarında canlı çiçekler var ama sistemin kendisi tam bir plastik…
Bu işi sevmedim doğrusu. Giderek hayattan muhabbet çekiliyor. Bizim lokantaların gözünü seveyim. Yemekten sonra çay ikramı ne kadarda makbule geçer. Ben artık “Masaya plastik çiçek ve kürdan koyuyor görgüsüzler” deyü bizim lokantacıları eleştirmeyeceğim şart olsun.
***
Akşehirde lise yıllarında takıldığımız kahvenin merdiveni antik kalıntıların üst üste konmasıyla yapılmıştı. İki bin yıllık o güzel figürlere basmaya kıyamıyorsunuz. Bir gün etnoğrafya müzesine gidip müdüre durumu anlattım. Müdür güldü, “Anadolu’nun heryeri öyle” dedi…
Aradan yıllar geçti. “Londra’dan da hemşerim” olan (Akşehir) Gürneslileri, köyünde ziyaret etmiştim… Köyün ortasındaki “yalak” gözüme çarptı. Gerçek bir lahit kapağıydı. 2-3 bin yıllık lahit kapağından hayvanlar kana kana su içiyordu. “Ya bunu müzeye bildirin bari uşaklar” dedim. Aradan bir kaç yıl geçti. Bizimkilere lahit kapağının hatırını sordum. “Valla kayıp oldu. Birileri götürmüş” dediler.
Ne geçmişin uzattığı eli tutabiliyoruz, ne de geleceğe el uzatabiliyoruz. Cem Karaca’nın dediği gibi “Bindik bir alamete. Gideyoz kıyamete…”