Bir anı…

Yıllar sonra Türkiye’ye dönmüştüm, burada yaşantımı düzenlemek için her fırsatını değerlendiriyordum. O yıllarda Almanya’da çalıştığım bir kanal için yayın yapma teklifi almıştım. O yayın için hemen kolları sıvadım ve canlı yayın için gerekli başvuruları yapmıştım. Son günlere gelen bu başvuru, sonucunu alamadan ertesi gün yayına girmem gerekiyordu.

Canlı yayın aracı çalışanları ile telefon ile görüştüm ve nasıl birbirimizi bulacağımızı konuştuktan sonra yayına hazırlandık. 1 Mayıs günü Taksim Meydanında yayına girecektik. Orada yayın yapan diğer kanallardaki arkadaşlar ile de görüşmüştüm. Geç kaldınız dediler, çünkü yayın için gece saat 23’den itibaren o alana giriş yasaklanmıştı. Bu bilgiyi ertesi gün erken saatlerde almıştım. Artık geçti ama yayın yapmak için söz vermiştim, ya yapılacaktı, ya yapılacaktı! Yola düştük erkenden…

1 Mayıs etkinlikleri, sabah erkenden polisin DİSK binasını basılması ile başlamıştı. Gaz bombası sabahın ilk ışıkları ile patlamış, nasıl bir gün beklendiğinin ilk izleri verilmişti. Ortam gergindi, günlerdir karşılıklı yapılan açıklamalar ile gerginlik hat safhaya çıkarılmıştı. O koşullar altında, Taksim Meydanı etrafında canlı yayın aracı ile tur yaptık ve bütün kapıları zorladık. Alınmıyorduk içeriye. Bütün kapılar kapalıydı ve valilikten alınması gereken özel izin gerekliydi. Özel izin henüz gelmemişti, gelmiş olsa da faks aletinin olduğu yerde kimse yoktu. Almanya merkezinden o kanal için çekim yaptığımıza dair belgelerde sabah gelmiş (daha sonra öğrendim), fakat elimizde değildi. Söz ağızdan bir kere çıkardı ve yayın yapılmalıydı. Yayın yapmak için Osmanbey metrosunun olduğu yere gittik. O metronun olduğu yeri baştan olayların tam ortasında kalacağını bilemezdik. Taksim, tarihinin en sakin günü yaşamıştı ama Taksim’e çıkan bütün yollarda gaz bombasının dumanları tütüyordu.

Canlı yayın aracını, başka canlı aracın arkasına park etmiş ve yayın için Almanya ile bağlantı kurmaya çalışmıştık. Hesaplayamadığımız bir olayda başımıza gelmişti, bazı alanlarda telefon çekmiyordu. Canlı yayın aracı ile merkez stüdyo arasında sağlıklı bir iletişim kurulamamıştı. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen, olayların ilerleyen saatlerinde yayına girdik ama biz yayın öncesi gazın tadına gözlerimizden yaş gelerek tatmıştık. Yayın olduğu alan içine insanların girişi imkansız hale getirilmişti, içeridekilerin dışarıya, dışarıdakilerin içeriye girmesi engellenmişti. Dört kişi yan yana geldiğinde gaz o tarafta patlıyordu. Gaz soluduğumuz havayı daha da ağırlaşırmış, sanki doğal bir havada nefes alır gibi olmuştuk.
(O alan içinde sivil polisler gelmiş ve kim adına yaptığımızı sordu ve ironik olarak bizi dünyaya kötü tanıtacaksınız değil mi demişti. Kimliğimi göstermiştim, kim adına yayın yaptığımı belirttim ve o an içinde çalışanlar ile ben fişlenmiştik ama kargaşa içinde bu fişlenmenin artık önemi yoktu, çünkü biz dumanı ve gazın etkisini görüyorduk. O alan izole edilmiş bir alan gibiydi, gelen konukları gönderemiyor, gelmesi gerekenleri de alamıyorduk. Kamerama canlı yayın aracına kablo ile bağlıydı ve kablonun uzunluğu kadar yürüyebiliyorduk. Biz yayın yapıyorduk, olayların tam ortasındaydık ama görüş alanımız kablonun uzunluğu kadardı.)

O olaylı 1 Mayıs günü, öğlen saatlerine yakın, emekçi örgütlerin temsilcilerinin açıklaması ile eylemler sonlanmıştı, fakat olaylar ara sokaklarda devam etmişti gece geç saatlere kadar. Taksim’e o sene çıkılamadı ama ertesi yıl makul sayıda kişinin çıkmasına izin verilmişti. O olaylı bir Mayıs olayın arkasında neler olabilir sorusu elbette hepimizin kafasında durmuştur. Söylentiler çıktı, o olaylı bir Mayıs günü polis bu kadar sert tepki vermemiş olsaydı, ordu şehre girecek ve olağan üstü şartları oluşturacaktı! Bu koşulların oluşması ise sıkıyönetimin ilan edilmesi ve sonuç olarak hükümetin yönetiminden uzaklaşması olacağı söylentisi ağızdan ağza dolandı. Söylenti, ayyuka çıkmıştı ama her şey ortadaydı. Sol ve emekçi yürüyüşlere acımasız saldıran polis, dini görünümlü, sağ eylemlere ses çıkarmıyordu. Hatta onları batıdaki gösterilerdeki gibi koruyordu. Çelişki vardı. Orda el koyması için solun eylem yapmasını bekliyordu, sağın eylemini ciddiye almıyordu. Sol eylem yaparsa ya da Kürtler eylem yaparsa ordu el koyabiliyordu, davranışlara bakarak bu sonuca çıkarıyorduk. (çünkü birkaç gün önce dini motifli bir eylem taksim meydanı civarında olmuş ama orada polis o günkü gibi tepki göstermemişti. Cuma eylemleri adı verilen eylemlerde ekranlardan evlere kadar yansıyordu, en kökten dinci örgüt bile açıkça meydan okuyordu ama polis sadece izlemek ile yetinmişti, ne jop, ne gaz, ne de başka bir tepki ortaya koymamıştı. )

Yıllar sonra, EMASYA Protokolü tartışması ortaya çıkınca, yaşadığımız bu gazlı gün aklıma geldi. O gün fısıltı gazetesi ortalığa dökülmüştü, böyle bir tehlikeden korkulduğunu. Protokol ortadan karşılıklı görüş ile ortadan kalktı, fakat emekçiye ve sola karşı bakış açısı, devlet erkini elinde bulundurulanlar açısından değişmediği, yaptıkları açıklamalar ile ortada durmaktadır.

Demokratik açılım içinde, ne Kürt, ne Alevi, ne de demokrasi vardır. Demokrasi açılımın öteki adı sanırım bütün ülkeyi AKP’leştirmek açılımıdır. AKP oradan alacağı hava ile erken seçime gitme telaşı içindedir ve o ortamın oluşması için elinden gelen her türlü açılımı yapıyor ama gündem sürekli değiştiğinden ve beklenen ilgi ortaya çıkmadığı için bugün seçimde demokratik açılım gibi sürece bırakılmış durumdadır. Bu açılımın seçim bölümünde, kaç sol kökenli sanatçı, yazar, türkücü yer alacaktır? AKP beklediği etkiyi bu katılım ile somut olarak göreceğine inanıyorum.

Ülkemiz için demokratik açılım şarttır, bu şart halen devam eden 12 Eylül uygulamaları ve o uygulamalara yol açan yasların ortadan kalkması ile mümkündür. O yasalar değişmediği sürece, adına ne ad verirseniz verin, değişen bir şey olmayacağını, sadece bir siyasi partinin seçim yatırımının ötesine gitmeyecektir.

http://cemoezkan.blogcu.com

1585730cookie-checkBir anı…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.