Bir anlık gecikmeyi Peyman’a borçlu Abdülhamit, bu romanda

Çavga’nın çalışmalarına yer veren Paraf Yayınları‘nca okura sunulmuş Osmanlı’nın Sırrı adlı romanın alt başlığı ise Gizli İlimler Savaşı olarak okunuyor.

Roman, rakamlarla harfler arasında bağ kuran Kabala ve Cifir sanatına ait kafa karıştırıcı örnekler vermekle okuruna savaş açmış olduğu için, bunun gizli bir savaş olduğuna hiç şüphe yoktur.

Osmanlı’nın Sırrı, Murat Çavga’dan okuduğum ikinci romandır; geçen yıl yayımlanmış olan Kayıp Kitap üzerine de bir değerlendirmede bulunmuştum.

Çavga’nın hakkını peşin peşin vermemiz gereken yanı, yazarlık çoşkusu ve hikâye anlatmak üzerine olan merakıdır. Kurgusal yapısında, zaman zaman, beklenmedik duraksama ve çöküşler görülüyorsa da sonuç olarak bir bütünlük içinde klasik roman kurgusunu izliyor; en azından şiir yazacağına roman yazmaya kalkışanlar gibi süslü laflar etmiyor.

Ancak bu, onun yazdıklarında bir aceleye gelmişliği de ortaya koyuyor. Kayıp Kitap’tan bu yana dirhem ilerlememiş bir anlatım ve yazım, tüm yoksunluğuyla, ne yazık ki bu romanında, yine baş gösteriyor.

Roman metni boyunca kullanılan noktalı virgüllerin (;) bolluğu, bunlardan Çavga’nın elinde fazlasıyla var, onları harcamaya bakıyor diye beni gülümsetti; bir noktalı virgül israfıdır, gidiyordu…

Bilindiği gibi noktalı virgül, anlamca birbirine bağlı, birbirini tamamlayan cümleler arasında veya cümleye karşıtlık yahut güç getirmek için, bir de öğeleri arasına virgül konmuş sıralı cümleleri birbirinden ayırmaya kullanılır. (Bkz: Vural Sözer, Dilinizi Eşek Arıları Sokmasın-İmla Kılavuzu, Gürer Yayınları, s.xxvi)

Bolca noktalı virgülleri okurken dilimizi eşek arıları sokmadı, lakin okuma zevkimizin harap olduğunu gördük; oysa güzel bir hikâyesi var Çavga’nın, şimdi kullandığımız gibi noktalı virgül kullansaydı, ne iyi olurdu!

Osmanlı’nın Sırrı, 2001 yılında Eyüp Mezarlığı’nda cesedi bulunan Yahudi işadamı Üzeyir Garih‘in hâlâ üzerindeki perde aralanmamış cinayetiyle başlıyor.

Ölmeden kısa süre evvel Garih’e, nereden olduğunu öğrenemediğimiz, bir zarf geliyor. Fakat bu zarf da bundan önce gelenler gibi boş zarftır; altıncısıdır… Üzeyir Bey’in bir sırrı vardır, ama bunu biz bilemeyiz, lakin sanırım romancı bilmektedir, ama bize faş etmez. Üzeyir Bey katledilmeden evvel, gazetecilik yapan Baki adlı yeğenini çağırıp ailesindeki herkese mirasından bir şeyler verirken ona sadece bir muska verir, saklamasını söyler.

Üzeyir Garih cinayeti ardından zaman geçer, birgün Baki ceketinin astarına kaçmış o muskayı bulur; demek ki cebi yırtık ceketle dolaşmaktadır.

Ayrıca bu kadar önemli bir emaneti öyle gelişi güzel astar dibinde bırakacak kadar da duyarsız mıdır, Baki?! Biz buna karşılık ararken, birden kendimizi 1905 öncesindeki bir zaman diliminde buluruz. Zira Baki’nin oturduğu yerde içi geçer, uyuklamaya ve doğal olarak rüya görmeye başlar. Rüya ile gittiğimiz Asmalımescit semtindeki bir Mevlevî dergâhından içeri gireriz.

Bu arada, artırmak yerine arttırmak gibi yapılmış birçok yazım hatasının yanı sıra, romanda sıklıkla geçen dergâh sözcüğü dergah olarak yazılmıştır; doğrusu dergâhtır. (Bkz: Mustafa N.Özön, Osmanlıca Sözlük, Bilgi Yayınları, s.143)

Mevlevî Dergâhı’nda Peyman’ı tanırız, genç bir softa derviştir. Peyman’ı oradan alıp kaderine taşıyacak olan çocukluk arkadaşı Zahit ise gazi bir subaydır, kızağa çekilip Abdülhamit’in gizli servisinde ajan olmuştur. Zahit, Peyman’ı, Saray’ın emriyle kurulacak olan Karaköy’deki yeni bir dergâha şeyh yapmak üzere göreve getirir. Bu yeni dergâh, ekaliyetten olan halkı Müslüman yapmaya çalışacaktır, gizil amacı budur. Romancı Peyman’dan söz ederken ¨…saf bakışlı adama böylesi önemli bir göreve-i layık görmüştü¨ der, (s.35) bize de Farsça terkipli Türkçe bir yeni sözcük öğrenmesi kalır.

Sanıyorum, bilgisayardaki bul ve düzelt uygulamasıyla metni tarayan düzeltmen Sayın Bulut F.Çöloğlu‘nun yaptığı bir hatadır bu, yoksa Çavga’nın bu derekeye ineceğini düşünemeyiz.

Buna benzer nice hatalardan da elbette düzeltmeni sorumlu tutmak gerekiyor, ancak başta dediğimiz gibi Çavga’nın ‘Aman bir romanım daha çıksın’ biçimindeki acelesi yüzünden baskıya girecek son metni kendisi de elden geçirmemiş olmalıdır.

¨Sayın Çavga! Biraz yavaş! Birer yıl arayla roman yayınlamasan da olur¨, diye salık vermeliyiz..

Biz hikâyemize dönersek, işte bu Peyman gizli şifreler ilmi diye adlanan ebced hesabına, yani rakam ve harf ilişkisine dayalı karışık şeylerden hoşlanmaktadır, bunlara dair çalışır.

Karaköy’de Müslümanı az, ama Hıristiyanlar başta olmak üzere ekaliyetten halkı çok mahalleye gelip açtıkları dergâh ve konağın çevresine birden doluşan tipler de ilgi çekicidir, bunları Çavga ustalıkla karakterize etmektedir. Böylece sütçüyü, manavı, esnafın hepsini, sonradan Müslüman olacak marangoz Ezoli Usta’yı, şişmanlıktan kat kat olmuş aşçı Ahmet’le, dilsiz olup sonradan aslında konuşuyor olduğu anlaşılan Sadık’ı tanırız.

Bu arada Zahit, bu yeni dergâha göz kulak kesilir. Bir ara Peyman’ı Karaköy’deki zevk ve sefâ âlemlerine engel oluyor diye mahallenin berduş takımı dövmek isteyince onlardan elebaşı ikisini de ustaca ortadan kaldırır, ölüleri dahi bulunamaz. Zahit’in böyle gizli kapaklı işleri olduğu da okur tarafından anlaşılır.

Dergâha yakın bir mahallede yaşayan Yahudi ermişi, bilge adam İzak Efendi bu arada Peyman’la tanıştırılır. Şeyh Peyman, softa kıyafetiyle sık sık onu ziyarete gitmeye başlayacaktır. İzak bir ayağı çukurda yaşlı bir adamdır ama canını dişine takıp Kabala adı verilen Yahudilere ait rakamları dizeleyip Tevrat’taki gizli sözleri anlamaya çalışan mistik öğretiyi Peyman’a öğretir.

Bu arada, Karaköy Limanı’na gelen yabancı bir gemiden inmiş sandık sandık malzemeler dikkatlerini çeker, Zahit bunun ardına takılınca ambarlardaki o sandıklardan birisini kaldırtır, gizlice dergâha getirtir, içinden çıkan parçaları kendisi subay olduğu hâlde anlamamıştır, eskiden Ordu’da kazanbaşılık yapmış aşçı Ahmet’e sordurur. Ahmet bunların patlayıcı madde ve bomba yapımına ait şeyler olduğunu söyler. Zahit, nedense, hazır elinin altında bomba yapılacak malzemeler varken, yani suç üstü/cürm-ü meşhûd yapmışken, kimseye belli etmeksizin aldığı gibi geri götürüp ambara kor!

Karşılaştıkları tezgâh şudur: Avrupa’da çöreklenmiş bir Siyonist kuruluş, Padişah Abdülhamit’ten Filistin’i satın almayı istemekte, bu amaçla bir Fransız bankasını da kullanarak baskı yapmaktadır. Abdülhamit Filistin’i satmaya karşıdır, o yüzden Siyonistler ve başlarındaki tarihî kişilik Thedore Herzl ortaya çıkar, Pera Palas‘ta padişaha karşı suikast planlanır. Bu meyanda Peyman’la İzak Efendi başbaşa verip ellerine geçen belgelerden Cifir ve Kabala yöntemlerini kullanıp suikastın sırlarını vâkıf kesilirler, iş suikastın olacağını padişaha duyurmaya kalır. Abdülhamit’in rüyalara gösterdiği vesveseli takıntı burada işe yarar, insan bilinçaltını zorlamakla rüya görülebileceğini ansıyan bir takım işlemlerle Peyman’a zorla rüya gördürülür.

Rüyasında Abdülhamit’i suikaste uğramış gördüğünü Peyman söyler söylemez, Yıldız Sarayı’ndan davet alır. Gider, suikast rüyasını padişaha haber verir.

Padişah korunmak için polis sayısını artırmak yerine, Peyman’dan bir tılsım yapmasını, muskaya koymasını ve kısa sürede kendisine getirmesini ister; dergâh şeyhidir ya, yapsın artık…

Peyman bir tılsım yazar, İzak Efendi’den aldığı bilgilere de dayanıp; işte o tılsım 96 yıl sonra Üzeyir Bey’in elinde görülecek tılsımdır!

Gelgelelim bu arada İzak Efendi’nin gizli örgüt tarafından öldürülmesinden evvel ona bakmakta olan İzabel adlı bir Fransız Yahudisi hanımdan söz etmeliyiz. Zira Peyman’ı baştan çıkartıp, sonunda bir gece koynuna da sokan bu İzabel, romanda, önce hemşire olarak tanıtılır, ardından doktor olduğunu öğreniriz; ama olsun, bu karışıklığıa rağmen, her ikisi de nihayetinde tıbba hizmet etmektedir.

İzabel aslında bir tür Jezebel’dir, iyi maskesi altında vamp bir kötülük yapar ve Peyman’ı terk eder; Avustralya’da bir göreve atanıp gider.

Yıllar sonra Çanakkale Harbi’nde Anzaklara yardım için gelecek, orada yaralanacak, er olarak savaşa girmiş Peyman tarafından cephede bulunup kurtarılacak, sonra Müslüman ve nâdim olup Peyman’la evlenecek, İstanbul’a gelin gelecektir.

Ama bu tatlı sondan evvel, 21 Temmuz 1905 gününün Cuma namazına alayla gidilirken padişaha -gerçekten- düzenlenmiş Yıldız Camisi önündeki bombalı saldırıya gelmemiz gerekir.

Bilindiği gibi Ermeni komitacıların düzenlediği bu saldırıyı, romanda Siyonist teşkilatın işi olarak okuruz. Bir de Abdülhamit’in iki dakika gecikmeyle Camiye girmesine neden olan, böylece onun hayatını kurtarmış sayılan Şeyhülislam Cemaleddin Efendi‘nin yerine romanda Peyman rol alacaktır; bu anakronizm ve isim kaydırmaları her romanda olabilir, romancının buna hakkı vardır.

Saatli bomba, bu gecikme yüzünden, hedef aldığı Abdülhamit’i öldürmez, ama cami avlusunda 28 kişinin hayatına mâlolur. Romanda ölenler arasına Zahit de girecektir.
Servet-i Fünûn yazarlarından Tevfik Fikret‘in bu suikastın gerçekleşmemesine duyduğu üzüntüsünü anlatan, meşhur, Bir Lahza-i Teahhur (Bir anlık gecikme) adlı şiirindeki olay, Peyman’ın karıştığı olaydır.

Çavga’nın bu olay üzerine kurgusu, yazımızın başında da söylediğimiz gibi onun hikâye-hatta yer yer masal, aktarma hevesi ve becerisiyle romanı okutuyor; en azından kitabı orta okul seviyesindeki bir okurun dahi elinde görülebilecek düzeye indirse de, okutuyor…

Böylesi bir dönem romanında, kullandığı dile daha dikkat etmesi gereken Çavga, örneğin doğrudan yerine direk, sıradan için rutin, hitabet derken diksiyon, fazladan sözcüğüne ekstra demekle bu gibi dile sonradan eklenti olmuş sözcükler kullanıyor.

Sanırsam diye, zannedersem‘den kaynaklanan bir galat-ı meşhur, yani çok yapılan hatayı işliyor. Dahası, yok öyle değil anlamındaki günlük dilde ağzımızdan yooo diye çıkan sözcüğü ¨yo¨ kısaltmasıyla lügata ekliyor.

Sayfa 221’de demir aksam denileceğine, demir akşamlara bakan Refik, diye bir söz dizesi romanın hızını, işte orada kesiyor. Yine sayfa 167’de, Ter kan içinde uyandım, deniyor ki bunun doğrusu kan ter içinde olmalıdır.

Lafımızın yarıdan fazlası, Burak Fazıl Çabuk‘un elinde son zamanlarda güzel yapıtlar çıkartan Paraf’ın düzeltmeninedir.

Örneğin 293.sayfada maddi bir hatayı görmeyen düzeltmen ve editör Gül Süpçeler, patlamada Zahit yerine hem Peyman’ı öldürmüşler, hem de sonradan Peyman’a Peyman’ı cesetlerin arasında aratmışlardır; biraz dikkat! Üstelik oradaki uzun ve bozuk cümleyi de görememiş olmaları, üzerimizde hayret bırakıyor.

Bir romancı yapıtını tamamlamak sevdası ve hevesiyle, kimi zaman, bir editör ve düzeltmen titizliği göstermeden çala kalem yazabilir, ardını toplayacak olanlara güvenip!
Bayan Süpçüler ve Bay Çöloğlu, Çavga’yı bu anlamda yalnız bırakmışlardır.

Bununla beraber Çavga’nın da kusurlarını yüzüne söylememiz gerekiyor, bundan sonra iyi bir roman beklentisiyle: -miş’li geçmiş ve -di’li geçmiş zamanlarını ardı ardına ve aynı zaman diliminde kullanıyor olması, Çavga’nın bu romanında içine düştüğü bir ciddi hataydı; daha öncekinde görmemiştik.

Öte yandan, kitap kapağında Abdülhamit’in 1918’de çekilmiş ve aslı Teksas Üniversitesi’nde bulunan son fotoğraflarından birisi yer almaktadır. Romanın tümü düşünüldüğünde yanlış bir seçim değildir bu, ancak Abdülhamit üzerine yazılı başka akademik yapıtları andırıyor olması bir yana, böyle bir kapak tercihi yapmak romanı ciddileştirmektedir, oysa gerçeklikten uzak bir kurguyu ele alan Çavga’nın sayfalarda masala ulaşmış bir hikâye anlattığı sırada kapak başka telden, havadan çalmaktadır.

Öyle ya da böyle, Türk romanının konu ve kurgu sıkıntısı çektiği bu son dönemde Osmanlı’nın Sırrı bu sıkıntıyı en azından aşmış bir roman olarak sır merakındaki okura bir şey ifade ediyor.

Osmanlı’nın Sırrı – Gizli İlimler Savaşı,
Roman
Murat ÇAVGA
Paraf Yayınları
1.Baskı, Ocak 2012, İstanbul
304 sayfa

____________________

* [email protected]

718010cookie-checkBir anlık gecikmeyi Peyman’a borçlu Abdülhamit, bu romanda

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.