Bir gün arayıp bulamamak var…

Bugün çok acılı olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum… Bir insanı kaybettim, ona dost demenin yeterli olamayacağı…

Bazı insanlar vardır hayatımızda, onlar sevgileriyle güzelleştirirler yaşamımızı. Ne zaman ihtiyacımız olsa yanımızdadırlar ve bizi dinlerler.

Ayşe Nil Tahralı, Annem, ablam, dostum, arkadaşım, hiçbir hitap şekli tam karşılık gelmiyor içimde sana hissettiğim yakınlığı anlatmaya…

Sen ne güzel bir sihirmişsin hayatımda da  bilememişim…
Bir gün seni arayıp da bulamayacağım günler de gelecekmiş, bilememişim…

Ayşe Nil’le, İktisatçılar Lokalinde kendisinin konuşmacı olarak katıldığı bir söyleşi  sırasında tanıştık. “Kaçıklık Diploması” adlı, kendi öz yaşam hikayesinden esinlenerek yazdığı kitabı yeni çıkmış ve ses getirmişti.

Bir kadının “ben kaçığım” diyerek kendisini masaya yatırması ve olanca çıplaklığıyla yaşadıklarını anlatması toplumumuzun alıştığı bir şey değildi. Daha psikoloğa gidenlere deli diye bakmayı aşamadığımız ve garipsediğimiz bir toplumda bulunduğumuz düşünülürse, böyle bir toplumda “Ben delirdim ve iyileştim” diyebilmedeki meydan okumayı sanırım herkes anlayabilir…

Ayşe Nil’i yakından tanıyan insanlar bunu biliyorlardı sanırım. İçindeki tüm korkuları bir yana bırakarak, en çok da yeniden geçmişe ve hasta günlerine dönme korkusunu, dört elle yaşama sarılma sevdasını ve içine sığmayan, her an patlamaya hazır olan o volkanı, onu yakından tanıyanlar gerçekten biliyorlardı.

O çok yetenekli, sıcacık bir yüreği olan,  kalemini içindeki insan sevgisine daldırıp öyle yazan, ayrıca bir yazar olmadan önce gönül insanı olan gerçek bir Anadolu aydınıydı. Bu deyimin altını özellikle çizmek isterim, çünkü hep Türkiye’de gerçek aydınların Anadolu’dan çıkacağını, gerçek aydınlanmanın da Anadolu’dan başlayarak, oradan yükselen bir dalgayla tüm ülkeye yayılarak olacağını söylerdi.

Onun, “Yanılgılarımız”  adlı eseri,  bu konudaki  görüşlerini ve bir Anadolu aydını olarak ülkesi hakkındaki kaygılarını dile getirdiği kitabıydı. “Kaçıklık Diploması” ise hastalığını anlattığı ve iyileşme sürecinden sonra çevresindeki insanları, ilişkileri,  delilik deneyiminin nasıl bir şey olduğunu, insanların kendisine yaklaşımının nasıl olduğunu vs… çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu çok ilgi çeken kitabıydı.

Tunç Başaran bu kitabın senaryolaştırılmasını sağlayıp, konuyu beyaz perdeye aktarmıştı ama film başarı kazanamamıştı. Ayşe Nil kendisi o filmden hep nefret etmiş ve Tunç Başaran’ı da aslına sadık kalmadığı ve eserini mahvettiği için mahkemeye vermişti.

Gerçekten de filmi izleyenler bilirler, Ayşe Nil’in kitabındaki kahramanın insan sevgisi, yaşama tutunması, hayatı ince alayı, tüm  o acıların içinde “her şeye rağmen ben buradayım diyen sevda masalı yerine” bunalım bir kadının karanlık, kendi kabuğunda boğularak geçirdiği bir yaşam ve çevresinde olup bitenler olarak işlenmişti film. Gri ve ağır akışı olan, çok renksiz, gerçekten akıl hastalığını insanlara öcü gibi gösteren ve onları yaşamdan soyutlayan bir eserdi bu ve Ayşe Nil’e haksızlıktı.

İktisat Lokalinde ona bir soru sormuştum, “deliliğinizi kullanarak popüler olmaya çalışmadığınızı nerden bileceğiz” diye ve o da gayet doğal bir şekilde “seni örgüt mü gönderdi buraya” diye mizah yollu bir cevap vermiş ve oradaki herkesi güldürmüştü… Daha sonra onun telefon numarasını almış ve Fenerbahçe’deki evine ziyaretine gitmiştim…

Ondan sonrası, öyle çok anımız var ki hepsi birbirinden değerli ve bir sürü ilkleri yaşadığım onunla… Yalova’ya ilk onunla gittim, termale onunla girdim, Çınarcığa, Armutlu’ya, İznik’e… Arabada çaldığımız klasik müzikler ve doğanın eşsiz güzelliğinden süzülürken yaptığımız yol sohpetleri… Onun püfür püfür tüttürdüğü sigarası ve “artık şu illeti bırakmalısınız” diye başladığımız onun sağlığı ve tiryakiliği üzerine konuşmalarımız…

Çınarcık’da önce denize girer sonra her zamanki yerimizde İskender kebabı yerdik. Bazen canımız yol yapmak ister, özellikte baharda, canlanan doğanın, açan tomurcukların neşesini içimizde hissederek Armutlu’ya uzanırdık. Harika bir yol arkadaşıydı gerçekten. Şefkatli, tok sesiyle sizinle tatlı tatlı sohbet eder, konuşurken de sizi pür dikkat dinlerdi. Onunlayken gerçekten önemsendiğinizi bilirdiniz. Öyle güzel bir duyguymuş ki bu, şimdi bunu daha iyi anlıyorum.

Ayşe Nil’le sık sık da balığa çıkardık Yalova’da. Bir Murat kaptanımız vardı. Ayşe Nil, “bu çocuk senden hoşlanıyor” diye hep takılırdı bana, bensiz Murat kaptanla balığa gitmişlerse de hep onun selamını iletirdi. “Murat Kaptan yine seni sordu, hiç de fena çocuk değil hani, esmer,  yakışıklı, teknesi kendine ait, her gün balığa çıkar, geçinip gidersiniz, sen de balık tutmaya bayılıyorsun nasılsa, bir daha düşün istersen”, sonra birlikte gülüşür sonra asıl gündemimize geçerdik.

O sıralar kafamda kim varsa veya ne tür kaygılar yaşıyorsam, saatlerce ona anlatır yorumlarını dinlerdim. Öyle iyi bir dinleyiciydi ki, her ne zaman onunla vakit geçirsem yüreğimin hafiflediğini hisseder büyük ölçüde kaygılarımdan kurtulurdum.

Onu İstanbul’da, Küçük Çamlıca’daki evinde de sık sık ziyaret ederdim. Ayşe Nil inanılmaz iyi bir aşçıydı. Hangi yemeği yaparsa yapsın, alıştığımız tattan farklı, büyülü, hoş bir tat mutlaka hissederdiniz yemeklerinde. Salatayı bile olağanüstü güzel yapardı. Benim en çok sevdiğim yemeği ise Zeytinyağlı dolmasıydı. Ne zaman  ben onu ziyaret edecek olsam, “bak sen  seviyorsun diye zeytinyağlı dolma yaptım” der ve bana kendimi özel hissettirirdi.

Onunla yapmaktan en çok zevk aldığım şeylerden biri de birlikte Kavak’a balık yemeye gitmekti. Beni her zaman Üsküdar’daki çeşmenin oradan alırdı. Arabasının kapısı açılır açılmaz hoş bir  müzik sesi yayılırdı etrafa. Müzik zevkimiz çok uyuyordu, bu da seyahatlerimizi ikimiz açısından da keyifli kılıyordu. Ben Vivaldi’nin dört mevsinin çok severdim, o da severdi, Ben slov caz severdim o da severdi. O Mozart’ı çok severdi ben de. Ara sıra, flüt, keman, gitar konçertosu da dinlerdik. Yol müziği olarak en güzel müzikleri seçmekte üstüne yoktu…

Ayşe Nil’le olan anılarımı anlatmakla bitirebileceğimi sanmıyorum…

En son onunla ufak bir kırgınlık yaşayıp ayrılmıştık. Onun için bir süre onu aramamaya karar vermiştim… Ama o süre biraz uzun kaçtı sanırım dostlar, artık onu arıyorum, arıyorum bulamıyorum…

Onun öldüğünü bir yakınımdan öğrendim, gazetede, Hıncal Uluç’un onunla ilgili yazdığı bir makaleden duymuş ve sonra da ölüm ilanını görmüş. Öldüğü üç haftadan fazla olmuş. Kalp krizi geçirmiş.

Acımı anlayabilir misiniz bilmiyorum. Böylesine çok sevdiğim, böylesine yakın hissettiğim bir insan, son bir kez göremeden uçup gitti ellerimden. Cenazesine bile gidemedim.

Aslında onun öldüğü günlerde onu aramak için büyük bir arzu vardı içimde, telepati olmalı, onu sık sık düşünüyor ama istediğim halde bir türlü arayamıyordum.

Nereden bilebilirdim ki varlığının sessiz sessiz aramızdan ayrılacağını ve onun o sıcak tok sesini bir daha duyamayacağımı… “İyi ki aradın, sesini tekrar duymak ne güzel Çiğdem”, “Ben de seni özlemişim”,  Ben de seni seviyorum”, eğer konuşmuş olsaydık, muhtemelen son konuşmamız böyle olacaktı.

Oysa şimdi elimde kalan büyük bir pişmanlık ve kırgın ayrılığımızın acısıyla daha da yakıcı bir hale gelen dayanılmaz özlemim…

Siz siz olun sevgilerinizi ertelemeyin dostlar, aklınıza geldiği an arayın, kırgınsanız barışın, seni özledim deyin doya doya, “yoksa arayıp bulamamak var” gerçekten.

Benim şu andan itibaren ilk işim, bu şekilde ne zamandır aramayı düşünüp bir türlü arayamadığım bir iki insan var, onları aramak olacak…

Öyleyse neden siz de hemen telefona sarılmıyor ve çok geç olmadan, uzun zamandır sesini duymak istediğiniz bir dostunuza alo demiyorsunuz….

Arayıp bulamamak var gerçekten…

Ve acı dolu bir pişmanlık sonrasında…

________________

*Yar.Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi

1079300cookie-checkBir gün arayıp bulamamak var…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.