Bir insan ömrünü neye vermeli?

Yaşam hiç durmadan ilerleyen, kimimize zalim, kimimize bedestan bir döngü… Şöyle bir düşünürsek; uygarlıkların, zaman, mekân ve ömürlerin gelip geçtiği bu devranda duyduklarımız, bildiklerimiz içinde hep üreten, farklı, duyarlı, güzel insanlar kalıyor aklımızda. Hep bir adım ileri gitmeye, kendini aşmaya çalışan, zorluklarla savaşan, eser bırakan, bir yerin, bir ulusun, insanlığın ortak belleğinde ölümsüzleşen insanları anımsıyor, kutsuyoruz.

Bozkırın Tezenesi, büyük usta Neşet ERTAŞ’ın “gölgesi olmaz” dediği kötüleri bazen hınçlanıp ömür tüketerek, bazen Yaradan’a havale ederek unutup, geçip gidiyoruz.

Ama Ruhi SU’nun dediği gibi;

Ne mutlu bize ki insan olmuşuz
İnsan sevgisini gerçek bilmişiz
İnsanın dalında açıp gülmüşüz

Muhabbet insana, cana muhabbet diyen, halkın gönlü, gözü, kulağı olup insanlıktan payını alanları yüzyıllar sonra hala yüreğimizin yanıbaşında biliyor, buluyoruz. İnançlarımızı sömürmeyen, çocuksu düşlerimizi çıkarlarına alet etmeye çalışmayan, samimi gönülleri unutamıyoruz.

Yazıya başlık olan konuyu uzun zamandır düşünüyordum ancak sorunun tam karşılığı olabilecek bir özne veya kahraman seçememiştim. Kahramanım 11 Nisan 2011 günü ortaya çıktı. Ölümünün 30. yılında yapılan anma programı ve belgeselden sonra karar verdim ki bu yazımın öznesi binbir emekle “adam” olmuş, öğretmen, halkbilimci, yazar, yapımcı Ümit KAFTANCIOĞLU idi.

Ümit Kaftancıoğlu

O tarihten beri bu engin insanı tanımaya çalıştım, neler çıktı neler… Bir ömüre binlerce değeri sığdırıp donatmış bir derya ile karşılaştım. İşte o büyük insanın yaşamından bazı kesitler:

1935 yılında Ardahan’ın Hanak ilçesinin Koyunpınarı (Saskara) köyünde dünyaya gelir, asıl adı Garip Tatar’dır. “Çocukluğu Dede Korkut boylarının zengin anlatım geleneği içerisinde, halk âşıklarının, sözü sohbeti bilenlerin dizinin dibinde destan, masal, türkü, efsane dinleyip, okuyarak geçer.” Daha küçücük bir çocukken, diploma alacak kadar okumuş-yazmış halde köyündeki ilkokula başlarken, okurken çok çocuklu, yoksul bir köylü ailenin bütün yükü omuzlarındadır. İlkokuldan sonra tek çıkar yolu olan Cılavuz Köy Enstitüsü’ne girmek için yıllarca uğraşır, yollara düşer ve başarır… Enstitüden sonra Mardin Derik’te ilkokul öğretmeni, Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü bitirdikten sonra da Rize Pazar’da Türkçe öğretmenliği yapar. Askerlik dönüşü, TRT’nin açtığı sınavı kazanarak, Köy Yayınları bölümünde göreve başlar.

Bir insan ömrünü neye vermeli?*
Harcanıp gidiyor ömür dediğin.
Yolda kalan da bir, yürüyen de bir,
Harcanıp gidiyor ömür dediğin.

“Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır” inancıyla TRT İstanbul Radyosu’nda “Av Bizim Avlak Bizim”, “Dilden Dile” ve “Yurdun Dört Bucağından” gibi programlarla halk kültürünü, halk âşıklarını, halkın eksiğini ve sıkıntılarını mikrofona taşır. Anadolu’yu gezerek derlemelerle halkın sözlü yazınını ve halk türkülerini yazıya döker. Günümüzde bile sevilerek dinlenen “Evreşe Yolları Dar” ve “Yüksek Yüksek Tepeler Ev Kurmasınlar” türküleri Kaftancıoğlu’nun derlemeleri arasındadır.

Bütün bunları yaparken içinden geldiği Anadolu insanı ile gönül bağını hiç koparmaz. Yaşamını onların hak ettikleri yaşam bilincine ulaşmalarına adar, haksızlığa, insanın insanı, hayvanı ve doğayı sömürmesine karşı çıkar. Bunun için; “Benim görevim uygar olmayan, hakkı yenen, ezilen insanları haykırmak, elinden tutmak, gerekirse ölmektir” diyerek savaşır.

Radyo programcılığı yanında edebiyat dünyasında da adını duyuran Kaftancıoğlu, öykü, roman, söyleşi, deneme türünde 17 esere imza atar, gazete ve dergilerde politik ve sanatsal yazılar yazar. “Köroğlu Kol Destanları” adlı eşsiz eseri gibi yaptığı çalışma ve yayınlar insanlığa kendi deyişiyle; “on bin yıllık birikimin” kazanından tadlar sunar. İnsan sevgisiyle dolu yüreği 1979 Çocuk Yılı ve sonrasında geleceğin umutları için yazdığı “büyülü” yazınlar için çarpar.

O’na göre politika da sanat da halk ve Cumhuriyet için yapılmalıdır. Bu konuda ilkesini şöyle dile getirir; “Benim köyüme, benim ulusuma yararı, yardımı dokunmayan bir yazı, bir sanat sıfırdır.” Edebiyat ustalarının; “karanlığın ışığı arayışı, aydınlığa özlem” diye tanımladığı “Dönemeç”le (Öykü) TRT Büyük Ödülü (1970) ve “Hakullah”la (Röportaj) Milliyet Gazetesi Karacan Ödülü birinciliğini (1972) alır. Çalışmalarına yön veren hep eğitim aldığı aydınlık ocağı Köy Enstitülerinin ruhudur;

Aynı yolda aynı emek,*
Gönüllerde tek bir dilek;
Türk köyünü önde görmek,
Engelleri aşıyoruz,
Ülkümüze koşuyoruz.

Mehmetçiğin oğlu kızı,
Atatürk’ten aldık hızı,
Başarırız kavgamızı,
Engelleri aşıyoruz,
Ülkümüze koşuyoruz…

Daha öğretmenliği sırasında dikkat çeken, kovuşturmaya uğrayan, ancak asla taviz vermediği duruşu ve yaşamı hakça, kardeşçe bir hale getirme çabası birçok aydınlık ve başarılı insanın başına geldiği gibi “birilerini” rahatsız eder. Yedi yıl fiilen yürüttüğü Köy Yayınları bölümünden alınarak Kültür Yayınları bölümüne verilir. Yeteneğine, bilgisine ve başarısına güvenen Kaftancıoğlu bu görev değişikliğine içerler, tepki gösterir.

“Bir “Garip” ölmüş diyeler”…

Ömrünü halkının kültürüne ve iyiliğine adayan, yüreği insan sevgisi ile dolu, “Karıncadan file bütün varlıklarla dost” olan bu büyük eğitimci ve halk kültürü araştırmacısı baharın filizlendiği günlerden birinde, 11 Nisan 1980 günü, görev yaptığı TRT İstanbul Radyosu’na gitmek için çıktığı evinin ve küçücük kızının gözü önünde, “büyük insanlığın”* düşmanlarınca katledilir. Tıpkı yurdu için aynı sevdayla çarpan birçok değerli yürek gibi… Ertesi gün radyoda kendi ölümünü bilen bir insanın buna yaşarken yaptığı değerlendirme yankılanır;

“Ölümümde eşim, çocuklarım en yakınlarım bile tek bir damla gözyaşı dökmesin istiyorum. Benim için caddeleri dolaşsınlar, bir gazete alsınlar, bir kitap karıştırsınlar, kalabalık bir sinemaya gitsinler, bir konferans, bir konser dinlesinler. Ölüm hiç önemli değil, yaşam var dağ gibi, yaşam var gökyüzü, deniz… O insana şaşarım, binbir meyve yüklü bir ağacın altında yere düşmüş sararmış bir yaprağa üzülsün.”

O, kendi gibi birçok cana kıymayı “başarabilen”, özü kara – yüzü kara canilerin aksine yüzünde yaşama karşı verilecek hesabı olmayan her onurlu insan gibi dallarını yere eğen engin bir çınardır. Herkesi can bilen, “dost” diyen, yaşamın her anından güzellikler devşiren güleç bir çocuktur.

Yüreğin ürperir kapı çalınsa,
Esmeyen yelinden hile sezerler,
Künyeler kazınır demir sandıkta,
Savrulup gidiyor tohum dediğin.

Her insan dünyadaki bütün varlıklar gibi benzersizdir. Hepsi aynı potada eritilen, birbirinin aynı bir insanlık ne kadar yavan, yozlaştırılan, yozlaşan herşey gibi ne kadar değersiz olur? Bize benzemeyenlerdeki zenginliğe bakmak yerine acımazsızca eleştirmek, ötekileştirip hayatı zehir etmek hatta daha ileri giderek bizim gibi düşünmeyenlere, hiçbir akıl, vicdan ve inançta olmayan vahşetle kıymak nedendir? “Kul hakkıyla gelmeyin!” diye emreden bir öğretinin meftunları, bizler bu insanlıkdışı zavallılıkları nereye koyabiliriz? Hoca Nasreddin’in dediği gibi; “herkes aynı yöne giderse dünyanın dengesi bozulmaz mı?”

Cellât yatağında uyandı bir gece,
“Tanrım dedi, bu ne zor bilmece?
Öldükçe çoğalıyor insanlar,
Bense tükenmekteyim öldürdükçe…”

Din, vicdan söylemlerini dilinden atmayıp “yaradılmışların en şereflisi” canlara birilerinin çıkarları veya kendi cahillikleri nedeniyle kıyanlar ne kadar zavallıdırlar… Onların gücü sadece böyle savunmasız insan iyilerine yeterken kendilerinden güçlülerin karşısında sinek kadar küçüktürler.

Yaradılanı Yaradan’dan ötürü hoşgörme erdeminin bayrağı ulu Yunus Emre’miz, komşusu açken tok yatanı bizden saymayan inancımız, vatanımızı savundukları cephelerde düşmanının bile insan olduğunu unutmadan iyiliği elden bırakmayan atalarımız varken bu insanlık mucizesini bizden başka kim yaratabilir?

Aladır gözleri, hilaldir gaşı,
Arasan dünyayı bulunmaz eşi,
Yaylanın garından ak beyaz döşü,
Uzanıp yanına ölesim gelir, diyen Karac’oğlan da,

Seyreyle güzel, kudret-i Mevla neler eyler,
Allah’a sığın, adli Teâlâ neler eyler.

Meylemezem gayrısına Hazret-i Hak’tan,
Hem yüzleri dost özleri düşmandan usandım, diyen Kuddusi’de bizim değil midir ve herbiri yüreklerimizde başka başka fırtınalar koparmaz mı?

Sevgili canlar sabrınızı zorlamazsam burada anlatmadan geçemeyeceğim bir söylenceyi paylaşmak isterim;

Söylencemize göre dağda çoban olan dağ evliyası ile şehirde ayakkabıcı olan şehir evliyası arkadaştır, ikisi de bekârdır. Dağ evliyası çoban günlerden bir gün şehir evliyası olan ayakkabıcı arkadaşını ziyarete gider, giderken de mendilden büyücek çıkınına doldurduğu karı O’na armağan götürür. Şehre inip ayakkabıcı dükkânına vardığında arkadaşını kızgın körüğün karşısında çalışır bulur. Selamlaşır, kucaklaşıp öpüşürler. Dağ evliyası çoban getirdiği kar çıkınını körüğün üstüne asar (evliya ya). Hâl hatır sorup tam koyu bir sohbete dalarlar ki dükkâna ayakkabı yaptırmak isteyen bir kadın gelir. Ayakkabıcı evliya, kadına ölçüsünü almak üzere ayağını yüksekçe oturağa uzatmasını söyler. Kadın pabucunu çıkarıp paçasını hafifçe yukarı çemreyerek (kaldırarak) beyaz ayağını kalıba uzatınca o zamana kadar hiç çıplak kadın ayağı görmemiş çobanın içi bir hoş olur.

Bu iş bitip kadın gider ama ondan sonra bot yaptırmak üzere bir kadın daha gelir. Paça bu kez biraz daha yukarı kalkınca körüğün üstündeki kar kendini hafifçe salar. Çobanın bu hali şehir evliyası ayakkabı ustasına malumdur ama sesini çıkarmaz.

Daha sonra gelen kadın bu kez bir çizme yaptırmak isteyip kar da yavaş yavaş körüğe damlamaya başlayınca ayakkabıcı evliya taşar;

“Çek karını, söndürüyorsun nârımı. Dağ başında herkes evliya olur, marifet akıl çelen bunca şeyin içinde evliya kalabilmektir.”

Dışı eli yakar içi de seni,
Sona eklenmeli sözün incesi,
Ayrılık gününün kör dereleri,
Bölünüp gidiyor nehir dediğin.

Asıl marifet; herşeyi tam tekmil iken değil, ayakları “ham çarık, kıl çorapta” bir “Garip” iken yüreğindeki gücü görmek, büyütüp besleyerek “yok”tan, “var” olmak, dişiyle, tırnağıyla çalışıp kendine ve halkına “Ümit” olabilmektedir…

Asıl zerafet; Ümit Kaftancıoğlu’nun koca yüreğiyle haykırdığı gibi ahde vefayı bilmek;

“Ben Atatürk’ün çocuğuyum. Onun kurduğu ülkenin topraklarını çiğniyor, onun kanadının altında yaşıyorum. Dağların kovuğundan, mağaradan O’nun eliyle kurtuldum” diyebilmektir.

Asıl cesaret; daha yolun yarısında öleceği baştan belli karınca misali inandığı değerler için yola çıkıp hiç olmazsa bu yolda ölmeyi göze alabilmek, Kaftancıoğlu gibi; “bahtiyarım, uğrunda gözümü kırpmadan can vereceğim değerlerim vardı ve bunlar için mücadele ettim. Şimdi olsa yine aynı şeyi yapardım” diyebilmektir. Bunu söylerken amaç ölüme öykünme, değildir, aslolan yaşamaktır. Ama nedense O ve O’nun gibi birçok insanın kutsal yaşam hakkı yaradılışta kendisinden hiçbir üstünlüğü olmayan kimi “insanlar” tarafından elinden alınmış, bu haksızlıkların çoğu hesabı sorulmak yerine yok sayılarak üstü örtülmek istenmiştir.

Bir insan ömrünü neye vermeli?
Para mı, onur mu? Taş – dikenli yol.
Ağacın köküne inmek mi yoksa?
Çırpınıp duruyor yaprak dediğin…

Bir insan ömrünü insan olmanın erdemlerine, bilime vermeli, hakça yaşanacak bir dünya için mücadele etmeli, yaşama değer katmalıdır. Ama ölerek değil, yaşayarak, yaşatarak, üreterek…

Bağışlayın hocam, sizi anlatmaya çalışmayı günlerdir sonlandıramadım… Ümit KAFTANCIOĞLU olmak ne denli zorsa sizi, sizleri anlatmak da o denli zor… Biliyorum yaşamınızda umuda, insana olan inancınızı hiç yitirmediniz, ne olur bundan sonra da yaşanan bunca haksızlığa, kötülüğe pabuç bırakıp gelecekten ümidinizi kesmeyin! Güzel yüreğinizden öyle güzel tohumlar saçmışsınız ki, Anadolu toprağında yeşerecek, binlerce “Garip”i, milyonlarca “Ümit”e çevirecek analar, atalar ve onların her birinin yüreğinde kendi ile yarışan yüzlerce “Ümit” var. Ve bizler, “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diyen canlar gücümüz yettikçe her bir Ümidimize şairin diliyle haykıracağız;

Ölü evlerin değil, düğün evlerin olsun,
Karakuşların değil, uçan kuşların olsun.

Gözüne ekecek sevgin, beşikte gülecek yavrun,
Güneşli, yağmurlu denizin, açan güllerin olsun.

Terini serip toprağa, kurutacak güneşin olsun,
Türküler söyle dağlara, gökyüzü kuşlarla dolsun…

Kaynakça;

1- Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli? Zülfü LİVANELİ
2- Büyük İnsanlık: Nazım Hikmet
3- Köy Enstitüleri Marşı
4- Cellat Şiiri’nin yazanı bulunamadı.
5- Son şiir; AHMET ÇUHACI
6- www.umitkaftacioglu.com
7- Nasıl Kıyılır? Ahmet ÇAKIR Cumhuriyet 12 Nisan 1982

1622600cookie-checkBir insan ömrünü neye vermeli?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.