Birbirimizi yersek doyar mıyız?

Türkiye yaklaşık beş yıldır ağır bir doğa yağmasıyla karşı karşıya. Binlerce HES projesi, onbinlerce taşocağı ve kıyılardan yaylalara bütün Anadolu coğrafyası bu saldırının tehdidi altında. En vahimi de bu tehdidin, yasal olarak sürüyor olması.

AKP hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana, toprak yasası, maden yasası, kıyı yasası, mera yasası, su kullanım hakkı anlaşmaları ve kırsal yaşamı doğrudan ilgilendiren bir çok alanda yaptığı yasal düzenlemelerle Anadolu’da binlerce yıldır süregelen üretim-kültür-yaşam ilişkisini felç eden uygulamaların önünü açtı.

Nükleer tartışmasında iktidarın dediğim dedik tavrının yarattığı tartışmalar da güncelliğini koruyor… Başbakan ve bakanları bütün siyaset etme biçimlerini dayatmacı ve ‘sürüdürülebilir’ uygulamalar üzerinden deneyimliyorlar.

Kısacası küresel şirketlerin açık pazarı haline gelen Anadolu coğrafyası, bu ağır saldırının yarattığı şoku henüz üzerinden atabilmiş değil.

Bütün bu uygulamaların neredeyse merkezinde yeralan Çevre ve Orman Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde meclis çevre komisyonunda kabul edilen ve kısa adı ‘Tabiatı koruma Kanunu’ olarak tanımlanan yasa tasarısının mecliste kabul edilmesi durumunda, tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin daha sağlıklı bir şekilde korunacağını iddia ediyor. Ancak uzmanların ve çevre kuruluşlarının görüşü bunun tam tersi yönünde. Uzmanların ve kamuoyunun genel kanısı, meclis çevre komisyonunda kabul edilen tasarının yasalaşması durumunda Anadolu’nun ölüm fermanının imzalanmış olacağı yönünde.

Hem bu tasarıya, hem de genel olarak ağır toplumsal ve ekonomik sonuçlar doğuran çevre sorunlarına karşı mücadele eden platform, dernek ve diğer sivil toplum örgütleri, olağanüstü bir gayret ve mücadele yöntemleri gerektiren bu süreçte öylesine bir dağınıklığın içine düşmüş görünüyorlar ki, bu dağınıklığın ve bilgi kirliliğinin bir an önce giderilememesi durumunda kaybeden Anadolu’nun bizzat kendisi olacak…

Peki bu hızlı ve yoğun saldırı karşısında yaşam alanlarını savunanlar ve çevre örgütleri ortak soruna karşı ortak bir tepki vermeleri gerekirken neden böylesine ayrıştılar?

Bu soruya herkes kendine göre bir yanıt veriyor. Ancak acilen ortak bir yanıt bulamazsak sanırım sorunun içinde ve bir parçası olarak hepimiz tükenip gideceğiz…

Yalnızca bir kenti örneklemek nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yeter sanırım…

Örneğin Antalya. Türk turizminin başkenti olarak sunulan, ülkenin vitrini olarak konumlandırılan kentin 642 kilometrelik sahil şeridi bulunuyor. Ama Gazipaşa’dan Kaş’a halkın özgürce denize girebileceği bir koy neredeyse kalmadı. Bütün kıyı turizmin işgali altında! Dereleri satılmış, dağları yağmalanmış, 2200 maden ruhsatıyla kutsal inanç merkezleri bile tarumar edilmiş bir kent Antalya.

Belek, Sorgun, Beydağları, Olimpos, Adrasan, Çıralı, Patara… Antalya’nın dokunmaya kıyamayacağınız ormanları son on yılda göz göre göre turizme ve diğer yatırımlara kurban edildi. Milyonlarca ağaç, onbinlerce hektar tarım arazisi ve binlerce dönüm sulak alan katledildi.

Çığlıkara’da Çinliler, Tekke köyünde Hintliler, Kaş’ta İspanyollar… Bölgenin kırsal yaşamı küresel şirketlerin sermaye birikimi alanı haline dönüşmüş durumda.

Bir bakıma Antalya, dünya üzerinde doğası en çok yağmaya maruz kalan kentlerden biri, belki de birincisi.

Peki bunca ağır saldırıya karşı kentte yeterince mücadele eden kaç kurum ya da inisiyatif var? Bir kaç kişinin kişisel çabalarını saymazsak Antalya adeta bu anlamda sahipsiz bir kent görünümünde.

Dünyanın en ağır çevre sorunlarıyla boğuşan kentin, bu sorunlara karşı bilimsel ve hukuki argüman üretecek doğru dürüst bir tek kurumu bulunmazken, aynı kentin üniversitesi sorunun kaynağı olan Çevre Bakanı’na ‘çevre özel ödülü’ veriyor.

İşte sorunun özü tam da burada başlıyor. Antalya gibi ülkenin dört bir yanında eşzamanlı yürütülen saldırı, yıllardır toplumun ancak ‘tuzu kuru’ kesiminin meselesiymiş gibi yansıtılan çevre meselesini birden kırsal yaşamın tam da ortasına yöneldi. Kentlerde üretim krizine giren, tıkanan küresel kapitalizm, uzunca süredir rezerv olarak gördüğü doğal varlıklara yoğun biçimde saldıırnca Anadolu’nun kendi kendine yetme mücadelesi veren kırsal yaşamı ağır darbe aldı. Yıllardır yaşam alanlarını savunma mücadelesi veren bir avuç gönüllü insanın bu dönemdeki yükü ve sorumluluğu daha da arttı. Başlangıçta yalnızca ‘çevre sorunu’ymuş gibi görülen, gösterilen sorunun aslında ülkenin bütün yaşam alanını tehdit eden bir sorun olduğu kavranmaya başlandı.

Ancak yıllardır ‘çeviri’ bir anlayışla çözümler üretilmeye çalışılan bu meselenin en önemli handikapı, yerelde, kentlerden bilimsel ve hukuksal destekler alarak kendi olağan koşulları içerisinde gelişen ve henüz emekleme devresinde olan çevre hareketinin kırılgan yapısını koruyamamasıydı. İktidar baskısı, yerel dengeler ve ekonomik açmazların kıskacında varolma mücadelesi veren kırsal çevre hareketleri son iki yıllık süreçte ağır bir yükün altına girdiler…

Bu dönemde kentlerde örgütlenmiş olan ve daha kurumsal bir yapıya sahip, ulusal ve uluslararası aktörlerle ortak projeler geliştiren çevre kuruluşları, özellikle HES’lerle ilgili yürütülen mücadelede kırsal dinamiklerle önemli bir işbirliği gerçekleştirdi. Başlangıçta geniş tabanlı bir hareket olarak ortaya çıkan ve büyük küçük 50’den fazla kuruluşu aynı sorun etrafında bir araya getiren örgütlenme modeli, bir süre sonra küçük fikir ayrılıkları, giderek de sorun çözme argümanları konusunda temel ayrışmalar yaşamaya başladı. Bunların ayrıntılarına girmeyeceğim ancak temelde her örgütlenme modelinde ortaya çıkabilecek ve ortak akılla giderek aşılabilecek ayrışma konuları, giderek siyasi tartışmalara, oradan da kopma noktasına götürdü süreci…

Türkiye bu yakıcı sorunlar karşısında hazırlıksızdı ve zaten ‘dereyi görmeden paçayı sıvamayan’ toplumsal algı, bu süreçte de işledi ve zaman sorunun kaynağı olan siyasi iktidar ve ondan beslenen sermaye gruplarının lehine işlemeye başladı…

Türkiye için şans olabilecek bir oluşum, birden sorun karşısında şanssızlığa dönüşüverdi.

Ardından yeniden kendi yollarını çizen grupların birbirinden bağımsız attığı adımlar kamuoyunda sorunu algılamayı farklılaştırsa da, bu giderek zenginliğe dönüşebilecek çok parçalı ama güçlü bir deneyimin doğmasına da yol açabilirdi.

Ancak ne yazık ki bu böyle olmadı…

Takım oyunu oynamanın her zaman zor olduğu Türkiye’de, bu alanda da bazı oyuncular sahneye çıktılar ve bitmek bilmeyen bireysel çekişmeleriyle Türkiye’nin doğasına en büyük zararı kendi elleriyle verdiler. Bir yandan rüşvet iddiaları, bir yandan siyasi evhamlar konuşulurken, bir çok derneğin ve kurumun yıllardır rezerv edilen sorunsalları bu dönemde ortaya boca edilerek bizzat mücadelenin kendisi cezalandırıldı. Ortak mücadele ettikleri yapıya karşı yöneltilmesi gereken eleştiriler, giderek dozu artarak, zaman zaman bayağılaşarak ve akrebin kendini sokmasını andıran biçimde bizzat mücadelenin kendisine yöneltildi.

O,cu, Şu’cu, Bu’cu yaftasıyla kodlanan bir çok aktivistin bütün birikimleri hiçe sayılarak bir çırpıda harcandı. Türkiye’nin köklü meslek odaları, saygın biliminsanları, dernek ve kurumları bu devasa sorun karşısında adeta birbirine girdi. Çok sesli ve farklılıklarla zenginleşebilecek olan bu yapıdan, çok parçalı ve giderek yoksullaşan, silikleşmeye doğru giden bir yapıya gelindi.

Oturup tanık olduğunuz, konuşup tartıştığınız, doğumuna tanıklık ettiğiniz bir olay, ertesi günü akıl alamz komplo teorileri eşliğinde mail gruplarında ve en ağır biçimde tartışılmaya başlandı. Savaştığı düşmanın silahını kuşanan kardeşler ertesi günü birbirini yemeye, hırpalamaya başladı. Daha düne kadar aynı yaylada horona duran insanlar nasıl bu noktaya gelmişti, anlamak mümkün değildi.

İftiranın, kara çalmanın, gerçeğin ve yalanın bu kadar iç içe geçtiği bu zaman diliminde toplumsal inancı budamanın en iyi yolu bu puslu havadan beslenmekten geçiyordu. Şu grubun eylemini öteki küçümsüyor, diğerinin yürüyüşünü beriki itibarsızlaştırıyor; o vadideki diğerini silikleştiriyordu…

Oysa dillere destan bir kardeşlik rüyasıyla başlayan bu süreç, giderek kabusa dönüyordu.

Gerçeğin bu denli parçalandığı bu dönemde, iktidarın ve sermaye gruplarının işini iyice kolaylaştıran süreci bu noktaya getirenlerin sorumluluğunun çok ağır olduğunu zaman geçtikçe daha iyi kavrayacağız.

Anadolu coğrafyası tarihini en ağır saldırısıyla karşı karşıya. Bu saldırı karşısında organize bir güç olması gereken kişi ve kurumların içine düştüğü durum, bizzat saldırının kendisinden daha ağır sonuçlar doğuracak.

Küresel sermayenin yasal olarak Anadolu coğrafyasını kurtçuklar gibi kemirdiği şu koşullarda kişisel hırsların ve egoların ne zaman doyacağını merak ediyor insan.

Kaçımızı sallandırmak gerekir Taksim Meydanı’nda? Hangimizi linç edersek ruhlarımız özgürlüğüne kavuşur? Hangimizin canı hangimize katık olur?

Birbirimizi yersek hangimiz doyarız?

Senin komplon kaç santim?

1196170cookie-checkBirbirimizi yersek doyar mıyız?
Önceki haberBen bu anayasanın…(II)
Sonraki haberİtalya’dan Libya için çözüm planı
YUSUF YAVUZ
YUSUF YAVUZ (GAZETECİ-YAZAR) Isparta, Sütçüler'de doğdu. 1990’da edebiyatla ilgilenmeye başladı. Deneme ve inceleme tarzındaki ilk yazıları 1996 yılında 'Atatürkçü Ses' Dergisi’nde yayımlandı. Aynı yıl yerel ölçekte yayın yapan kanallarda 'Dönence' başlıklı radyo ve televizyon programları hazırlayıp sundu. 1999 yılında Antalya'da kurulan Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nde yazmaya başladı. 2001’de Gazete Müdafaa-i Hukuk’ta Muhabir-Temsilci olarak görev aldı. Daha sonra adı 'Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk' olan dergiyle bağını temsilci-yazar olarak sürdürdü. 2001-2007 yılları arasında Kaş Kitap Şenliğini organize ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere yöre insanının kültür, sanat ve edebiyat çevreleriyle buluşmasını sağladı. 2005 yılında Muğla ve Antalya arasındaki sahil bandında yaşanan yabancılara toprak satışına ilişkin yaptığı araştırmalar önemli etkiler yarattı. Deneme, inceleme, röportaj, düz yazı, haber ve yorumları; Cumhuriyet Akdeniz, Odatv, Yeni Harman, Edebiyat ve Eleştiri, Yolculuk, Evrensel, Atlas, Magma, Aydınlık, Birgün, Açık Gazete gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Antalya merkezli VTV Televizyonunda, Pelin Gel Ağan'la birlikte 'İki Ağaç İçin' adıyla 16 bölümden oluşan bir program hazırlayıp ve sundu. Kanal V Televizyonunda, Biyomühendis Çağlar İnce ile birlikte, Yörük kültürünü ve tarihsel köklerini ele alan 'Islak Çarıklar' adlı belgesel haber programı hazırlayıp sundu. Araştırma yazılarından bazıları, 'Yer Bize Çimen Verdi' ve 'Darağacına Takılan Düşler' adıyla belgesel filmlere de konu olan Yavuz, şu sıralar 'Islak Çarıklar' adlı bir belgesel haber programı için çalışmalarını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak arkeoloji, çevre, kentsel dönüşüm ve tarım konularını ele alan çalışmalar yapmayı yazılı ve görsel medyada sürdüren Yavuz, yıkım politikalarıyla tarımdan hayvancılığa, kültürden mimariye kırsal yaşamın dönüşümünü ele alan araştırma yazılarıyla tanınıyor. Ziraat Mühendisleri Odası Basın Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Belgesel ödülü, Türkiye Ziraatçılar Derneği Tarım ödülü, Kubaba Derneği kültür hizmeti ödülü'nün yanı sıra Türkiye Ormancılar Derneği gibi çeşitli meslek odası, kurum ve kuruluşlar tarafından ödüle layık görülen Gazeteci Yusuf Yavuz, Likya'dan Teke yöresine uzanan coğrafyadaki su kültürüne ilişkin uluslararası bir sanat projesinin de danışmanlığını ve metin yazarlığını üstleniyor.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.