Bush’u seçen kim?

ARNOLD’ları ve BUSH’ları başkan seçen kim ABD’de…

Dün akşam CNN haberlerinin büyük bir kısmı Bush’un ikinci dönem göreve başlama töreni ile ilgiliydi. Sayın Bush, her zamanki pişkin ifadesi ile Amerika’nın özgürlükler ülkesi olduğunu ve dünyaya özgürlük ve barış getireceğini açıklarken, benim içim sızladı bu sözlerine… Gülümseyemedim bile. Gerçekten eskiden bu tür konuşmalar yaptığında gülerdim, “ancak sen ABD halkını kandırırsın bu konuşmalarınla” diyerek… Ama artık özgürlük ve barış maskesi adı altında ABD’nin Orta Doğu’da yarattığı insanlık dramı ve arkası kesilmeyeceği anlaşılan pervasız saldırılar öylesine arttı ki, tüm dünyanın olanlara seyirci kalması ve bir şey yapılamaması içimi acıtıyor gerçekten…

Burada yanlış anlaşılmak istemiyorum, tabii ki dünyanın büyük bir çoğunluğu oynanan oyunların ve kanlı senaryoların gayet iyi farkında ve bir şeyler yapmak istiyor… Ama ne yapmak istiyor işte sorun burada?!!!! Kimi bu paylaşımdan en karlı nasıl çıkabilirimin hesapları içinde, görmezden geliyor ABD’nin bu özgürlük ve barış maskesi altında gizlediği niyetleri, kimi de yapacak bir şey olmadığı için ya da bir gün sıranın kendisine gelmesinden korkarak, seyirci olmak zorunda kalıyor bu vahşet tablosuna… Ama bu olayların ABD dışındaki ülkelere yansıyan biçimi; Bütün bu olayların bir de ABD boyutu var ki, asıl vahim manzara burada…

Bundan bahsetmeden önce, hemen belirtmeliyim ki, bu sonuca ulaşmamda, ABD halkını epey bir süredir gözlemem yanısıra, işi gereği ABD siyasetini yakından takip eden eski eşimle paylaşımlarımın da katkısı büyük olmuştur…

Onunla konuşmak, yorumlarını dinlemek bir yana onu izlemek bile başlı başına bir laboratuar oldu benim için… Hiç unutmuyorum, Irak’da ABD’li askerlerin tutuklu mahkumlara yaptığı işkence ve kötü muameleden dolayı tüm dünya basınında yer yerinden oynuyordu, eski eşimin olaya ilk tepkisi şu olmuştu… “Bu kadar enayi de olunmaz ki, yaptılar yaptılar, ne diye basına sızdırıyorlar işledikleri haltı” Benim onun bu yorumu karşısında şok olduğumu anlayınca “tabi ki olanları onayladığımı söylemiyorum, gerçekten bir insanlık dramı, inanılmaz bir vahşet ama yine de” gerisi çevir kazı yanmasın muhabbetiydi anlayacağınız. Bir Amerikalı için her zaman kendi imajı, görüntüsü, dünyadaki bütün dramlardan, facialardan önce gelirdi, daha önce bildiklerim yanı sıra hayat tecrübem de bunu öğretmişti bana… Bu yüzdendir ki sanatçılarının baştan yaratılması kadar günümüz ABD’sinin yaratılması da imaj yapıcılardan (image maker)lardan geçiyor…

Ha iyi mi yapıyor işlerini? Orası artışılır, ama seçimlerden alınan sonuçlara bakılırsa yarattıkları bu imajın gayet iyi işe yaradığı görülüyor.

ABD’de seçmen eğilimlerini anlamak için, bu eğilimlerin ardında yatan sosyo-psikolojik etkenleri anlamak gerekiyor gerçekten… Bunu anladıktan sonra ortaya çıkan sonuç o kadar tuhaf gelmiyor artık insana… Öyle ya, Amerikan halkının başta, Arnold’ın seçimi olmak üzere Bush’un ikinci kez seçimiyle dünyaya yaşattığı şokun dünya kamuoyu için bir açıklaması olması gerekiyor öyle değil mi?!!! Dün akşamki protestocuların “Şimdiye Kadar Gelenlerin En Kötüsü” ya da “Şimdiye kadar Daha Kötüsü Gelmedi” şeklinde pankartlarında ifade ettikleri kadar kötü bir adayı tekrar seçmek için, ABD halkının yarısından fazlasının koşarak seçim sandıklarına gitmesi gerçekten açıklanmaya değer bir fenomen, size göre de öyle değil mi… Gerçek bir sosyolojik fenomen ve incelemeye değer doğrusu…

İşin gerçeğine gelirsek, bu konuda yeni bir yazı yazmak yerine Arnold’ın seçiminin hemen ardından, sıcağı sıcağına ABD’de seçmen eğilimleri üzerine yazdığım bir yazıyı aynen aktarmak istiyorum. Çünkü Bush’un ikinci kez seçilmesinde, o yazıda yaptığım tespitler öylesine aynıydı ki, yeni bir şey ekleme gereği bile duymadım. Bu biraz da, ABD halkının seçimlerdeki genel eğilimlerinin ardında yattığını söylediğim o sosyo-psikolojik etkenleri iyi tahlil etmemle ilgili bir şey belki de… Yine bu tespitlere dayanarak şunu da kolaylıkla söyleyebilirim ki, “ABD’de bugün istenirse “sinek” bile başkan seçtirilebilir… Şimdi sizi Amerikan seçmenine ilişkin izlenimlerimle baş başa bırakıyorum…

“5 Ekim 2003
Sanırım herkes Arnold Schwardzeneger’i tanıyordur, şimdiye kadar tanımıyorsa bile eminim artık tanıyacaktır; Amerika’nın ilk vücut geliştirici geçmişe sahip lider adayı olarak sürdürdüğü muhteşem seçim kampanyası ile ve üstelik seçimi kazanma şansı da bir hayli yüksek olduğu için… İlk adaylığını duyduğumda gülerek geçmiştim, daha doğru dürüst bir aktör bile değilken nasıl insanlar onu bir başkan adayı olarak ciddiye alabilirler diye… Üstelik Kaliforniya gibi Amerika’nın en büyük ve en önemli eyaletlerinden birinin başkan adayı olarak… Şimdi diyeceksiniz ki Amerika daha ne başkanlar gördü ve bunların içinde bir de aktör vardı ki, Amerikan halkı eyalet başkanlığını bir yana bırakın ülkelerine Devlet Başkanı olarak seçmişti onu ve onun aktörlüğü de Arnold’dan daha iyi sayılmazdı:-) Ne diyelim ki, Amerikan halkı işte, ne yapsa yeridir diyerek geçemeyeceğim burada, çünkü bu işlerin arkasında başka şeyler var, bunu çok iyi analiz etmek gerekiyor.

Amerikan halkının bu konudaki garip tutumu bir yana, burada yaşamaya başladıktan sonra şunu anlamaya başladım ki bu işler öyle basit değil, tüm bu seçimlerin arkasında çok büyük güçler, çok büyük paralar ve kirli oyunlar dönüyor… Bu öyle bir güç ki, isterse bir sineği bile başkan seçtirebilir, yeter ki o sineğin kendi işine yarayacağına inansın…

Şimdi burada “Amerikan halkı koyun mu ki önüne geleni seçsin” diyeceksiniz, işin aslı böyle değil işte; Onlar aslında ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar ve hallerinden çok memnunlar. Böyle yönetilmekten, böyle seçmek ve seçilmekten çok memnunlar… Çünkü başkanlarının ya da başkan adaylarının olduğu gibi onların da tek inandıkları ve bildikleri şey GÜÇ ve bu gücün büyüsüne kapılmış gidiyorlar… Ama kör bir güç değil bu şüphesiz, akıllı ve bilinçli bir güç bu… Evet bunu çok iyi biliyorlar ve bunun için bu kadar rahatlar, bu kadar inançlılar sistemlerine, liderlerine… Gerçekten kendileri seçmiş olsun veya olmasın…. Böyle diyorum çünkü aslında kendileri seçmiyorlar, gücün gösterdiği adayda uzlaşıyorlar…. Biz onların koyun olduğunu düşünelim, onlar bu sayede böylesine rahat ve konforlu yaşayabiliyorlar, bu sayede bu kadar zengin ve iyi durumdalar… Biliyorlar ki bu ülkeyi ayakta tutan, onu süper devlet yapan, diğer halklar pahasına kendilerine refah yaşatan bu güç gerçekten ve bu güçten başka seçenekleri de yok aslında böyle bir Amerika olabilmek için… Dersini çok iyi bilen bireyci, pragmatist Amerikan halkı, ki gerçek bir kapitalist sitemin bireyi de böyle olmalı, gerekirse kendi rahatı ve konforu için koyun yerine konulmaktan gocunmuyor ve dünya kamuoyunun şaşkın bakışları altında gerekeni yapıyor; gözünü bile kırpmadan gücün götürdüğü kişiye oyunu veriyor… Bu kez gücün götürdüğü yer eğer Arnold’sa, bundan hiç şüpheniz olmasın, yine kuzu kuzu sandık başına gidecek ve üzerine düşeni yapacaktır…

Çünkü bu halk çok iyi biliyor ki, her ne zaman oyunu güçten yana kullansa Amerika (ABD) kazanıyor, bu Amerika’nın zaferi oluyor… Amerika’nın kazanması demek kendilerinin kazanması demek olduğuna göre bu zaferi sağlayan güce itaat etmek de hiç sorun olmuyor Amerikan halkı için… Kirli oyunlar, kirli para, başka dünyalarda akan kanlar, çıkartılan savaşlar, yaratılan yapay düşmanlar, tek gözlü çift gözlü canavarlar, aç susuz,, bir lokma ekmeğe muhtaç çocuklar, gelecekleri yok edilmiş ümitsiz insanlar, bunları hiç düşünmüyor Amerikan halkı… Bunları ancak canı yanan yoksul ülkelerin yoksul halkları düşünüyor…Düşündükleri ile de kalıyorlar ne yazık ki…

Burada yaşadığım surece Amerikan halkında gözlediğim bir diğer özellik de, bu halk sorgulamayı, başkaları için kaygılanmayı sevmiyor… Gücün ardındaki kirli oyunları çok bilinçli olarak sorgulamıyor, deşmiyor, çünkü bilmek istemiyor… Gerçeklerin huzur kaçırıcı ve iğrenç olduğunun eminim hepsi farkındalar ya da içgüdüsel olarak da olsa seziyorlar, ama sorsan, yüzde sekseni kabullenmeyecektir bunu… Evet ben şuna inanıyorum ki, birçok şeyi biliyor bu halk ama görmezden geliyor… Üç maymunu oynuyor yani; Görmedim, duymadım, Konuşmuyorum, çünkü benim rahatım yerinde:-) Onlar Amerika’nın diğer ülkelere özgürlük ve barış götürdüğüne, dünyanın iyi niyet elcisi olduğuna inanmaktan hoşlanıyorlar, Amerika’nın bir sömürücü değil bir yardim meleği, kötü gün dostu olduğu masalına öylesine kaptırmışlar ki kendilerini, kötü dev ya da şeytanı hep başka adreslerde arıyorlar, özellikle bulmamak için belki de….Aslında belki dememek gerekir burada, gerçekten bulmak istemiyorlar, çünkü karşılaşacakları manzaradan korkuyorlar… Gerçeklerin yüzleşemeyecekleri kadar ağır olmasından. Bu arada ülkeyi yöneten güçler, onların bu konuda kendilerini kandırmalarında elinden geleni fazlasıyla yapıyorlar zaten, her seferinde yeni bir şeytan veya kötü adam yaratarak, bununla savaşmak, bunu yok etmek gerektiği üzerine halkın inancını sürekli besliyorlar ve böylece Amerikan ordusu ve silah tüccarlarının varlık sebebi de her seferinde bir kez daha meşrulaştırılmış oluyor. Aslında onu meşru görmek bir yana bu güce tapıyor Amerikan halkı, süper güç olmaya bayılıyor, dev uçaklar, son model gelişmiş silahlar, tahrip gücü yüksek bombalar, bunları duymaktan, bunlara sahip olduklarını bilmekten büyük zevk alıyor, gurur duyuyor… Gerekirse biraz refahından vaz geçmeyi, sevgili oğlunu, kızını dünyada barışı sağlamak için (daha doğrusu ise ABD’nin mevcut gücünü sürdürmek için) savaşa, belki de ölüme göndermeyi bir erdem sayıyor… Ne ironik değil mi…Ve her yeni masalda halk yalancı düşmana karşı öyle bir kin ve nefretle dolduruluyor ki, bu kin sayesinde gerçekler her seferinde bir kez daha göz ardı edilip, dünya barışı için savaş maskesi altında Amerika’nın dünyayı fethetme girişimi bir kez daha kutsanmış oluyor, üstelik büyük bir itaat ve destekle…

11 Eylül ve Bin Ladin örneğinde olduğu gibi… Irak ve Saddam örneğinde olduğu gibi…

Bugün bilinçli olarak bir vaaz dinledim, buranın belli başli TV kanallarından birinden naklen veriliyordu… Pazar, kilise günüydü, Ortalama her Amerikan vatandaşı için kiliseye gidip ibadetini haftada bir gün de olsa yerine getirme günüydü… Evimizin hemen karşı caddesinde büyük bir Baptist kilisesi var, her pazar günü önündeki park yeri arabalarla dolup taşıyor. Hatta Todd’un söylediğine bakılırsa, 11 Eylül’den sonra çoğu kiliseler, artık park yerleri yeterli olmadığı için ek araba park yerleri satın almışlar… Bundan da anlaşılacağı gibi 11 Eylül en çok kiliselere yaramış görünüyor…

Kiliseye olan bu büyük ilgi ilk zamanlarda beni çok şaşırtıyordu ama şimdi düşünüyorum da, böylesi pragmatist bir ülkede buna şaşmamak gerek… Uyumaya ve belki de gerçeklerin vahşi yönüyle ayık halde yüzleşemedikleri için uyuşmaya bu kadar yatkın bir toplumu dinden güzel uyutacak başka ne olabilirdi ki… Uyku haplarını almak için tıpış tıpış, hem de hiç aksatmadan kiliselere akın etmelerini artık çok doğal karşılıyorum.

İlginç bir şekilde Arnold’da kilisedeydi bugün ve yine ilginçtir ki, rahip konu olarak vaaz’inde “liderliğin ne olmadığı” üzerine konuşmayı tercih etmişti. Dikkatinizi çekerim, liderliğin ne olduğu değil olmadığı üzerine!!!! Ona göre liderlik iyi eğitimle, tecrübeyle ya da birtakım donanımlarla hak edilecek bir şey değildi, ona göre liderlik insanin kaderinde olan, doğuştan alnına yazılmış bir şeydi. Tanrı kimlerin lider olacağına dair önceden karar verirdi ve bu gerçeği kimse değiştiremezdi. Ortadaki komediyi bir çocuk bile algılayabilirdi… Kilise resmen Arnold’ı tanrının seçmiş olduğu kişi yani kilisenin adayı olarak halka sunuyordu ve özellikle de onun en çok eleştirildiği konularda halkın şüphelerini giderecek ‘can alıcı’ açıklamalarda bulunuyordu… Yani Liderliğin ne olmadığı… Liderlik Tanrının karar vereceği bir şeydi ve eğer tanrı Arnol’da karar vermişse ki görünürde GÜC ve tanrının değneği onu gösteriyordu, yapacak bir şey yoktu, Arnold lider olacaktı…

Muhafazakar bir kurum olarak kilisenin Cumhuriyetçi bir adayı desteklemesinde şaşılacak bir şey yoktu belki ama burada bana şaşırtıcı gelen kilisenin bir lider adayını bu kadar açık bir şekilde destekliyor, işaret ediyor olmasıydı, üstelik de o liderin de o ortamda bulunduğu bir anda… Kapitalist inanç sistemi bu olmalı… Konuşmanın sonunda da bu düşüncemi desteklemek için özellikle konmuşçasına ironik bir dini reklam koymuşlardı, incil’deki 6 kutsal meleğin porselen biblolarının satışına yönelik, yine kutsallık ve inanç üzerinden kar amaçlayan bir reklamdı bu… Ne diyelim ki, kapitalist inanç sistemi bu olmalı gerçekten…

Bu arada bir de Rahibin kendince tutarlı bir mantık çerçevesinde açıkladığını düşündüğü şu çözümlemesine takıldım kaldım. Ona göre, İnançlı insanların bir varsayımla tanrıya inanmaları ve yine bir varsayımla kadere boyun eğmeleri çok doğru bir şeydi. Çünkü dünyada her şey varsayımlar üzerine kuruluydu. Bilim insanları icatlarını varsayımlarla yaparlardı, sanatçılar ürettiklerini varsayımlar üzerine geliştirirlerdi, düşünceler varsayımlarla başlar ve gerçeklik kazanırdı… Bu yüzden varsayım her şeydi… Ve o diyordu ki yine, eğer siz biz inananları bir varsayım üzerine tanrıya inanmakla eleştiriyorsanız, ben de siz inançsızları yine bir varsayım üzerine tanrıya inanmamakla eleştiriyorum. Aramızdaki önemli fark biz varsayımımızı iyi yönde kullanıyoruz, siz tanrı tanımazlar ise kötü yönde, bu yüzden siz cezalandırılacaksınız cehenneme gideceksiniz, biz inananlar ise ödüllendirileceğiz cennete gideceğiz… Böyle vaaz vereni olan bir cemaat için başka ne söylenebilir ki…

Ve sonuçta bu cemaat Arnold’ı seçti…

Yetmedi bu cemaat Bush’u hem de ikinci kez seçti…

________________

* Yrd Doç. Dr.

1079120cookie-checkBush’u seçen kim?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.