Bir sincabın, küçük, ince bacakları kadar bile olmasa ayaklarımın takati; gitmeliyim telaşla benliğimi savuran uzak yaylalara. Ancak uzak yaylalarda cümlelerden sahici anlamlar çıkarabiliyorum. Kentin tüccarları avazları çıktığı kadar bağırırken, taşıması kolay yeni yürekler bulmalıyım kendime. Bir önemi olmasa da olur kentin tüccarlarına göre.
Yoksa bu kalabalıklarda teslim olabilirim mezat yerinin satıcılarına. Her iyi cümlede biraz daha yaralanarak, çılgın , kana susamış matadorların arenasına savrulan ihtiyar bir boğa gibiyim. Uçları tatlı sözlerle ağulanmış, sivri mızraklar her gün biraz daha kanatırken kara bedenimi; yeni harabeler bulmalıyım kendime. Mızraklarla yaralı bedenim ağrılardan kurtulsun diye. Çünkü bedeni yorgun ölümler, yeğni ruhların cezasıdırlar.Yıllar önce içinde haylaz çocukların koşturduğu, sahibi tarafından terkedilmiş yeni harabeler bulmalıyım, ölümü yorgun olmasın diye bedenimin … Zehirli mızraklarla yaralansa da bu kara bedenim, umutlu cümlelerden yeni bir hayat dokuyor ruhum. Evet gitmeliyim, ruhumu dinlendirecek harabelere …
Ama gitmeden önce torbamı boşaltmalıyım. Bıraktığımda canımı yakmayacak yükleri, bir kamburdan kurtulurcasına, usulca bırakmalıyım kentin caddelerine. Ellerimi bıraktığımda, beni artık tutmayacak elleri de bırakmalıyım. Susuzluğunu kanla gideren, kılcal damarlarında karşılıklar dolaşan elleri de bırakmalıyım. Bir tarla faresinin dostluğuna sığınmalıyım bir süre. Çünkü kendini sınamaktır bir tarla faresinin dostluğu. Onun, hayat dolu neşesini rehber edinmeliyim bir süre kendime. Ki buğdaydan başka derdi olmayan bir neşe …. Bırakmalıyım montumun cebinde gezdirip durduğum notları, alıntıları ve yarım yamalak dostlukların izlerini taşıyan sırnaşık gülüşleri . Dağ rüzgarına dayanıklı yeni dostluklar bulmalıyım kendime . Ayrılırken kartvizitini elime tutuşturmayan , elleriyle kazağımdaki pürçükleri ayıklamayan, buruşmuş gömleğimin yakasını düzeltmeyen, dilinin zehrini kulağıma kızgın bir yanardağın lavları gibi boşaltmayan yeni dostluklar ….
Aslında, çok hafif olan ağırlıkları da bırakmalıyım bir kenara, usulca. Uzak yolculukların telaşıyla hazırlanmalıyım günlerce. Sonra da unutmalıyım uzak yolculukların ağır hafifliklerini. Üzerimde taşıdığım ağırlık yalnızca yüreğim olmalı. Ki taşıma ruhsatım olduğu halde, yalnızca bulundurabildiğim tek silahım, yüreğimdir bir dosta çevirebileceğim. Üstelik, kentin atış poligonlarında geri tepen de acemi ellerimle, talimsiz yüreğimdi. Bir dostu yaralamanın cezasının yalnızlık olduğu bir poligonda, ellerim kan-revan içinde geri tepen bir yüreği taşımaktı suçumun cezası.
Bu ağır ve puslu havadan kurtarmalıyım yüreğimi. Uzak yaylalarda, zümrüt yeşili servilerin altında bulmalıyım bir dostun ürperen ellerini. Beyaz bir zambağın üzerine tanrının kondurduğu çiğ damlaları gibi titreyen ellerini dokunmadan sevmeliyim. Dokununca derisi yüzülen ellerinin aydınlığıyla yıkamalıyım yüzümü her sabah. Ellerini , zambakların, nergislerin, nar çiçeklerinin ve küçücük mor renkleriyle akıl çelen dağ çiçeklerinin özellikle de “kadife çiçeklerinin” hatırı için sevmeliyim.
Klavyeye her dokunuşunda, uzak dağ başlarının kederli bulutları gibi ağlayan ellerini; çayır sardunyalarının hüznünü andıran ve gözlerini her boşluğa bırakışında aklını hayata çeviren boynunu; büyülü mayıs akşamlarında, kocaman bakır bir siniyi andıran yüzünü… Gizemli doğu bahçelerinin safran kokan şadırvanlarında yıkanan ayın bir sureti olan buğulu gözlerini; alıp götürmeliyim yanımda …
Bazen öyle dalıp gitmelerini, bir şey söyleyecekken hislerine ipotek koyan aklını, hayata cevabı olmayan sorular soran belleğini bulup çıkarmalıyım gün yüzüne. Bilmem ne zaman, nerede düşürdüğün ilk kalp ağrını, ilk hesaplaşmanı, ilk sevda sözlerini kazıdığın tahta sırayı, ellerini birbirine dolandıran, ilk heyecan fırtınasını, bulup çıkarmalıyım.
Ve sözlerinin peşine düşmeliyim. Kazmalıyım onları, bir kadim diller aşığı arkeoloğun titizliğiyle biriktirmeliyim ; seni yaralayan, ruhunu acıtan, seni her gün ağlatan, türküler söyleten, aklını rüzgara bıraktıran sözlerini ve sana söylenen sözleri, tek tek sıralamalıyım karşıma. Üstlerindeki kalıntıları, bir ruh süpürgesini andıran kuş tüyleriyle hafifçe, seni incitmeden süpürmeliyim. Ve savurmalıyım bir deniz kıyısına ruhunda ağırlık yaratan ne kadar söz kalıntısı varsa.
Ve sana yeni sözler söylemeliyim, kulaklarının aşinalığına inat. Sen, duyduğu her şeye şaşıran meraklı bir çocuk tavrıyla dinlemelisin bu sözleri. Boşaltmalıyım eteğine, sepetimdeki bütün tadı kekremsi meyveleri andıran sözlerimi. Sen dişleyip atmalısın bir kenara kekre sözlerimi.
İşte, giderken uzak yaylalara siluetini de yanıma alıp, götürmem gereken düşünceler bunlardır. Hayattan muzdarip bir ruhun, uzak yamaçlarda, güneşin her batışında aklını oynatması bundandır.
Her mayıs sabahında telaşla balçıktan yuvalar yapan kırlangıçlar! Siz söyleyin! Siz söyleyin ey kırlangıçlar! Uzak kıyılardan, Nil’in nazlı süzülüşlerinin tılsımını taşıyan, papirüslere aşkları kazınan Mısırlı rakkaselerin kıvrak dönüşlerini taşıyan, İsfahan’ın, Tebriz’in, Şiraz’ın kubbelerinin büyüsünü taşıyan, Kerbela’nın, Küfe’nin, Şattül Arap’ın kıyısında ağıtlar yakan, kara gözlü anaların feryadını taşıyan, Taş medreselerin, İpek yolu kervanlarının tozlu yol türkülerini taşıyan kırlangıçlar; siz söyleyin !
Bir mart sabahı, kapımın üstündeki saçaklara yuvanızı yaparken sormuştum size, bu nasıl bir gitme duygusudur? Bu nasıl bir iç yangınıdır? Bu nasıl bir deliliktir? Bu nasıl bir ay çarpmasıdır? diye. Hala cevap vermediniz.
Hala balçıktan yuvanızı yaptığınız kırmızı kiremitlerin gölgesinde oturmuş, cevabınızı bekliyorum …
Geldiğiniz diyarlarda bunun adına ne derler ? Yoksa, bu aklımı uçuran düşünceler , bir bahar büyüsü mü ?…
Öyle mi yani ?