Danaburnu: Kara-şenlikli bir roman…

SERDAR MÜTEFERRİKA SERHATLI – Türk Şiiri’nde Garip Akımı‘nın kurucuları arasında yer alan Oktay Rifat Horozcu‘nun şiir kitapları ardından epi topu üç romanı yayımlandı…
Romanlarında şiirinin etkisi açıkça, zaten işte bu nedenle görülür.
Oktay Rifat rahmetlinin bu üç romanından ilki Bir Kadının Penceresinden başlığının taşır, okuyanı sarsar, şaşırtır.
1976 basımlı bu kitabın ardından bir roman daha gelir, adı Danaburnu‘dur…
Bir iki yıl sonra Oktay Rifat Bey, son romanını yazar, ardından hayata veda eder.
Bu son romanın başlığı ise Kral Lear olacaktır.

Danaburnu başlığını taşıyan roman üzerine kim ne yazmış, ne yorum getirilmiş diye boşuna bakınmayınız; ben aradım, bulamadım.
Kadir Has Üniversitesi‘nce yayımlanan Panorama adlı derginin 2012 yılı güz baskısında bir değerlendirme dışında ne arasanız çamur içinde çakıl toplamaya benzer; vaz geçin…
Danaburnu romanı üzerine hazırlanmış bir edebiyat doktora tezi yahut en azından bir yüksek lisans derecesinde akademik çalışma pek bulunmadığı gibi, roman üzerine yazılı güyâ eleştirilerin iler tutar yanı dahi yoktur.
Zira anlaşılan o ki, Danaburnu’nu Türk okuru pek layıkıyla anlamamıştır.
Zaten epi topu birkaç bin okurla idare edilen bir edebiyat dünyasında akıntıya kürek çekiyoruz…
Romancı, edebiyat insanı, yorumcu ve gazete fıkra yazarı Selim İleri dahi, Zaman gazetesindeki köşesinde okunan bir kısa yazısında Oktay Rifat’ın şair özelliklerine değinerek adeta romanı tekrar okumak zahmetinden kaçarcasına üstünkörü bir şeyler gevelemiştir. Ondan daha fazlasını beklerdik!
Galiba Selim Bey’in okurla hırgür edesi kalmamıştır; unumu eledim, eleğimi duvara astım demektedir…
Hakikaten, Danaburnu romanını anlamak zordur, okuma uğraşısı ve çabası gerektirir ama okudukça lezzeti ortaya çıkar, bu zahmete değer. Bu zor romana 1981 yılında Madaralı Roman Ödülü verilmiştir.
Demek Madaralı roman ödül komitesi gayet iyi anlamış bulunmaktadır.
Öte yandan, Adam Yayınevi tarafından basılı elimizdeki nüshasında kitabın kapağını Semih Gümüş hazırlamıştır; ne güzel!
Yanılmıyorsak, bugünün eleştirmen yazarı, Notos dergisinin kurucusu, edebiyat insanı Semih Gümüş’ün grafikerliğine böylece şapka çıkarıyoruz.
Danaburnu romanı çok katmanlıdır. Çok katmanlıdan kastımız birkaç ayrı hikâye romanda tesadüfler neticesi ve şans eseriyle bir momentum-bileşkede buluşur.
Âdeta, bütün yollar Roma’ya çıkar misali, farklı hayat hikâyelerinin akışı bir yerde buluşacakmış gibi olur; ama gibi olur…
Gibi olmak romanlara mahsustur, yadırganmaz…
Bunlar asla birleşmeyecek, sadece birbirlerini tetikleyen hadiseler biçiminde ortaya çıkacaktır.
Gerisini Oktay Rifat okuruna bırakır, okurun seçkin olduğuna duyduğu bir inançla şeylerin algılanmasını onun ferâsetine terk eder…
Temel olarak bu kitapta beş ayrı olay, roman örgüsüne katılmaktadır.
Önce Yusuf Kendir adlı bir girişimcinin, 1980 evvelinde kıyı yağmasına kalkışan ve güyâ kooperatif kuruyoruz diye halkı üstü kapalı dolandıran müteahhit hikâyesiyle romana başlanır.
Bay Kendir, çok okuyan entelektüel karısıyla Ege sahillerinde bir yazlık sitede yaşar, kendi villası dışında sitenin tamamı dökülmektedir. O, kooperatif başkanı olarak üyelerden habire para tırtıklayıp keyfine keyif katan birisidir.
Kooperatif üçkâğıdının başında bulunan Bay Kendir, pılı pırtıyı toplayıp hukuktan kaçmak üzere İngiltere’ye vınlamadan evvel, Zeynel adlı bir Bulgaristan göçmeniyle bizi tanıştıracaktır.
Zeynel’in hikâyesi de bir ara katmandır, önemsiz görünür, ancak onun başından geçenleri okurken romanın inşaasına hayran kalırız.
Zeynel ve ailesi bir göz odaya sığınmıştır, her işi yaparız diye ortalıkta iş dilenir.
Zeynel, tok sözlüdür, Bay Kendir onu evindeki banyo tamirine çağırdığında evsahibini azarlayacak kadar lafını sakınmaz:
¨Banyoya girmişlerdi. ‘Bunun altından,’ dedi Zeynel, ‘dört bir yana borular gidiyor.’
‘Boruları patlatma gözünü seveyim…’
‘Boruları patlatmayalım diye ben söylüyorum sana, benim sana söylediğimi sen bana söyleme!’¨

[O.Rifat, s.48.]
Bu ve buna benzer konuşmalarda mizahı Ortaoyunu biçiminde aktaran Oktay Rifat, Zeynel’i bize böyle tanıtır, ama onun çok katmanlı romanda görevi bu kadardır. Ardından bu her yanı dökülen tatil sitesine yakın bir dağlık bölgedeki ıssız İnatlar köyünde aniden hastalanan anasını sırtına atıp kasabaya, olmazsa kentteki hastaneye götürmek üzere olan Mehmet’in hikâyesini merakla okumaya başlarız.
Mehmet ansızın hastalanan, anlatılandan çıkardığımıza göre en azından sarılık veya karaciğer kanseri gibi ciddi bir sebeple ölümüne az kalmış anasını sırtına attığında, bir süre evvel işlediği günâhın kefaretiyle yüzleşmektedir, iç muhasebesi yapan insan olur çıkar.
¨Malı mundar ettim. Düzdüğüm keçinin sütünü anama içirdim.¨ diye pişmanlık geçirmektedir Mehmet, zira bir süreden beri ahırdaki keçisiyle cinsel ilişki kurmaktadır ve ¨becerdiği keçinin sütünü¨ içtiği için annesinin hastalandığına inanır.
¨Kırsal yörelerdeki yasayı o da biliyordu. Eşek, katır, kısrak gibi hayvanlar dururken sütü içilen, eti yenilen hayvanlara yanaşılmaz. Yanaşılırsa eti de sütü de mundar olur.¨ [O.Rifat, s.27]
Mehmet’in hayat kurtarmak için gösterdiği olağanüstü çabayı satırlar arasında izlerken, bir tesadüfle karşılaşırız.
Ana-oğul yayan kalkıştıkları hastane yolunda önlerine bir TABUT çıkar, tabut boş değildir elbette, içinde bir ölü vardır.
Ormanda bir kuytu yere bırakılmış tabut…
Bu yüzden jandarma, polis araya girecek, Mehmet annesini hastaneye yetiştiremiyecektir. Hoş yetiştirse de anası gidicidir.
Bu gizemli tabut hikâyesini merak edenler, kasabanın jandarmasından karşılık beklemesin; cevap Oktay Rifat’ın öteki, sıra bekleyen hikâyesindedir.
Bu hikâye ise İstanbul’da randevü evlerinde çalışan asıl adı Emine, ama Ayten adıyla kötü yola düşmüş, düşürülmüş, arabesk figürlerle ıcığına cıcığına hayatını okuduğumuz bir fahişeye aittir.
Emine’nin geçimi erkeklerdendir.
¨Güneş batıp sular karardı mı bürolarda, mağazalarda, hangarlarda, antrepolarda alın teri dökerek boyun bükerek, haraç alarak, çarparak, sövüşleyerek, ezerek, ezilerek yaşam savaşı veren binlerce erkek İstanbullu, akşamın geceyle birleştiği saatlerde bir umut kapısı gibi aralanan meyhanelere doluşuyor, oradan genelevlerin sıralandığı sokaklara, sokak aralarına dökülüyordu. İtler, kopuklar, hastalar, deliler, manyaklar, sapıklar, beli tabancalılar, bıçaklılar vardı aralarında. Bu insanlardı Emine’nin geçimi…¨ [O.Rifat, s.101.]
Romanda bir fahişe olunca erkek kahramana da ihtiyaç vardır ki o da berber Recep’tir.
Recep ve Emine ilişkisi, Fransız romancı Prosper Mérimée’nin CARMEN ve JOSE karakterlerine benzer…
Sonu kanlı bitecek bir hikâyedir…
Emine’nin nâm-ı diğer Ayten’in öteki orospular gibi evlenmek hevesi nedense yoktur.
Zira okur, Türk okuru bilir ki orospuluk yapanların hep bir koca bulmak arzusu vardır; o yüzden müşterilerine kocacığım diye seslenmezler mi!
Fahişelerin dindarlığına da lafı getirir, romancımız; dindarlık evlenmek amacındaki orospunun vaftizidir:
¨Namuslu bir kadın olmakla dindar olmak eş anlamlıydı, kimi zaman… Bir din duygusu vardı orospularda, üstünkörü de olsa… Aralarında başlarını örtüp Eyüp Sultan’a adak adamaya gidenler az değildi.¨ [O.Rifat, s.109.]
Romancımız şair Rifat’ın bu saptaması, orospularla tanışmış hemen hemen her Türk erkek müşteri tarafından kabul edilecek kadar sarihtir.
Recep dost tutup evlenmek istediği Ayten’i sonunda bıçaklar, ama öldürmeyen Allah öldürmez, Ayten hayatta kalır, Recep mapus damına girer çıkar, sonra yine eski yavuklusu fahişe Ayten’i izler.
Ayten bir başka kabadayının kapatması olmuştur ki İhsan adlı bu hergele, sonunda Recep’i tuzağa düşürüp boğarak öldürür.
İşte tabuttaki esrar, o ceset, Recep’in cansız bedenidir.
Bütün bu ayrı ayrı hikâyelerin bileşkesindeki romanı okurken 1980 öncesinin patırtılı gürültülü, silahların patlayıp binlerce genç insanın hayatını yitirdiği o kaotik, sonu gelmeyecek gibi olan felaket günlerine tanık oluruz.
Zaten Oktay Rifat da yazdıklarında dönemsel izler vermekten kaçınmaz.
Etkilenmiştir demek ki yaşadığı yıllardan; kim etkilenmedi ki?
Fakat onun romanında 1980 öncesine ait betimlemeler, tasvirler yapması bu romanı, evrensel okurdan uzak tutucaktır; varsın tutsun…
Öte yandan hatırlatmak gerekir ki, kasaba yolunda, ormanlık-zeytinlik bir arazide sırtında anasıyla yayan yürüyen Mehmet’in bulduğu tabuttaki cesedin Recep olduğuna dair başkaca belirti yoktur romanda…
Okurun, o cesedin yatık Emine’nin eski dostu berber Recep’e ait olduğuna inanmasından başka şansı da kalmaz; bütün polisiye tahminler o yöndedir.
Emine ve dostu İhsan hergelesi berberi boğmuştur ya, işte bu yeterli kanıttır okur için…
Böylesine kara-şenlikli bir roman için okurlarına, ¨Haydi gidin alın ve okuyun¨ demekten gayri daha fazla söz söylemeye gerek kalmaz eleştirmenlere…
Romanını şiiriyle tadlandıran Oktay Rifat’ın Emine’yi okuruna cazibeli, vamp, şuh ve isterik bir kadın olarak gösteren satırları dahi bu romanı okumak için yeter de artar:
¨Bir günü ötekini tutmayan, değişken bir kadındı. Dişarıda yosma, içerde ev kadını… Ne boya, ne süs, ne püs, basma entari ve şıpıdık terlik. Odadan mutfağa, mutfaktan odaya gidişi, sedire eteklerini sıyırıp oturuşu Osmanlı, sokaktaki salınışı Beyoğlu yosması, yataktaki cilvesi bitirimdi.¨ [O.Rifat, s.96]
Bitirim kadınlara merak duyan okur varsa, Emine’yi tanımak için, onun kocası olmak inadıyla hayatını kaybeden Recep’i, dolandırıcılığını kooperatifçi diye adlanan Bay Kendir’i, berber Yorgo’yu, kentin ve taşranın ufak tefek insanlarını tanımak isteyen varsa, işte size roman: Danaburnu…
Danaburnu başlığını niye verildiğini de sadece romanın girişinde öğreniriz.
Latince adıyla Hanneton olarak bilinen tarım zararlısı danaburnu böceği bir metafordur ve romanda kahramanların hayatını kemirip mahveden olaylar-olgular, Hanneton-danaburnu benzetmesiyle örtüşür.
Türk edebiyatında Şekspirvari-Shakespearean roman arayanlar için bundan âlası bulunamaz…
Buyrun, kitapçılarda sizi bekliyor…

[email protected]

¨Danaburnu¨
Oktay Rifat Horozcu
Roman, 199 sayfa
Adam Yayınları,
İstanbul, 1992 – İlk basımı 1980

719280cookie-checkDanaburnu: Kara-şenlikli bir roman…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.