Darbe Girişimiyle Gelen…

1966’ın Eylül ayı. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek öğrenime başladığım yıl.

Dört yüz öğrencili birinci sınıfta fazla rağbet görmeyen “sosyoloji” dersine giren on beş-yirmi kişiden biriydim. Dersin hocası, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün mimarlarından Prof. Dr. İbrahim Yasa’ydı. Herhalde Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi sosyologlardan biriydi. Hoca, çok alçak sesle konuşur, biz de onu duyabilmek için etrafına tünerdik. Onu dinlemek bizim için bir zevkti.

Bir gün, toplumlarda yatay ilişki üzerine, Hoca, gecekondular üzerine konuşurken bize bir soru yöneltti: “Ülkemizde en etkili sosyal iletişim aracı hangisidir?” Kimimiz telefon-telgraf, kimimiz mektup dedik. Hatta, özel ulak diyen bile oldu. Ama çoğunluk kendisinden emin radyo dedi.

“Hayır” dedi İbrahim Yasa. “Bilemediniz, en etkili sosyal iletişim aracı ülkemizde camilerdir; köyden köye, mahalleden mahalleye toplumu hareketlendirir, seçilmiş hedeflere yönlendirir” diye ilave etti.

2016 yılının Temmuz ayı. Ülkede darbe girişiminin olduğu ve bastırıldığı yıl, yani şimdiki zaman. Camilerden salâ veriliyor ve her salâ sonunda cumhurbaşkanının isteği üzerine, darbecilerin yeniden hareketlenme tehlikesine karşı Müslümanların alanlarda toplanması buyruğu yankılanıyordu. Bu anonslar günde dört-beş sefer tekrarlanıyordu.

Bugün sorsalar, ülkemizde en etkili iletişim aracı nedir diye. Aklımız hemen, tereddütsüz internete gidecek, sıralayacağız Facebook diye, Messenger, Twitter, Whatsapp diye…

Ama gelin görün ki, 1966’dan bu yana elli yıl geçmiş olmasına rağmen, camiler yine gündemde, yine kitlelerine ulaşmada çok etkin.

Darbe girişimi ve sonrasında, sokaklarda ve alanlarda her kesimden darbeye karşı direnişçileri görmek mümkün iken bunun giderek şekil değiştirdiği ve alanların din ve dinden beslenen milliyetçiliğin gösteri alanları haline geldiği gözlenir oldu. “Kanımız aksa da zafer İslamındır” sloganı kalabalığın ortak görüntüsünü verir nitelikte oldu.

Alanlarda Kur’an okunması, zikir çekilmesi, tekbir getirilmesi giderek alışkanlık haline getirildi.

Çağrıyı yapan Cumhurbaşkanı da “Zafer inananlarındır. Safları sıkı tutun” diyerek memnuniyetini belli ederken niyetini de açığa vuruyordu. Daha, darbe girişiminin ertesi günü İstanbul’da darbe ile nasıl bir ilişki kurduğu bilinmez ama “Çok yakında Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı, AVM’yi, Opera binasını ve camiyi, kim ne derse dersin yapacağız” dememiş miydi? Sanki karşı çıkanlar olursa, onları engelleyecek olanlar yine sizler olacaksınız mı demek istiyordu?

Ancak unutulmamalı ki, darbe girişimine kendini siper ederek faşizme karşı zafer kazanmış halk, her türlü övgünün üstündedir.

Bu görkemli hareket tarzının yönü kesinlikle değiştirilmemeli. Safları taassup ve muhafazakârlıkla sıklaştırılmış yığınlar faşizm yerine özgürlüklerin üzerine salınmamalı. Ciddi muhalefet hareketlerine karşı gerici grupların alanlara çağrılıp bunların üzerine saldırtılmaları söz konusu olursa ne olacak? Bunun yanıtı, ürpertici ama iç savaştan başka bir şey olmayacak. Öyle bir kaosun ülkeyi Orta Doğu bataklığında can çekişir hale getirmeyeceğini kim söyleyebilir?

Kuruluştan cumhuriyetin inşasına giden süreçte, kırlarda Köy Enstitüleri, kentlerde Halk Evleri ile taassuba ve cehalete karşı hurafelerden arındırılmış gerçek dinin de katkısıyla mücadele edilmiş, fakat daha yolun başında sonuca ulaşamadan Mustafa Kemal yaşama veda etmiştir. Onun yokluğunda, karşı devrim bir nehir yatağı bulmakta zorluk çekmemiş, sessiz duran ya da sessizleştirilmiş taassup ve cehalet Kuran ile ezan ile ve en önemlisi Marshall yardımı ile uyandırılmıştır. Uyandırılış, o uyandırılış, o günden bu güne gericilik ve cehalet iktidarların gözdesi olmuştur. İlk yok edilenlerin başını Köy Enstitüleri çekmiştir. Artık baş efendi ABD’dir. ABD o günden sonra hayatımıza girmiş bir daha da çıkmamıştır.

Kırsal göçmenler kentlere hurafeleri, taassubu, gericiliğin her türlüsünü getirerek arabesk bir kültür yaratmışlar, daha önce işgücü yoğun, nispeten ileri nitelikli kent nüfusunun sosyal yapısı merdiven altı üretimle, taşeronlukla, mafyaya ayakçılıkla darmadağın olmuştur. Taşrada kendisine zemin bulan gericilik, artık kentlerde de hatırı sayılır bir güç haline gelmiştir.

Bu durum kentsoylularla kırsal göçmenler arasında müthiş bir kültür farkı yaratmıştır. Bu fark giyimde kuşamda, yeme içmede, yaşamın her alanında kendisini göstermiş; hatta statüko bu farklılığı sürekli körüklemiştir. Öyle ki siyasi iktidar kentsoylulara beyaz Türk, kırsal göçmenlere zenci Türk diyerek iki ayrı topluluk katmanını kutuplaşmaya götürmüştür ve kendi tercihini zenci Türklerden yana kullanmıştır. Bu gidişat beraberinde ötekileştirmeleri getirmiş; kentsoylu kırsal göçmenleri ötekileştirme yoluna gitmiş, kırsal göçmenler de kentsoyluları ötekileştirmeye başlamıştır. Hoşgörünün tüm salgıları yok edilmiş, birbirine düşman iki kutup yaratılmıştır. Gerektiğinde düşmanlıkları çoğaltmak için kimlik farklılıklarına yönelinmiş, Türk-Kürt, Alevi-Sunni gibi ayrıştırmalara gidilerek çatışmalar yaratılmış, bu çakışmalardan yararlanarak iktidarlarının devamı yolunda politik zemin oluşturulmuştur.

Kentsoyluların büyük kısmı orta sınıftır, siz bunlara küçük burjuva da diyebilirsiniz. Kırsal göçmenlerin çoğunluğu ise yoksuldur, eğitimsizdir, tutucudur. Dinle mayalanmış, sosyal yardımlarla düzene bağlıdırlar ve kendilerine gösterilen umut yollarında gelecek ararlar, fakat bir türlü o geleceği yakalayamazlar. Her tökezlemede “takdir-i ilahi” derler ve yüksünmeden tekrar başa dönerler. Bu dönme dolap yörüngesi hep böyle devam eder durur.

Kentsoyluların bunları düşman olarak görmeleri kadar büyük bir suç yoktur. Gericiliğe karşı mücadele bunlarla savaşmak değildir. Gericilikle mücadele, onları gericiliğin girdabından kurtarmaktır.

Bu nasıl olacak?

Önce bir toparlayalım, dostu düşmanı bilmek için…

Emperyalizme bağımlı ülkelerde, hegemonyanın kaynağı gericiliktir. Varlığını gericiliğe bağlar. Bu nedenledir ki gericiliğin örgütlenmesini ılımlı İslam’a yönlendirmiştir. Gericiliğin desteklediği siyasi partiler, içli dışlı bir ilişki ile emperyalizmin kontrolü altında iktidarlarını sürdürürler. O halde, en basit söylevle anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin hedefinde gericilik vardır.

Cumhuriyetin yol arkadaşı dinsizlik değil, tam tersine gerçek dindir. Gerçek din devrimcidir. Devrimci din, ezilenlerin kurtuluşu doğrultusunda özgürlüğün yoludur. Açalım bunu. Tanrı sevgisini insan sevgisi ile bütünleştiren, böylelikle vicdana ve ahlaka yönelen, statükoyu aşındıran, iyinin ve güzelin yolunu aydınlatan bir dindir devrimci din. Bu haliyle laiktir, adildir, toplumcudur.

Bunun karşıtı olan gerici din ise hurafelerle, batılla, dini akıldan ayıran, onun yerine biata dayanan, inancı yeğ tutan esaretin adıdır.

İslamiyet’te devrim sayılabilecek dini yaklaşımlar olmamış değil. Aklı imanın üstünde tutan, dine bu şekilde yaklaşan İbn Haldun’lar, İbn Sina’lar, İbn Rüşt’ler, Farabi’ler, Mevlana’lar… bir döneme damgalarını vurmuşlardır. Batı bunları keşfetmiş ve bunlardan çok şey öğrenmiştir. O kadar ki Yunan felsefesi bile İbn Rüşt ile Batı’ya aktarılmıştır.

İbn Haldun’un Mukaddime’sini okumayan bir cumhuriyet çocuğu olabilir mi? Varsa yazıklar olsun. Brezilya’lı eğitimci Paula Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi”ni okumayan Aydınlanmacıya da yazıklar olsun. Günümüzde, gerçek dinin temsilcisi sayılabilecek Yaşar Nuri Öztürk bile kafa travmasının önüne geçebilecek nitelikte bir bilim adamıydı.

Hepsini bir tarafa bırakalım. Bu Anadolu toprağını yeşerten öyle biri var ki, hepimize gericiliği insan topluluklarından söküp atabilecek yolu gösterebilecek bir ümmi bilge: Yunus Emre. Yunus deyince Nazım Hikmet’in bir şiiri beynime üşüştü:

….O “Yunus biçaredir”

“Baştan ayağa yaredir”

Ahu içer su yerine

Fakat bir kere bir dert anlayan düşmesin önlerine

Ve bir kere vakt erişip

Gayrik yeter!

Demesinler.

Ve bir kere dediler mi,

“İsrafir şûrunu urur,

Mahlûkat yerinde durur!”

Toprağın kalbi başlar

Onun nabzında atmağa

Ne kendi korur

Ne düşmanı kayırır

“Dağları yırtıp ayırır

Kayalar kesip yol eyler abuhayat akıtmağa”

Nazım Hikmet– Türk Köylüsü şiirinden

Yanımızda olması gereken yoksul, sömürgenlerin arka bahçesinde döküntü ile geçiniyor. Bunu daha önceki yazılarımda “saprofit kültür” olarak adlandırmıştım. O bizim yanımızda değilse, biz onun yanında olalım.

Gerçek dinin tüm özelliklerini kavrayan devrimci, gericiliğin ve tutuculuğun en yoğun olduğu yörelere giderek örgüt ya da parti propagandası yapmadan onlara dost elini uzatacak ve gerçek dinin yardımıyla sahte dini kovmaya çalışacak, hem de ona sorunlarını çözme yolunda yardımcı olacak. Onu “bizden” yapma gibi bir derdi olmayacak, sadece düşmanlığını gidermeye çalışacak, onlardan biri olarak, hepsi bu. Bizi düşman görmesin varsın bizden olmasın. Bizi kaldıralım, biz, onlar olalım.

Var mısınız?

Emperyalizm ve faşizm ile mücadelenin yolu gericilikle mücadeleden geçiyor.

HAKKI ZABCI (gelenekvegelecek.com)

1864070cookie-checkDarbe Girişimiyle Gelen…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.