ÇİĞDEM… Sonbahar…

Hayatı kaçırmıştı Yusuf…

Delikanlılığın o başı göğe erdiren delidolu günleri… İçinde bir çıkış bulma umudu… Yoksulluğun, sahipsizliğin, adaletsizliğin bütün sorumluluğunu üzerine alıp, başını koyup davaya, ölümüne çıkmak yolculuğa, bir hayat bir dava uğruna ancak bu şekilde hoyratça harcanabilir, işkence ve zulümler bir fidanın ömrü ancak bu şekilde söndürülebilirdi…

Ürkek bir kuşun son telaşı içinde çırpınıp duruyordu şimdi kırık kanatlarıyla; son bir gayretle, gökyüzünün bütün kayıp zamanlarını ve özgürlüklerini kavrayıp,  bütün anlamlı uğraklarını yaşayıp, hayatının sonbaharında, son deminde, hiç olmazsa son bir kez kazanmak istiyordu savaşı hayata karşı… 

Ah Yusuf, seninksi bu nasıl bir deli sevdaydı…
Bir de geç kalmış olmasaydın hayata…
Bir de mevsim SONBAHAR olmasaydı…

Nasıl da kıyabilmişti hayat senin gibi sevdalı bir buluta…
Senin o kocaman özgür yüreğin, nasıl da sığabilmişti yıllarca göğü yasak, bulutu yasak, güneşi yasak, metrekarelerle hesaplı, adımları sayılı, küçücük, tutsak bir alana…

Kendi memleketim Hopa’da geçen bir öyküydü Sonbahar. Öykünün kahramanı hayata, yaşamaya dair kaygısı olan; başkası elinden gelmediği için bir şeyleri değiştirme çabasıyla gerektiğinde ölümü, yok oluşu, tükenmeyi göze alarak yoluna devam eden; bedeli hayatı  bile olsa davasından dönmeyen; bir kez daha hayata gelme şansı olsa yine aynı dava uğruna aynı şekilde hayatını feda etmekten  çekinmeyecek olan yüzlerce, binlerce devrimciden sadece bir tanesi ya da hepsiydi…

Yusuf bana çok tanıdıktı; Yusuf’un davası çok tanıdıktı; doğduğu memleket, büyüdüğü kasaba, ayak bastığı topraklar benim topraklarımdı; konuştuğumuz dil farklı olsa da kültürümüz birbirine çok benzerdi, yasımız, ağıtlarımız birbirine çok benzerdi;  en önemlisi Yusuf’un annesi benim annemden, bir Laz annesinden ya da memleketimdeki her hangi bir anneden farklı değildi… Hatta ne Kürt bir anneden, ne Çerkez, ne Ermeni bir anneden, ne Iraklı, Suriyeli, Afganistanlı bir anneden, ne de Filistin’de yavrusu bombalar altında parçalanırken bütün umutlarını yitiren ve çığlığını her şeye rağmen içine akıtan o cefakar annelerden farklı değildi…

Yıllarca sabırla beklemişti Yusuf’unu… Gerçekten neler olup bittiğini anlamadan belki ama oğlunun yüreğine inanarak; onun kimseye zarar veremeyeceğini, kötülük yapamayacağını bilerek…

Yusuf puslu bir sonbahar günü dönmüştü Karadeniz’e; Memleketinin yılan gibi kıvrılan yeşilliği bol, dik, yamaçlı, engebeli yollarını aşarak köyüne varmıştı nihayet. Ölüm fermanı çoktan yazılmış olsa da, fırtınanın dinmesinin ardından gökyüzünde beliren gökkuşağının insanın içine serptiği hoş duygular gibi bir sürprizle yeniden girmişti anacığının hayatına…

Yusuf annesinden sağlığıyla ilgili gerçeği saklamayı düşünüyordu… Hem ona ne söyleyebilirdi ki… Bir şahin gibi gönderdiği oğlunun içerde kolunu kanadını kırdıklarını; Sadece bedenini değil ruhunu, yüreğini, ciğerini kanattıklarını; yaşama dair tüm izleri kaybetmek istercesine içindeki her umut zerresini tek tek yok ettiklerini ve geleceğe dair tek bir çıkış yolu bile bırakmadıklarını mı?…

Belli ki Yusuf’u son günlerini memleketinde, ailesinin yanında geçirsin diye bırakmışlardı ya da artık nasılsa tükenmiş bir mahkumun ölüsünün sorumluluğunu üzerlerinden atmak, ölüsüyle uğraşmamak için… Her ne olursa olsun Yusuf razıydı… Özgürdü, anacığının dizi dibinde, memleketinde ölecekti… Son bir kez daha alacaktı karşısına Karadeniz’in başı karlı, dumanlı dağlarını, doldurup hasta ciğerlerine memleket havasını, son bir çığlık daha savuracaktı hayata karşı…

Hayalindeki gibi son nefesinde bile tulumunu üfleyerek ölecekti…

Yol boyunca bunları düşündü Yusuf… Ölüm ona hiç koymuyordu ya anacığına üzülüyordu…  Yıllarca umutla oğlunun yolunu gözlemiş bir anaya şimdi tam dönmüşken yuvasına, ölümünü anlatmak kolay olabilir miydi; Sessizce, soğukkanlılıkla hazırlanması gerekiyordu bu yüzden ölümüne; annesine hissettirmeden geldiği gibi yine aniden bir sürpriz gibi gitmesi gerekiyordu Yusuf’un…

Eve döndüğünde bunun hiç kolay olmadığını anlamıştı; Annesinin her yüzüne bakışında, her Yusuf, evladım deyişinde yüreği ağzına geliyordu… Daha önce dudakları arasından çıkacak iki söz için ne dayanılmaz işkenceler, ne zulümler görmüştü ama hiçbirisinde anasının şu anki endişeli bakışları altında ezildiği kadar ezilmemişti… O kaygılı bakışlar, o titrek ses tonu, o ‘iyi misin’ sorusundaki ürkeklik ve pişman olmuşçasına cevapları beklemeden suskunluğa gömülüş, tüm bunlar Yusuf’u kahrediyordu…

Yusuf’un uzak kaldığı on yıl süresince dışarıda her şey değişmişti; genel olarak hayat gayesi, gelecek için beklentiler, insanların değer yargıları, idealleri, öncelikleri, her şey, her şey değişmişti… Hayat başka bir yöne doğru akıyordu, Yusuf  ise başka bir boyuttaydı… Değişmeyen tek şey vardı ama, o da uğruna yaşamını feda ettiği, canını hiçe saydığı adaletsiz düzen, zalimlik ve annesinin yoksulluğu, aynıydı…

Hala rüyalarına giren o gri kabuslar; Açlık greviyle F tipine karşı verdikleri mücadeleyi sonuçlandıran kanlı baskın;  üzerlerine karabasan gibi çöken gece, çeliğin soğuk yüzü, postalların koridorları çınlatırcasına düzenli yükselen adımları; çiğnenen insanlık onuru; çığlık çığlığa ölümün kucağına atılan vücutlar ve Cezaevini bir anda cehenneme çeviren, yangında kızıl bir alev topuna dönüşerek yanan yol arkadaşlarının çığlıkları…

Döndüğünden beri içini arıtmak, özlediği ne varsa ciğerlerine çekebilmek için uzun uzun, derinden soluk alıyordu: içerde kaçırdığı her anı, her saniyeyi, bekli de kaçırmış olduğu hayatı bir şekilde telafi etmeye, olabildiğince yerine koymaya çalışıyordu… Her bir karedeki gökyüzüne, yeşilliğe, ağaca, toprağa, dağa, taşa, ormana, dereye, tepeye, kurda, kuşa, çiçeğe, böceğe, her bir ayrıntıya büyük bir merakla odaklanıyor, daha önce hiç görmemişçesine, sanki ilk kez karşılaşıyormuşçasına şaşkınlıkla bakıyordu…

Yönetmenin ustalığı sayesinde filmde Yusuf’un her bakışı, gözünün değdiği her kadraj bir doğa harikasına dönüşüyor, Karadeniz’in o eşsiz güzellikleri, yaylaları, vadileri, çağlayarak akan dereleri, yüksek, yamaçlı dağları, engebeli, yılan gibi kıvrılan yolları, benzersiz, farklı, daha önce yöreyi bilmeyenler için biraz da sarsıcı olabilecek müthiş doğası, kullanılan sıra dışı teknik sayesinde daha bir büyüleyici hale geliyor ve sanki sahnelerden Karadeniz salona, salondan da seyirciye geçiyordu…

Bu arada filmdeki en büyük başarılardan biri, yönetmenin Yusuf’un o anda ruhunda kopan fırtınayı tamamen sözsüz, sadece gözlerinde odaklaşarak, kamerayı adeta Yusuf’un içine sokarak, Yusuf’un gözlerini sanki kamera gibi kullanarak, baktığı, gördüğü her şeyle özel bir bağ kurarak seyirciye inanılmaz bir doğallıkla ve yoğunlukla aktarabilmesiydi.

Yusuf hem bulunduğu yerdeydi, hem ötesindeydi…

Bir an oluyor, on yıldır uzak kaldığı bir dünyanın yabancılığıyla her şeyi yadsıyor adeta kaybolduğunu düşünüyor;  bir an oluyor hala aynı kalan, hiç değişmeyen şeyleri fark ederek, o bildik tanıdık duyguların sıcaklığıyla yeniden kendini buluyordu; Sonra yine kayboluyor, kendinden uzaklaşıyor, yine kendine geliyor, kendini buluyordu; Bir gidiyor, bir geliyordu Yusuf… Soluduğu havanın ne kadarını çekebiliyorsa çekiyordu ciğerlerine; gördüğü şeylerin ne kadarını sığdırabiliyorsa o kadarını sığdırıyordu gözlerine; sanki yaşamdan kendi payına düşenleri alabildiğince almak istiyordu bir solukta da olsa…

Film insana hem ‘ne uğruna bir hayat feda edilebilir’ diye düşündürüyordu; çünkü değerler, anlam, kutsallarımız, döneme ve koşullara göre çar çabuk değişebiliyordu; hem de filmde asıl olanın, değişmez olanın yaşama içgüdüsü olduğu, hayatta kalma güdüsü olduğu Yusuf özelinde, onun bir sonbaharlık kelebek ömrüne sığdırmaya çalıştığı anlam mücadelesiyle anlatılmaya çalışılıyordu…

Örneğin Yusuf’un öleceğini bildiği halde, sevdiği kadının ardından sonuna kadar gitmeye razı olması, pasaportunu hazırlaması… Ne kadar süreceğini bilmeden, hesaplamadan umudun peşine takılmak istemesi; Kısacası o hiç bitmeyen yaşama içgüdüsü…

Bu arada filmdeki aşk hikayesi, seçilen karakterin Yusuf’un bir zamanlar idealize ettiği sosyalist ülkelerden birinden olması ve onunla özdeşleştirilmesi; o karakter üzerinden sistemin çöküşünün ve sonrasındaki yozlaşmaların anlatılması, bütün bunlar tesadüf değil, bilinçli bir seçimdi bana göre. Bazı eleştirilerde yer aldığı gibi, filmdeki aşk hikayesi ve bunun için sosyalist bir ülkeden  bir karakterin tercih edilmesi de filme güzel bir tat katmak için kurgulanmış hoş bir ayrıntı değil aksine filmdeki esas unsurlardan biriydi. Hatta filmin kahramanının geçmişiyle yüzleşmesi,  dün ve bugünle hesaplaşması önemli ölçüde bu aşk üzerinden, filmin kadın karakteriyle olan ilişkisi temelinde yapılmaktaydı.

Filmde tüm kötülüklerin, bataklığın ve çirkefin, Yusuf’un yaşantısına birden bire giren fahişe bir kadın, bir nataşa üzerinden, onun eğitim ve sosyal konumuyla çelişkili mevcut durumu ve zorunlulukları üzerinden anlatılmaya çalışılması, kapitalizmin insanı nasıl metalaştırdığı ve değersizleştirdiği, asıl değerli olması gereken şeylerin nasıl değersizleşip, para ve ticari ilişkilerin nasıl yüceltildiği, insanların maddi güçlerinin olmamasıyla değerlerinin olmamasının nasıl aynı tutulduğu, tüm bu çelişkiler ve çarpık değerler yine bu aşk üzerinden ve onun etrafında dönen temalar üzerinden anlatılmaktaydı… 

Yaşama tutunmak için, çocuğuna bakabilmek için Karadeniz’e fahişelik yapmaya gelen üniversite mezunu genç bir kadın ve  cezaevinden yeni çıkmış, kanadı kırık, günleri sayılı, cılız bir mum alevi kadar yitik bir adam Yusuf… Bu iki yaralı kuşun yollarının birleşmesi; tutkulu, tertemiz bir aşkla birbirlerine bağlanmaları, kapitalizmin tüm yozlaştırıcı ve tutsaklaştırıcı değerlerine karşı halen masumiyetini koruyabilen bir aşk ve koşulsuz sevebilme gücü…

Yaşadıkları dünyanın tüm kirliliği, yabancılığı ve acımasızlığına rağmen birbirlerine tutunmak, sığınmak istemişlerdir onlar ama o çok sevdikleri coğrafyaya,  Karadeniz’e bir kez bile yağamadan, doya doya dolaşamadan göklerinde onu terk etmek zorunda kalmış, kaybolmuş iki sevdalı bulutturlar şimdi…

Yusuf hayata; kadın Yusuf’a geç kalmıştır…

Yusuf’un daha önce idealize ettiği Sosyalist sistem, bu sistemin artık çökmüş, dağılmış olması; sanki kadermişçesine yine o sistemden bir kadına aşık olması; Sevdiği kadının idealindeki sistemin şu anki haliyle özdeşleşmiş şekilde düşkün, yitik hali; Yusuf’un buna rağmen onda hala gerçek masumiyeti, gerçek güzelliği bulması ve her şeye rağmen yine onu sevmesi; Bir zamanlar nasıl davası uğruna başını o yola koyduysa, sevdiği kadın için de öyle yeniden başını o yola koyması ve her şeyi göze alarak gitmek istemesi ama yine de hayatın izin vermemesi ona…

Ve umudun tamamen terk etmesi Yusuf’u…

Bu arada Yusuf’un sevdiği kadının gittiğini öğrenmesi ve sonrasındaki duygu fırtınasını anlatan liman sahnesi filmde beni en çok etkileyen sahne olmuştur. Daha önce böylesine etkilendiğim bir sahneyi daha çok az izlediğimi sanıyorum… Bütün ruhumla hissedebildim Yusuf’un o anki acısını, umudun onu terk edişini ve içindeki o şiddetli fırtınayı…

Yönetmeni bu konuda tebrik etmek gerekir gerçekten; çünkü tam anlamıyla geçirebildiğini düşünüyorum seyirciye Yusuf’un o anki duygularını…

Fonda dalgaların gittikçe büyüyüşüyle birlikte, aynı tonda yükselen bir keman sesi; Yusuf’un umudu terk edişini anlatan daha güzel bir sahne olamayacağını düşündüğüm, dalgaların bir anda kabarıp devleşmesi, yükselmesi, yükselmesi ve limana çarparak paramparça köpükler halinde dağılması; Müziğin ritminin bir ara düşüp yeniden yükselip tavana vurması ve sonra yeniden yavaşlaması; daha sonra tekrar dalgaların yükselmesi, tekrar müziğin ritminin coşkusu, yükselişi, tekrar düşüşü, dalgaların köpük köpük limana çarparak tekrar dağılması ve sonunda  derin bir sessizliğe gömülüşü limanın…

Karadeniz devleştikçe Yusuf’un küçücük, küçücük kalması o limanda…

Aynı anda sahil yolunda, yağmurun içinde süzülerek giden bir minibüs’ün içinde Yusuf’un tutunduğu son umudun, hiç hesapsız savunmasız bağlandığı kadının, başını cama dayayarak yaşlı gözlerle Karadeniz’i terk edişi…

Yusuf için artık her şey bitmiştir; Son sevdası tulumunu almış, bütün nefesiyle son bir kez daha üflemiştir; Dumanlı, karlı dağların ardından hüzünlü bir ağıt yükselmektedir şimdi; Hayata doyamadan gitmiş bir fidana, sevdalı bir buluta ağlamaktadır Karadeniz…

________________

* Yrd. Doç. Dr.

1080250cookie-checkÇİĞDEM… Sonbahar…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.