Dinle Anadolu, bu senin öykün…

Kendimize vermemiz gereken kocaman yanıtların boğazımıza yumruk gibi çakıldığı günlerden geçiyoruz. Yeryüzünün en çarpıcı coğrafyasının üzerinde binlerce yılda ve türkü söyler gibi dokuduğumuz yaşam kilimini lime lime eden çarklara doğru bal kavanozuna üşüşen sinekler gibi, üstelik kımıltısız kalma pahasına hızla koşuyoruz…

Türkiye, köklerinden koptukça savrulan, savruldukça da kimliğini yitirmeye başlayan insanların, giderek yığınlara dönüştüğü bir ülke haline geldi. Ömrünü tek bir evde tamamlayan birini bulsam, sevincimden ağlayacağım! Yaşam alanlarını dikey ve yatay kesen vahşi kapitalizmin girdabında dönüp durdukça ömrümüzün törpüsünü şaşırdık. “Bir insan ömrünü neyle törpülemeli?” sorusuna herkesin kendine göre verecek bir yanıtı olmalı oysa.

Bugün size bir ömrünü yaşamla törpüleyen insanların coğrafyasından yeni bir öykü anlatacağım. Üç yıl önce, “Dinle Anadolu, Yitip Giden Senin Hikâyendir” başlıklı yazımda yaşamından bir kesiti aktardığım Hasan Dayı’nın, hiç eskimeyecek olan öyküsünün yaşamın içinde akışını sürdürdükçe nasıl yeni söz ırmaklarına karıştığını anlatacağım size. Son elli yılda büyüme ve kalkınma hamağında salınarak uyutulan, masalları, düşleri ve geleceği çalınan bir ülkenin, henüz gözle görülmeyen ruh enkazlarının arasından Anadolu’nun bizzat kendisi çıkıyor. Yani yaşadığı coğrafyaya benzeyen insana sinen, içine işleyen ve içten içe akıp duran o büyük ruh. Damlanın okyanusla buluşması gibi…

HEM DAMLA, HEM DE OKYANUSUN KENDİSİ
Isparta’nın Aksu ilçesinde yaşayan Betül Demir Zeynel de Anadolu okyanusuna karışan o damlalardan biri. Hem damla, hem de okyanusun kendisi aslında…

Hasan Dayı, Isparta’nın Sütçüler ilçesine bağlı Darıbükü köyünde 1914 yılında dünyaya gelmiş, 7 yaşında kimsesiz kalınca da yaşamını hep tek başına, insanlardan uzak ve doğanın koynunda geçirmiş, 1993 yılında da 79 yaşındayken yaşamını yitirmiş gerçek bir Anadolu bilgesiydi : (http://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/2012/07/14/dinleanadolu/)

KÖKLERİN PEŞİNDE BİR YOLCULUK ÖYKÜSÜ
Hasan Dayı’nın öyküsünü yazdıktan sonra, o ibretlik yaşamı bir iki belgesel ve televizyon programına da konu oldu. O yazıyı okuyup, belgesel ve programları izleyenlerden biri de 34 yaşındaki bir çocuk annesi Betül Demir Zeynel’di. Yani Hasan Dayı’nın torunu. Dedesiyle ilgili okuduklarından ardından köklerinin peşine düşen ve Dedegöl Dağı’nın bir ucundan diğer ucuna yolculuklar yapan Betül Zeynel Demir, yaşamı boyunca hiç görmediği dedesinin izini sürdüğü yolculuğunu ve yaşadıklarını yazdı ve benimle de paylaştı.

Betül’ün yaşadıkları, her gün birbiri ardına yaşanan kayboluş öykülerinin içinde, tan yerinin ağarması gibi bir umudu taşıyor. Kırılıp kırılıp yen içinde kalan kolların yeniden kırıldığı yerden kaynaması gibi. Betül’den izin alarak yolculuğunu ve yaşadıklarını anlattığı o öyküyü sizinle de paylaşmak istedim. Bir kez daha anımsamak, tanık olmak ve düşlemek için…

İşte Betül Zeynel Demir’in köklerine “hoşça kal” dediği o yolculuk ve yaşadıkları…

‘MEĞER BABAMIN BİR KÖYÜ VARMIŞ…’
“Köye yaklaşırken çocukluğumdan belleğime kazınmış birkaç an gözlerimin önüne geliyor: Tahta bir masa üzerine yatırılmış iri bir adamın üzerine örtülen kilimin dışında kalmış soluk lacivert, naylon çoraplı ayaklar; harlı ateş üzerinde bir kazan, yabancı bir kalabalık, ürkütücü bir uğultu ve saçları çamaşır lastiği ile bağlanmış olmasına rağmen dağınık, yüzleri kirli, basma pijamalı, kardeşim yaşlarında iki kız çocuğunun bize doğru koşarak gelip ‘Amca!’ diye babamın bacaklarına sarılmaları. ‘Niye benim babama sarılıyorlardı ki nerden tanıyorlar ki babamı?’ diye düşündüğüm an… Babamın dudaklarını ısırırken gözlerinden akan yaşı koluyla silmesi, gözlerine oturan kan… O günü anlamak, taşları yerine oturtmak çok uzun yıllarımı aldı. Meğer benim babamın bir köyü, köyünde babası, kardeşi, yeğenleri, akrabası varmış…

Tabela köye girdiğimizi haber veriyor. Yol kenarındaki bir tarlada karı-koca olduklarını tahmin ettiğimiz sap toplayan iki kişiyi görünce duruyoruz. Onlar da işlerini bırakıp bize doğru yürüyorlar… Kocam, ‘Selamünaleyküm’ diyerek güneşten teni kararmış, ihsanı yüzüne yansımış kuru ama diri yaşlı adamcağızın elini sıkıyor. ‘Hoş geldiniz’ diyor, adamcağız. Yumuşak bir ses tonu ve samimi bir bakışla, kocasına göre daha diri gözüken kadıncağız da ‘hoş geldiniz’ diyor, duraksıyor ve “nereden gelir, nere gidersiniz?’ ekliyor. Hemen atılıyorum… ‘Ben bu köyde yaşamış olan Hasan Demir’in torunuyum. Onu tanır mısınız, evi, mezarı nerede biliyor musunuz?’

HEY GİDİ HASAN DAYI…
Dilime yapışan bir gevezelik ile sabırsızlıkla soruyorum… Önce tanıyamıyorlar. ‘Köyden uzakta, dağda evi varmış babamın adı H… Demir der demez adamcağız, ‘hey gidi Hasan Dayı, onu tanımayan mı var kızım?’ diyor ve ekliyor: “Köyün akıllı adamıydı. Çok da becerikliydi. Çok güzel konuşurdu, okuma-yazma bilmezdi ama okumuşlara taş çıkarırdı. Onun öğretmeni radyoydu… Çıkınca göreceksiniz evini, bahçesini. Nerede bir gebe kadın aşerse onun bahçesinde alırdı soluğu bin bir çeşit meyve, sebze. Onun yetiştirdiği domatesin, turpların, havuçların, üzümlerin hele bal dolu küplerin methini duymayan var mı ki! Duvar ustalığı, marangozluğu, kovan ustalığı, rençperliği hiç kimsede görülmemiştir. Ha! Kimsenin ayağına da gitmez, öyle herkese de yüz vermezdi canı istediği kişiyle konuşur istemediği kişiyle tek kelime konuşmazdı. İhtiyacı olan o yokuşu çıkar alış- verişini yapardı…’

KÜÇÜKTÜM, KÜÇÜCÜKTÜM…
Kadıncağız soruyor: ‘Hiç gelmedin miydi dedenin yanına?’ Çocukken hım… Tam yirmi altı yıl evvel amcamın vefatında gelmiştik ama ne dedemi ne de evini görmedim. Bir evde bir gece kaldık ama… Küçüktüm, küçücüktüm… Daha birinci sınıftım… Bir sessizlik hâkim oluyor… Gözlerimizi birbirimizden kaçırıyoruz… Sessizliği bozan adamcağız oluyor: ‘Herkesin işine koşardı rahmetli, geçliğine konduramadık ölümü…’
Gözleri doluyor ha taştı ha taşacak… İçimden ‘Demek ki yakından tanıyordu benim tanıyamadığım amcamı’ diye geçirdim ‘Eh! Haydi, gidelim eve bir çayımız, çorbamız nasip olsun’ diyor, adamcağız. ‘Hele bir görelim dedemin evini, mezarlığa gidelim de malum köy, HES yapımı bitince su altında kalırsa bir daha imkânsız… Dönüşte uğrayalım’ deyip, kadıncağıza yöneliyorum; terli elini büyük bir minnetle sıkarak sarılıyorum, vedalaşıyoruz.

TOZA GÖMÜLMÜŞ KARA LASTİK, ÜÇ BASAMAKLI MERDİVEN
Adamcağız önce kendi evini sonra dedemin evini kendini parçalarcasına tarif ediyor. Akarsuya paralel ilerleyen köy yolunda konteynırlar, kamyonlar, iş makineleri… Öğle sıcağı cömertçe etrafıma bakmamı engelliyor ama bu muhteşem doğanın kısa bir süre sonra yok olacağını bilmek beni bakmaya, belleğime kaydetmeye zorluyor… Köyün içinden geçip yokuş yukarı bir yola giriyoruz… Yüksek çam ağaçlarının, yer yer dut ağaçlarının içinden geçen dar ve toprak yoldan motorun sesine karışan orman böceklerinin sesiyle ilerliyoruz… Taşların arasından fışkırmış otlarla yeşillenmiş kimi yerleri yıkılmış, toprağa karışmış bir bahçe duvarının yanında duruyoruz. İlk kez gitmemize rağmen sanki binlerce kez gitmişiz gibi o bahçenin, aradığımız evin bahçesi olduğundan emin iniyoruz. Orman böceklerinin sesine nereden geldiğini kestiremediğim güçlü bir su şırıltısı ekleniyor, ağaçlar içinde bir evin çatısı gözüküyor. Kocamın yardımıyla alçalmış bahçe duvarından atlıyorum. Kurumuş asma kütükleri bakımsızlıktan yozlaşmış armut, elma ağaçlarının gölgesinde kurumaya yüz tutmuş otların içine attığım her adımda korkarak yaklaşıyorum…

Yirmi beş yılı aşkın bir süredir sahipsiz kalan evin sapasağlam duvarları, doğramaları karşısında hayranlık, şaşkınlık, hüzün karmaşası içinde usulca kilitsiz kapıyı açıyorum: eski bir kuzine soba, ampulü kırılmış dışı is mi kir mi kestiremediğim bir gaz lambası, tek kalmış bir kara lastik ayakkabı toza gömülmüş, toprak bir zemin, kocaman bir ambar ve yukarı kata uzanan üç basamak merdiven…

YAPAYALNIZ YAŞAYAN DEDEMİN AZIĞI
Ürkekçe basıyorum ilk basamağa. Yukarı katta başımın üstünden uçup kaçan kırlangıç zannettiğim yarasa olduğunu anlayınca ürktüğüm kuşlar, bir ocak, ocağın kenarında bir sac, kuş gübresiyle dolmuş bir tahta zemin… Küçücük pencereden sızan loş ışık… Gözüm hamur teknesine ilişiyor o anda boğazımda bir düğüm çözülüyor hıçkırıklarıma engel olamıyorum bu teknede karılan hamur bu ocakta, şu saç üzerinde pişen ekmekle büyüyen çocuklar… Babam! Amcalarım! Yapayalnız yaşayan dedemin azığı… Çıkıyorum. Kapının önüne çöküyorum… Bir elimle işlemeli kapıyı okşarken diğer elimle gözyaşlarımı siliyorum. Kafamı kaldırıp etrafıma bakıyorum Dağın başında kutu kadar muntazam bir ev. Evin yanı başında dimdik sapasağlam bir arılık…

‘DEDENİN BİR BAHÇESİ VARDIR, DİLLERE DESTAN…’
Dedemin elleriyle kazdığı kurumuş bir gölet, içini doldurmak için olmalı yukarı taraftan uzanan içi otla kaplanmış taş örgü su karıkları… Ormanlık bir dağın eteğinde bir aileye hatta bir kişiye özgü dünya… Bahçeye göz atıyorum dağın eteklerine örülmüş yüksekliği iki metreye yakın duvarlar yaklaşık 40 -50 metre arasında paralel olarak bahçenin aşağı ucuna kadar uzanıyor. Aslında bu bahçe hakkında babamın teyzekızı aynı zamanda amcamın karısı olan yengemden dinlediklerim sayesine zihnimde yer eden bir şeyler vardı: ‘Dedenin bir bahçesi vardır dillere destan, mandal mandal ördüğü duvarların içini ormandan kazıp elediği toprağı çuvallarla bahçeye taşıyarak doldurmuş, aylarca uğraşmış bahçenin toprağı için. Bahçeye o zamanlar kimselerde olmayan kirazlar, dutlar, elmalar, armutlar, asmalar dikmiş bu fidanların çoğunu gitme-gelme iki günlük yürüyüş mesafesi olan Eğirdir’den getirmiş hatta ısmarladığı fidanı getirmeyen mevsimlik işçi köylüsüne kızıp Eğirdir’in çıkışındaki gara kadar bir gün durmaksızın yürüyüp saatlerce tren beklemiş de trene binip Aydın’a asma kamçısı getirmeğe gitmiş, yine trenle dönmüş Eğirdir Tren Garı’na. Oradan da bir günlük yolu yürümüş de dönmüş köyüne… Köyüne bile inmeyen deden bir tohum, bir fidan uğruna dağları aşarmış. Diktiği tohumların yeşermesini sabırsızlıkla beklermiş, diktiği her fidanı okşar, korurmuş hele arılar… Arı oğul çıkardı mı kaçırttığı arısı olmazmış, kovanın en hasını yaparmış da bir kez olsun karısına güler yüz göstermez, çocuklarının başını dahi hiç okşamazmış… Kıskançlığı ile karısını merhametsizliği ile çocuklarını yıkıp geçen adam toprağa, suya, yeşile, kıyamazmış…’

‘KIYMET BİLMEDİ, ÇOK ÇEKTİRDİ ABAMA’
Zihnimin bir köşesine kazınmış başka bir iz daha gözlerimin önünde… On üç – on dört yaşlarındaydım bir gün iki adam geldi evimize birisi yüzüyle, vücut tipiyle tıpkı babam! Yüzünde olgunluk, sıcaklık üstünde garibanlığını yansıtan bileklerinde biten kahverengi kalın pantolonu aynı renk ceketi ayağında eskimeye yüz tutmuş ama yeni boyandığı belli ayakkabılarıyla Ahmet dayı, diğeri kot pantolonlu yazlık ceketli oldukça bakımlı, güler yüzlü Samet dayı. Yeğenlerini, babamı, görmeye gelmişler… Ben ve kardeşlerim ellerini öpüyoruz Bir ara babam odadan çıkıyor o sırada hemen soruyorum ikisinin de yüzüne bakarak dilimde eğrelti duran dede sözcüğü ile ‘Dedem nasıl bir adam, anlatır mısınız?’ Ahmet dayı: ‘Kimi kimsesi olmayan bir başına bir adamdı abamı aldı çoluk çocuğa karıştı amma kıymet bilmedi çok çektirdi abama…’

‘BAĞRINA BASAN BİR ANA DURMAMIŞ Kİ MERHAMETİ ÖĞRENSİN’
Yere bakıyor dudaklarını sıkarken başını sallıyor: ‘Abam ölünce bakmadı çocuklarına rezillik bin para…’ Anlatmaya devam etti babam oda kapısında gözükene kadar… Sanki önceden anlaşmışız gibi sustuk aynı anda ilk kez gördüğüm bu adamla bakışlarla anlaştık.
Düşünüyorum… Paramparça bildiklerimle tanımaya çalışıyorum dedemi, zihnim allak bullak… Çocukluluğu ve ilk gençliği savaşın getirdiği garibanlık ve yetimlikle geçen yokluğun pençesinde kıvranan, çocuk yaşında anasının kocaya varmasıyla öksüz kalan Hasan, toprağı dost bellemişti kendine. Âşık Veysel gibi yalnızlığına, kimsesizliğine örtü etmişti tek dostunu. Hasan’ın babası olmamış ki babalığı öğrensin, bağrına basan bir ana durmamış ki yanında merhameti öğrensin bir de yedi senelik askerlik eklenince dönüşünde tam olarak bağlanmıştır çocukluğunun yoldaşına…

‘AKLIM, YÜREĞİM ORADA KALIYOR’
Bacaklarımın uyuştuğunu bile anlayamayacak kadar dalmışım derin düşüme, kocamın sesiyle irkiliyorum. ‘Susadım’ diyor. Evin etrafında bir çeşme, pınar arıyor gözlerim ama yok. Evin üst tarafında bahçe duvarının dışında yüksek otlu bir yeşillik görüyorum, kocama işaret ediyorum. Muhtemelen bir pınar… Kocam, ‘boş ver ya hadi gidelim, gördün işte!’ diyor. Aklım yüreğim orada kalıyor. Bu sefer yardımsız atlıyorum duvardan. Yokuş aşağı iniyoruz… Yalnız kendi iç sesimi duyuyorum… Yine aklım yıllar öncesine gidiyor. Bir bayram sabahı takılmıştım babamın peşine büyük amcamlarda kalan dedemi görmeye gitmiştik. Bir saatlik yolun sonunda durakta şehir içi otobüslerine binmek için beklerken, asfaltın sıcağı yüzüme vuruyordu bir de çok susamıştım, nihayet bineceğimiz otobüs geldi derken babam, ‘bu değil’dedi. Kendimi duraktaki oturağa atmıştım özensizce…

‘O GÜNDEN SONRA KENDİNİ TOPARLAYAMADI’
Nihayet beklediğimiz otobüse bindik, burnuma tiksinti verici ekşi bir ter kokusu geldi, on dakikalık yolculuğumuz sonunda yine yüzüme yüzüme vuran bir sıcaklıkla yürüdük caddede bir apartmana yöneldik, bahçe kapısını açıp apartmanın zemin katının ziline bastı babam. Bayramlaşma, tokalaşma sonrasında babam, dedemi sordu, yengem, ‘bahçede’ dedi. Bahçe kapısının olduğu mutfağa yöneldik. Yol ile apartman arasında kalan eni yaklaşık üç metre, boyu altı-yedi metrelik bahçede kır sakallı, başı takkeli bir ihtiyar adamcağız diz çökmüş süs güllerinin dibindeki toprağı iki eliyle avuçluyordu, burnuna götürüyordu; bırakıyordu bir daha avuçluyordu… Ona camdan baktığımızı bile fark etmiyordu. Gevrek sesiyle yengem, ‘hep böyle… Beni evime götürün diye ağlıyor… İyileşince götüreceğiz diyoruz, hiç dinlemiyor. Bize küfür de ediyor, önüne geçtik mi iteleyip kapıya yelteniyor… Zaten asabi olduğunda hemen kapıyı kilitliyoruz…’ derken babam kapıyı açıp şeker pembe naylon kadın terliğini siyah çoraplı ayağına geçirip adımladı babasının yanına, ‘Selamünaleyküm’ diyerek…

Yengem, ‘gel, biz içeri geçelim’ dedi. Geçtik. ‘Neden dedemi köyüne götürmüyorsunuz?’ sözleri çıkıverdi ağzımdan. Yengem yüzüme sen ne diyorsun der gibi bakarak, ‘biz getirmedik ki biz geri götürelim… Baban anlatmadı mı? Kim olduğu belirsiz iki kişi evini basmış parasını hatta sandıktaki rahmetlinin gümüş paralarını, küpteki balını, neyi varsa almışlar bir de acımadan dövmüşler… O halinde koşarak yalın ayak köye inmiş. Eniştemlerin avlusunda fenalaşmış… Gece yarısı haber geldi köyden… O günden sonra kendini toparlayamadı. Muhtar jandarmaya haber vermiş ama ne fayda…’

Babam ve koluna girdiği dedem kapıda gözükünce, yengem çay koyayım diye kalkıp mutfağa yöneldi. Babam beni göstererek, ‘benim büyük kız’ dedi. Hemen kalkıp bayramınız mübarek olsun diye eline yöneldim, elini vermedi. Babam hadi sen yerine otur dedi. O gün evde kardeşlerimle kalmak yerine babamın peşine düştüğüm için pişman olmuştum ama bugün çok farklı düşünüyorum…

ÜÇ MEZAR; ORTASINDA ANA İKİ YANINDA YAVRULARI…
Köye varınca bir çeşmenin önünde duruyoruz, kocam elini yıkıyor akan suyun altına avucunu açıyor ve kana kana suyunu içerken dirseğinden akan su minik bir şelale olarak akıyor çeşmenin ağılına. Bizi gören bir kocakarı yaklaşıyor yanımıza kalın camlı gözlüğü altındaki kısılmış gözleriyle bizi süzüyor, alnında çizili altın, gümüş paraları ve belindeki kuşağı eskimiş kadife etekliği dikkatimi çekiyor değneğine dayanıp derin bir nefes alıyor. ‘Hoş geldiniz’, diyor. ‘Hoş bulduk’, diyoruz. Mezarlığı soruyoruz, soruyla cevap alıyoruz. ‘Kimin mezarına varacanız?’ diye soruyor, yanıtlıyoruz; ‘yalnız mezarlığı değil, gideceğimiz mezarların yerini bile tarif ediyor. Minareden yankılanan ezan sesi acele etmemiz gerektiğini hatırlatıyor bize… İkindi güneşinin altında ağır adımlarla meraklı gözlerden süzülerek köhne evlerin olduğu dar bir sokakta ilerliyoruz… Bacaklarımı tırmalayan dikenlerin arasından mezarlara basmaktan gocunarak adımlıyorum, sanki elimle gömmüşüm gibi buluyorum: V. Demir, Doğum, 1960/ Ölüm, 1987. Yüreğim yerinden sökülürcesine acıyor. Bir adım daha zorlukla atıyorum tüylerim diken diken… Güneşte ısınmış mezar taşında ellerim gezinirken çöküyorum, dikenler hiç acıtmıyor artık… Yaşanamamışlıklarla dolu, öksüzlükle taçlanmış kısacık bir ömür… Canım amcacığım… Yanı başında bir sabiyken veda ettiği doyamadığı anacığı A. Demir. Doğum, 1930/ Ölüm, 1966. Gözyaşlarım yanaklarımı kavururken ikide bir burnumu çekmekten bitkin düşerek ellerimi açıyorum, isyan etmekten korkarak… Zorlukla dua ediyorum, canım babamın anacığına, kardeşine… Bir hançer saplanmış gibi donup kalıyorum. Bitişiğindeki küçücük mezarı görünce daha ana sütüne doyuramadan ölümün soğukluğuna bıraktığı yavrusuyla yan yana yatıyordu gün göremeden toprağa karışan babaanneciğim… Kulağıma çalınmıştı lohusalıyken öldüğü… İçimde bir burukluk. Keşke canım babacığım da on iki yaşındayken veda ettiği anasının yanı başına defnedilebilseydik diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum. Üç mezar: Ortasında ana, iki yanında yavruları… Babam, bir başına çok uzaklarda…

‘DEDENİN MEZARINI BULDUM, YANIMA GEL!’
Kocam sesleniyor, ‘dedenin mezarını buldum, yanıma gel!’ Allah mı böyle istedi, gariban babaanneciğimin gönlünden geçen mi buydu, bilmiyorum ama dedem, yer olmadığı için yukarı tarafa epeyce uzağa defnedilmiş… Kurumuş otlara, dikenlere aldırmadan mezarlığın derinlerine süzülüyorum… Olağanüstü emeklerine saygıyla, babama ve amcalarıma kucak açmadığı için öfkeyle çömeliyorum… Okumam gereken sureleri okuyup, büyük bir içtenlikle duamı ediyorum… Çünkü onu gönlümle, aklımla büyük bir çaba göstererek anlamaya çalışıyorum ve çalışacağım da… Ağlama krizim çoktan geçti ancak üzerime çöken zindan karanlığında bir bulut gözümü, kulağımı, dilimi, ruhumu, her yerimi kapladı artık hiç ışık sızamıyor…

BİR DAHA GEÇİLEMEYECEK O YOLDAN KÖYE VEDA
Kocam elimden tutuyor hadi artık oyalanma vakti değil, karanlığa kalmayalım… Mezarlıktan el ele çıkıyoruz tekrar cami çeşmesi yanındaki görkemli dut ağacının altındaki tahtaları karamış banka ilişiyoruz, çaprazımızdaki kahvenin önündeki kavak ağacı altında oturan en genci ellili yaşlarında birkaç kişinin bize baktığını fak ediyorum. İçlerinden biri kakıp bastonuna dayanarak adım adım yaklaştı yanımıza, ‘Hoş geldiniz’ diyerek. İkizimiz bir ağızdan ‘hoş bulduk’ diye yanıtladık. Benim konuşacak halim olmadığı için susuyorum… Kocam bu baraj meselesinde hiç direnmediniz mi kendi aranızda anlaşsanız da satmasanız evinizi tarlanızı… Muhtar toplantı yaptı anlattı barajı ama kimseden ses çıkmadı. Hem görmüyonuz mu televizyonda her gün gösteriyorlar, Karadeniz’de direnenleri nasıl dövdüler, perişan ettiler, bizim uğraşacak halimiz mi var a oğlum… Kimisi evini satıp şehre yerleşecek kimisi de köyün üst tarafına ev yapacak… Zaten köy komşu köylerden biriyle birleşip mahalle olacakmış diyorlar. Eh, işte! Durum bu. Acı ve çaresizlik hissi veren ses tonlarıyla vedalaşıyoruz.

Akşam güneşinin kızıllığında geçip gidiyoruz, bir daha istesek de geçme imkânı bulamayacağımız Köprüçay’a paralel uzanan bu yoldan, köyümden…”

Hasan Dayı portre

Hasan Dayı’nın evi ve bahçesi

Hasan Dayı’nın evi

Hasan Dayı teraslı bahçe

Hasan Dayı’nın yaşamını sürdürdüğü elma deresi, Dedegöl dağının eteğinde yer alıyor

Hasan Dayı’nın evi detay

Hasan Dayı’nın evinin kapısı

Darıbükü köyü bir süre sonra baraj sularının altında kalacak

1567150cookie-checkDinle Anadolu, bu senin öykün…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.