Dürdâne Hanım / Ahmet Mithat Efendi

Türk romanında Batı etkisini anlamak için, öyle uzun uzadıya, sağa sola bakınmaya, bana kalırsa hiç gerek yoktur.
Size doğrudan bir roman adı vermekle, işe koyulacağım: Dürdâne Hanım…
Türk edebiyatının, gazete fıkracılığı ve roman yazarlığının en verimli isimlerinden olan Ahmet Mithat Efendi’nin bu yapıtı Batı etkisini âlenen, apaçık, olduğu gibi gösterir.
Böyle olması da doğaldır; roman, hep söylenegeldiği gibi, Batı’nın, Avrupa kapitalizminin bir anlatı ürünüdür.
1844 yılında İstanbul’da Çerkes asıllı bir ailenin evladı olarak doğan Ahmet Mithat Efendi, 1912’de hayatını kaybetmiş, gerideyse düzinelerle sayılacak roman, hikâye kitapları, gazete yazıları ve kitaplaşmamış yüzlerce yazı bırakmıştır.
Ahmet Mithat, ¨Osmanlı’nın En Uzun Yüzyılı¨ [İlber Ortaylı’nın aynı başlıklı kitabına âtfen…] diye bilinen 19.yüzyılın hızlı değişimleri karşısında müthiş etkilenmiş olmalıdır ki hemen her konuda, astrolojiden tıbba, fizikten müziğe, hokkabazlıktan mitolojiye kadar, hasılı akla gelebilecek her alanda yazı üretmiştir.
Dürdâne Hanım’ın ilk kez Tercümân-ı Hâkikat gazetesinde, 1882 yılında tefrika olarak yayınlandığını biliyor, ancak kitaplaşmış vaziyette okurun eline ne zaman geçtiği konusunda bir bilgi yoksunluğu çekiyoruz. Osmanlıca harflerle yazılı eski dildeki eseri yeni Türkçe’ye kazandıran Paraf Yayınları’nın bu yapıtı tekrar 2010 yılında bastığını, elimizdeki kitap nüshâsından biliyoruz.
Fakat, daha baştan, peşin peşin kitabın bu çeviri sırasında uğradığı kâzalardan okuru haberdar etmek gerekir. Paraf Yayınları, başındaki Genel Yayın Yönetmeni Burak Fazıl Çabuk yönetiminde, son yıllarda ardı ardına klasik Türk romanlarından seçkin örnekler veriyordu; ama telaşeye gelmiş olmalı, bu kitapta yapılan hataları affedemiyoruz.
Kitabı yayıma hazırlayan, Osmanlıca çevirmeni Melek Kocaoğlu‘nun gözünden kaçsa dahi düzeltmenlerin dikkat etmesi gereken birçok yazım hatası-imla ihlalleri ile karşı karşıyayız.
Ancak bu, romanın okunmasına bir engel oluşturmuyor.
Zira ¨hâl⨠yerine babamızın kız kardeşi olan hala’yı kullanmak ısrarındaki çevirmen, bazen kârı yerine karı demekte, sonra dilini toparlayıp ¨kimsenin kârı değildi¨ demektedir; aksi durumda kimsenin karı değildir, olacaktı.
Benzer biçimde Dürdâne’yi bazen Dürdane diye yazmaktadır.
Her ne kadar imlaya dikkat edilmemiş olsa dahi Ahmet Mithat Efendi’nin akıcı üslûbu, dili ve hikâye etmek için duyduğu heves okuru ele kolayca geçiriyor da Dürdâne Hanım, bu kitaptaki uyarlamanın hatalarına karşın bir iki kıpırdanış arasında okunup bitiveriyor.
Geriye ise Türk romanının nerelerden yola çıkıp nasıl geliştiği konusunda okura ciddi bir izlek kalıyor ki bu her şeye değer!
Bu romanda ciddi ve tutarlı bir kurgu, okuru meraktan kıvrandıran bir hikâye bekleyenlerin düşkırıklığı yaşayacağını yine baştan söylememiz gerekir. Romanın temel hikâyesi ahlak koruyucusu kesilen bir varlıklı kadının, Ulviye Hanım’ın, komşu yalıda yaşayan bir genç kızın, Dürdâne’nin iğfalini öğrenmesiyle, üstüne vazife olmayan biçimde, kızı aldatmış genç adamdan intikam almak üzere kurduğu entrikalara dayanır. Roman, Ulviye Hanım üzerinde yoğunlaştığı için, aslında bir Ulviye romanıdır, fakat Dürdâne’siz bu iş olamaz zira o Batı edebiyatından Türk romanına katılmış bir Juliet karakteridir.
William Shakespeare‘in ünlü trajedisi Romeo ve Juliet’te, on üç yaşında olup kör kütük âşık kalmış Juliet ne ise, Ahmet Mithat’ın Dürdâne’si su katılmamış cinsten, hemen hemen aynısıdır.

İngiliz tiyatro sanatçısı Mary Anne Kelly’in erkek kılığına girdiği bir karaktere aittir, 1850 yılında, Londra sahnelerinde resimlenmiştir. Resim, Londra Belediyesi arşivinden alınmıştır.

Tıpkı Juliet gibi, roman sonunda zehir içip canına kıyarak, sevgilisinin kollarında can verir.
Ancak Shakespeare’in Romeo’su gibi sevdiceği ardından canına kıyamayan, bizim romanın canı tatlı asıl delikanlısı, yakışıklı ve zengin, kısaca bu ikisi bir arada olunca bütün kadınların üstüne titrediği Mergub Bey’in ölümü bir süre sonra gerçekleşecek ve kurgu yerini bulacaktır. Mergup Bey sonradan evlendiği başka bir kadının eski âşığı tarafından öldürülür.
Böylece, Dürdâne Hanım’ın Çerkes dadısı olan Gülbeyaz’ın roman sonunda dediği gibi, aralarındaki dava mahşere kalmadan bu dünyada hâlledilir.
Biz romanın bu acıklı sonunu erkenden, tez davranıp vermekle iyi etmedik diye düşünen olursa, yazıyı tersinden okutmak istediğimizden, buna gerek duyduğumuzu buraya ekleriz.
Ancak şimdi bir özet vermekte yarar vardır.
Mısır’dan gelme soylu bir ailenin kızı olan Ulviye Hanım genç yaşta dul kalmış, lakin büyük bir servetin içinde canı sıkılacak kadar tek başına yaşamaya başlayınca, gözünde başka erkek de olmadığından aşk maceraları yerine kendisine birden bire kabadayılık serüvenleri aramaya kalkışmıştır. Boğaziçi’nde bir saray yavrusu yalıda, yaşlı annesiyle beraber, elbette bir manga dolusu hizmetçiyle beraber yaşamaktadır. Nereden aklına takıldıysa, Acem Ali Bey adını kendisine verip, bir de erkek kılığına girerek İstanbul’un Galatası’nda racon kesmeye, oralarda geceleyin dolaşıp haksızlıklara müdahale etmeye kalkışır. Burada okura sunulan sürrealizmin, Amerikan Hollywood yapımı Superman-Batman-Captan America gibi kahramanların yaşamından bir farkı yoktur; gündüz uslu, gece hırlı bir kadındır Acem Ali, yahut Ulviye… Üstelik yumruğuna sıkıdır, vurdu mu karşısındakine feleğini şaşırtır.
Bu kabadayılık âleminde onunla tanışmış eski katillerden, kanun kaçağı olup sandalcılık yaparak geçimini sağlayan ve böylece zaptiyelerin dikkatinden kaçınıp saklanan Çerkes Sohbet Bey ile işleri ilerletir.
Çerkes Sohbet, kısa süre sonra Acem Ali’nin sıkı sıkıya kuşakla bastırılmış ama buna direnip kendini ele veren memelerini gömleği içinde bir dikkatsizlik ânında görüp fark edince, üstelik kadın gibi güzel bir delikanlının böylesine kahraman olacağına bir türlü inanmadığından onun foyasını ortaya çıkarır; ancak yüzüne vurmaz, roman bu ilişki üzerine sürer.
Nitekim, daha sonradan, işler tatlıya bağlanınca Ulviye, sandalcı Çerkes ile evlenecektir; bu kısmı, onlar ermiş muradına biçiminde en sona saklanır.
Ulviye’nin erkek kılığına girişi Batı romanı ve Batı tiyatrosundan alınmış travesti figürüdür. Özellikle, 18 ve 19.yüzyıl Batı tiyatrosunda, opera ve operetlerinde aristokrat sınıflardan veya sonra sonra burjuvaziden gelen aydın, cesur ve gözüpek, pre-feminist kadın karakterlerin erkek kılığında dolaştığı biliniyor. Ahmet Mithat’ın Ulviyesi, bu anlamıyla, Batı’daki hemcinslerine bir özenti içindedir.
Yazarımız Ahmet Mithat’ın esinleneceği o kadar çok isim vardır ki saymakla tükenmez: Peter Pan‘ın bir kadın tarafından oynandığıyla başlarsak örneklerimize, Rigoletta Operası‘ndaki Fidellio karakterinin kadın tarafından oynanmasıyla sözü uzatır, Mozart‘ın Figaro‘suna kadar sıralayabiliriz.
Shakespeare bu tür karakterler yaratmaya pek meraklıdır, aslında… Onun, Twelfth Night-12.Gece adlı eserinde kendisini erkeklerin acımasızlığı elinden kurtarmak isteyen güzel Viola, erkek kılığında dolaşır; meraklısına bu eseri tavsiye ederiz. Yine, Shakespeare’in Venedik Taciri‘nde Portia, erkek giysileri içinde dolaşıp caka satar. Portio da tıpkı Ulviye gibi zengin bir mirasyedidir…
Örnekleri bolca olan travesti kahramanlar, belli ki Ahmet Mithat’ın romanda denemek istediği Batılı kurgu biçimine uymaktadır. O da Acem Ali’yi yaratmıştır.
Acem Ali, yahut Ulviye, can sıkıntısından yalısına bitişik öteki yalıda yaşayan Dürdâne’ye baltayı asar, onunla ilgilenmeye başlar, zira bir kayıkla geceleri gelip giden yakışıklı Mergup Bey’i birkaç kez yalı iskelesine çıma bağlayıp sandalını baştan kara yaparken görmüştür. Ulviye, o sırada henüz Osmanlı İmparatorluğu’nda ve dahi İstanbul’da kullanılmayan, yeni icat telefon cihazını bir yerlerden edinir ve uşakları aracılığıyla, gizli bir tesisatla hat çektirip Dürdâne’nin odasına bağlatır.
Böylece, yirmi dört saat odada olup bitenleri dinleyecektir; güya…
Ahmet Mithat Efendi burada telefonun kullanışını, bu yeniliğin teknolojisinden henüz haberdar olmadığından, sadece Batı gazetelerinde okuduğu kadarıyla öyle olduğunu varsayarak romanında ele almış, elbette hatalı yorumlamıştır; ama olsun, entrikaya yakışan bir anlatımdır bu…
Ulviye, komşusu genç taze Dürdâne’nin Mergup’tan hamile kaldığını, çocuğu doğurup sonra öldürmek için âşığından akıl fikir aldığını, Mergup’un nikâh kıymaya yanaşmadığını hep bu telefon dinlemelerinden, tele-casusluktan öğrenir. Bir bakıma, Ahmet Mithat, günümüzde gizli telefon dinlemelerinin müjdesini romanında vermektedir.
Ulviye ya da nâm-ı diğer Acem Ali, bunun üzerine Mergup’tan intikam almak ister, birden bire erkek düşmanı kesilir. Ondan kimse böyle bir vazifeyi yapmasını istememiştir, ancak Ulviye hırsla Mergup’u tâkibe alır, öncelikle ona ahlaklı olmasını, kıza nikâh yapmasını emreder. Aksi hâlde Mergup’u dilim dilim doğrayacak, öldürecektir. Bu sözler üzerine Mergup Bey’in başına gelen, komik bir ifadeyle anlatır:
¨Mergup bu sözler üzerine dondu kaldı, kızardı, bozardı, sarardı, soldu…¨
Bu arada, Dürdâne’nin doğum zamanı yaklaşmıştır ve yine Ulviye, üstelik Acem Ali olarak yalıya bir ebe götürüp son dakikada doğuma yetişir ve kızı kurtarır. Kızın sağır ve dilsiz, kör ve kötürüm durumda görünen anne ve babası bütün bunlardan habersiz olarak yalının arka odalarında yaşamaktadır; bütün bu gürültü, patırtı koparken oradan bir ses gelmez. Ulviye doğan bebeği alıp bir süt anneye verir, hatta kıyamaz onu evlat edinir, onunla ilgilenir.
Bebeksiz kalan Dürdâne, romandan anlaşıldığınca bunu pek dert etmez; dünyasında varsa yoksa Mergup’tur, bir tek onunla ilgilenir.
Mergup düzenli olarak Dürdâne’yi ziyaret etmekte, gizlice gelip odasında kalmaktadır, cinsel hazzını böylece elde etmektedir. Bu olanları gizli telefon hattından dinleyen ve ahlaksızlığın âlası gören Acem Ali veya Ulviye Hanım ise intikam ateşiyle yanmaktadır.
Kendisine sandalcı Çerkes Sohbet Bey’i de ortak ederek bu işi çözmek isterken, az evvel aktardığımız mâlum sona ulaşılır. Dürdâne, daha fazla bu olanlara katlanamayacak, nedense ve aslında hiç gereği yokken kendisini zehirleyecektir.
Dürdâne Hanım romanı, Ahmet Mithat’ın Türk okuruna, romanı sevdirmek üzere verdiği bir nasihatı de içeriyor; dikkatimizi çekmiştir. Zavallı ve iğfal edilmiş, ahlak dışı kalmış Dürdâne, ¨Ben öyle romanın, tiyatronun ne olduğunu bilmem. Hayatımda hiç roman okumadım!¨ deyince, Ulviye Hanım ona ¨Eğer, sen roman okumuş olsaydın, hem de dikkatle ve itinayla okuyarak erkeklerin kadınların durumunu gerektiği gibi öğrenmiş olaydın, kendini böyle rezil rüsvâ duruma düşürmezdin¨ diye karşık vermesi, yazarın Türk okuruna, roman okuyun hem de bol bol okuyun diye öğüt verdiği satırlardır.
Batı’dan gelen kültür dalgasıyla sarsılan üst sınıf Osmanlı aile yapısını eleştirmeye kalkışmış Ahmet Mithat, yine Batı’dan aldığı roman sanatıyla bunu yapar ve Fransızların münasip deyişi olan Comme il faut tarzında satırlarını tamamlar.
Dürdâne Hanım’ın yayımlandığı yıllarda sükse yaptığı hatırlanırsa, üstelik Padişah Abdülhamit’in gözde eserleri arasında yer aldığı söylenirse Türk romanının emekleme çağındaki önemi bu yönüyle ortaya çıkacaktır.
Kısacası, Dürdâne Hanım herkesi için comme il faut bir romandır.

_________________

[email protected]

Dürdâne Hanım
Roman-Türk Klasikleri Serisi
Ahmet Mithat Efendi
Paraf Yayınları
1.Baskı, Şubat 2010, İstanbul

154 sayfa

718200cookie-checkDürdâne Hanım / Ahmet Mithat Efendi

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.