Duygular ve siyaset ya da duygusal siyaset *

Ezilenden, güçsüzden, mağdurdan yana olmak insani bir dürtüdür. Bu nedenle insanı merkezine almayan politikaların çökmesi kaçınılmazdır. Ancak siyasetin de bir bilim olduğu unutulmamalıdır. Öznesi insan olan bir bilimin her koşulda, her yerde ve her zaman aynı sonuçlara ulaşması beklenemez. Bu, siyasetin yine de bir bilim olduğu gerçeğini değiştirmez. Siyaset bilimiyle, onun konusu olan insan arasındaki bu paradoksun kökü ‘duygular’dır. Duygularından arınmış bir insan, nasıl ki insanlığından uzaklaşırsa, duygularla belirlenen siyaset de bilimden uzaklaşır. Duygusallık rasyonal düşünmenin önüne sürekli engeller çıkarır.

Evrensel değerleri, tarihsel ‘büyük anlatı’ları, nesnel bilginin olanaklığını ve insanın varoluşu için gerekli olan dayanak noktalarını reddeden Posmodernizm, işte tam da bu noktada Modernizmden kopmuştu. Kültür ve kimlikleri öne çıkararak duyguları sürekli okşuyordu ama diğer yandan da insanı ve onun medeni bir insan olarak kalabilmesinin en önemli dayanağı olan adaleti, eşitliği siyasetin merkezinden yavaş yavaş uzaklaştırıyordu. Postmodernizm sınıflar karşısında kültürü öncelliyor ve politikayı kültüre tabi kılmaya çalışıyordu. Bu ideolojik yaklaşım 90’lı yıllarda iki önemli olguyla poilitikada tezahür etmişti: Kimlik ve milliyetçilik.

Küreselleşen dünyayla birlikte, yerellik, ulus devletlerin çöküşü gibi kavramlar siyasi literatüre girdi. Her şeyin, bildiğimiz şekliyle bittiği ilan edilen, bir ‘son’lar, ‘post’lar çağına girdiğimiz söyleniyordu. İdeolojilerin de sonu ilan edilmişti, sınıfların ortadan kalktığını ilan edenler tarafından. Kapitalizm nihai savaşı kazanmıştı! Artık herkesin ”gerçek’ kimliğini bulup, kendi gibi aynı ‘renk’ten insanlarla birlikte hareket etmesi isteniyordu. Kimlikler temelinde ortaya çıkan bu politik ‘kabileleşme’ anamal için yeni bir cennet yaratmıştı. Herkes kendi yarattıkları bu küçük dünyalarında politikacılık oynarken, zaten ulusal bir renk tanımayan küresel şirketler dünyada cirit atıyordu. 11 Eylül 2001 sabahı dünya bu düşten erken uyandı. Postmodernizmin, Modernizm sonrasından çok Ortaçağlarla ilintili bir benzerlik içerdiğini ileri süren düşünürler haklı çıktı. Barbarlık geri döndü. O zaman ikna olmayanlar, 2008 ekonomik kriziyle tekrar bir uyarıldı.

Kaçınılmazın gürültülerini duymak istemeyenlerin görmek istemediği gerçek kısaca şuydu: Kültürler her zaman ayrıştırıcıdır. Siyaset birleştirir. Bunu AKP iktidarı dönemindeki Türkiye kadar hiç bir toplum böylesine canlı ve yoğun yaşamamıştır.

Çatışma anlarında duygular yükselir, siyaset alçalır. Türkiye de böyle bir döneme girdi. “HDP’ye ‘müstehcen’ sorular” (1) başlıklı yazıma cevap olarak kaleme alınan “Hayaller PKK’siz HDP, gerçekler Cizre” (2) başlıklı yazının içeriği yukarıda tanımladığım ‘duygusal siyaset’e güzel bir örnek teşkil ediyor. Kürt Siyasi Hareketinin (KSH) eleştiri ve görüşlere çokda açık olmadığı yeni bir olgu değil. HDP’nin kuruluşundan beri eleştirilere, “kendi işinize bakın” tavrıyla özetlenebilecek bir yaklaşım içinde olduğu, onu destekleyenlerin bile sürekli yakındıkları bir konuydu. Onlar için eleştiri her zaman “vakitsiz” ve “kötü niyetli”ydi. AKP ve KSH arasındaki yakın geçmişteki ittifakları sık sık dile getirmekle “kötü niyet” sergilemiş olabiliriz. Ama KSH’nin de bu konuda hiç bir samimilik sorunu yok mudur?

Devlet düşmandır. Devlet Türktür. O halde, Türkler de düşmandır!

Yazıda ‘devlet’ kavramı, ‘düşman’ sözcüğüyle özdeş bir anlamda kullanılıyor. Bu doğru olabilir. Yıllardır Kürt halkının karşısında ordusu ve polisiyle devlet vardı. Yazarın sıraladığı, Kürt halkına karşı yapılan katliam ve saldırıların hepsi, dolaylı veya dolaysız devlet tarafından gerçekleştirilmiş ya da göz yumulmuştur. Ancak burada yazının içeriğinden çıkan devlet kavramının tanımıyla ilgili bir sorun ortaya çıkıyor. Burada ‘devlet’ kavramı, Türk etnik kökenlilerin bir baskı aracı anlamında kullanılıyor. Bu da, düşmanın aslında ‘Türk’ler olduğu sonucuna varıyor. Yazar bunu farkında olmadan bilinçaltı bir dürtüyle kullanıyor olabilir. Yine de açıklanması gereken bir noktadır.

En basit anlatımıyla devlet, modern toplumlarda egemen sınıfın iktidar aracıdır. Yani herşeyden önce sınıfsal bir karekteri vardır. Ne ki, devletin kendine bir kitle-taban da yaratması gerekir. İşte bu kitle-taban üzerinden bir ‘ulus’ inşa edilir. Bir anlamda devletlerin etnik rengi, işlevlerinin ikincil karekteridir. Eyleminin ana dürtüsü değildir. Başka bir deyişle, devletin eylemi, başat olarak sınıf çıkarları temelinde belirlenir. Bu bağlamda devletin ana sorunu, egemenliğini belli bir sınıf adına kalıcı kılmaktır. Tam da bu nedenle, ‘vatan’ nosyonu yaratılır; onu ‘sever’ler üretilir. Bunu yaparken bir ‘karşıt’, bir ‘düşman’ yaratmak kaçınılmaz olduğu kadar gereklidirde. ‘Öteki’ olmadan kendini tanımlayamaz devlet. Böylece ‘milliyetçilik’ ortaya çıkar. Türkiye’de devlet kendini ‘Türk devleti’ olarak tanımlamasına rağmen bu, devletin sınıfsal yapısını değiştirmez. Türk tanımı gerçekte devleti elinde tutan elitin, iktidarını kalıcılaştırmak için kullandığı bir ‘tutkal’dır. Bu nedenle devletin yapısını Türk etnik kökeni tanımlamasıyla sınırlamak doğal olarak Türk halkını da düşman ilan etmek demektir. Yazarın belki de farkında olmadan yaptığı da budur. Ancak bunun, masum bir dil sürçmesi mi, yoksa bilinç altında daha derin bir yaranın dışa vurumu mu olduğu sorusu yazının şu paragrafında açıklığa kavuşuyor:

” Türk solunu rahatsız eden şey ise tam da HDP’nin sahip olduğu bu (Türkiye partisi olması, solu temsil etmesi..) potansiyel. Türkiye solu Kürt hareketinin ilerlemesinden, kazanımlar elde etmesinden bir taraftan hoşnut, diğer taraftan da rahatsız, çünkü devrim olacaksa onu ancak Türk solu yapmalıdır. Kürtlerin yol açıcılığıyla sağlanan bir devrim ya da Türkiyeleşme politikası ya da yeni toplumsal düzen inşa etme ihtimali, beyaz Türklerden oluşan Türk sosyalistlerin bir kısmını ciddi rahatsız etmekte, kaygılandırmaktadır. Türkiye solu bu kompleksten muhakkak kurtulmalıdır.” (2)
Sol ya da genelde siyaset içindeki görüş ayrılıklarının, bir ulusun, başka bir ulusu “kıskanma” psikolojisine indirgenmesi, eğer ‘jingoistik’ bir böbürlenme değilse, tamamen ‘infantal’ bir duruma işaret eder. Bu ikinci haliyle siyaset bilimi perspektifinden ciddiye alınması mümkün değildir. Yine de, Kürt halkının çektiği acılar, gördüğü haksızlıklar karşısında duyguların bazen siyasete şekil verebileceğini de kabul etmek gerekir. Ancak bu tespit birinci halinden ortaya çıkan bir ruh haliyse, ve hele bu görüş yaygın bir eğilimse o takdirde taşıdığı potansiyel tehlikelere dikkat çekmek gerekir.

‘Siyasal Romantizm’

Ahmet İnsel geçen gün köşesinde siyasette duygularla sonuçlara varmanın, aydınlanmanın akılcılığından uzaklaşmanın tehlikeleri üzerinde duruyordu. Özellikle AKP’nin son dönemlerinde İslam ve milliyetçiliği birleştirerek toplumu sürüklediği uçuruma işaret ediyor ve şöyle diyor İnsel:

“Romantik siyasal söylem, bu ruhu (Burada, modernizmin reddedilmesi ve kimlik siyasetleri üzerinden toplumun yeniden şekillendirilmesiyle birlikte kaybolan ruha işaret ediyor) mitolojik anlatıyla yaratmaya, bu yolla toplum var etmeye, kamuoyu oluşturmaya önem verir. Bu ruhu toplumun asli gücü olarak görür. Siyasal romantizm, akılcılığa karşı, millete, milli ruha, milli kimliğe vurgu yaparak, bir şahlanış özlemini tetikler ya da canlandırıp, yönlendirir. Bu mitolojik anlatının hamaset dozunun zaman içinde aşırılaşması kaçınılmazdır. Melankolinin, maziyi cennet olarak algılamanın ve fetih özleminin bileşkesinde yer alan bir siyasal söylem ve bir toplumsal tahayyül dünyasıdır bu.” (3)

Bu uyarıyı AKP iktidarı için yapıyor elbette, ama aynı semptomları gösteren her toplumsal kesim için aynı derecede yaşamsal bir tehlike arzettiği açıktır. Savaş, sıcak çatışma zamanları bu tür duyguların en yüksek olduğu dönemlerdir. Hatta taraflar özellikle bu duyguları tetikleyecek etkinlikler gerçekleştirir. Bayraklara sarılmış tabut görüntüleri, bayraklarla yürümeğe teşvik, kahramanlık hikayeleri yaratmak bu ruhu ortaya çıkarmak ve insanların akılcı yanından uzaklaşmasını isteyen çevrelerin sık sık kullandıkları yöntemlerdir. ABD’nin Irak savaşı sırasında Amerikan bayrağına sarılmış tabut görüntülerinin basında yayımlanmasını yasaklaması aynı zihniyetin tersinden işlemesinden başka bir şey değildi.

Toplumun kan basıncının yükseldiği böyle dönemlerde göz, burnun sadece ‘büyük resim’e değdiği noktayı algılayabilir, resmin bütünü gözden kaçar. Bu nedenle büyük resimden bir kaç adım geriye, eleştirel mesafeye çekilmek yararlıdır. Yazıdan bir örnek verelim; yazar Kürt halkına yapılan katliamların listesini vermiş.. Kürt halkının içinde bulunduğu durumun tarihsel boyutunu hatırlatmak istemiş. Evet bunların hepsinden devlet sorumludur. Buna bir itirazım yok. Ama bu aynı zamanda, etnik gözlüklerin nasıl bir miyopluk yarattığına dair ürkütücü bir hatırlatma da yapıyor bize. Listede yer alan katliamların yarısının, Reyhanlı’nın, Roboski’nin, Cizre’nin AKP döneminde yapıldığını, ve katliam emrinin bizzat Erdoğan tarafından verildiğini yazar hatırlayamamış. Sivas Katliamı’nı gerçekleştiren güruh içinden çıkan bazı kişilerin daha sonra AKP yöneticileri olduğuna değinilmemiş. Hatta yazıda ‘devlet’ ve ‘Türk’ sözcüğü onlarca defa tekrarlanmasına rağmen tek bir kere bile AKP iktidarından ve devleti artık tek başına elinde tutan Recep Tayyip Erdoğan’dan bahsedilmemiş. Oysa Erdoğan’ın Türklüğü ne kadar tartışmalıysa, neoliberal ekonomi-politikalara Türkiye’nin kapılarını ilk defa açan Turgut Özal’ın etnik kökeni o kadar nettir.

KSH’nin yakın tarihte izlediği politik zigzaglar da bazı şeylerin bilinç altına süpürülme ihitiyacını doğurmuş olabilir. Örneğin yine yakın bir tarihte Öcalan’ın, “Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.” (4) sözlerinin bazı belleklerde kara noktalar yaratması anlaşılabilir.
Ya da Reyhanlı Katliamının hemen ardından  Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri de aynı kara delikte kaybolmuş olabilir. Demirtaş, o zaman yöre halkının tüm haykırmalarına rağmen; “Türkiye’de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız” demiş, AKP iktidarını okun ucundan eliyle almıştı. Bununla da yetinmemiş, Reyhanlı’nın coğrafik konumundan hareketle, saldırının arkasında açıkça Suriye ve Esad’ın olduğunu ima etmişti. (12 Mayıs 2013) (5)

Bu örnekler çoğaltilabilir. 2010 referandumunda sol-liberallerin “Yetmez, ama EVET” politikası karşısında eylemsiz kalarak yargının tamamen AKP iktidarının bir sopasına dönüştürülmesinin önünün açılması. Gezi Direnişi’ne verilen ilk tepkiler. (6) Ve daha bir kaç hafta öncesinde, karşısında silahlı mücadele verilen bir iktidarın savaş kabinesine bakan verme kararının Cizre kapılarından dönmesi, şüphesiz KSH tabanının psişiğinde travmatik izler bırakmış olabilir.

Yine de HDP’nin politik zigzaglarını tamamen dürtüler üzerinde şekillenmiş politikalara bağlamak doğru olmaz. Hareketin yasal siyaset alanında deneyimsizliği, ortadoğuda KSH’nin Irak işgali sonrası aldığı rol, ki İŞİD’in ortaya çıkmasıyla bunun daha da kritik bir duruma gelmesi; Batı’nın ortadoğuda müttefik bir Kürt devleti görme konusunda kararlılığı, farklı cephelerde aynı anda verilmesi gereken kararların çakışmasına yol açtığını da eklemek gerekir. Örneğin, Türkiye’de bir terör örgütü olarak gördüğü PKK’ye, hemen sınırın ötesinde her türlü askeri muhimmatı sağlayan ABD’nin, KSH’ni bölgede en önemli müttefiklerinden biri olarak görmesi, şüphesiz kafaları karıştıran, ve adeta hızlı çekim bir film gibi hızla ilerleyen olaylar karşısında nasıl bir adım atılması gerektiği konusunda, hem AKP iktidarını, hem de KSH’ni ciddi çıkmazlara sokan gelişmelerdir.

Rasyonel düşünmeyi adeta paralize eden bu durum yazıda da belirgin. Yazar agresif ve tek boyutlu bir “gerçek” resmi çizmesine rağmen, beklentilerin tersine benim yazımda (1) sorduğum sorulara olumlu yanıtlar veriyor. Şöyle diyor yazar: ” HDP Kürt halkı kazanımlarını elde etmeden Türkiye partisi olamaz, olmamalıdır. Kürt milliyetçiliğinden vazgeçmesi için HDP’nin öncelikle Kürt olmaktan doğan kazanımlarına sahip olması gerekir” Görüldüğü gibi bir yandan HDP’ye biçilen kaftanın kendine uymadığını itiraf ederken, milliyetçiliği, bazı hakların kazanılması için geliştirilen politik bir taktik olarak tanımlıyor!

‘Türk’ kavramını bir nefret öznesi olarak belirledikten sonra, ihtimal yazara göre, içinde Kürtlerin olmadığı ya da Kürt coğrafyası dışında bulunan solu da ‘Türk solu’ olarak adlandırmış. Ve sormuş: “Türkiye solu ve sosyalistler Kürtlere sahip çıkarak, devlet şiddetine karşı tek vücut olarak örgütlü mücadele verebilecekler mi?” Yazar, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, hangi etnik köken ve toplumsal gruba dahil olursa olsun devletin, solun doğal düşmanı olduğunu yine unutmuş görünüyor. Üstelik daha dün gibi, 7 Haziran seçimlerinde aynı solun büyük bir bölümünün HDP’ye oy verdiğini de unutmuş.

Yine başa dönersek, duyguları kaybetmeden, ancak romantik siyasal bir söyleme girmeden yapılan diyaloglarla ortak noktaları bulmak mümkündür. Bazende ortak noktalardan çok, ortak düşman birleştirici olabilir. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte veren Kürt ve Türk halkının o zamandan beri ilk defa düşmanı böylesine açık ve ortaktır. Bugün Türkiye’nin ilk ve ana sorunu AKP iktidarının yıkılması onun verdiği tahribatı ortaya çıkarmaktır. Bu, Kürt halkının sorunlarını ertelemek değildir. Tersine, Aksaray cuntasının düşmesi herşeyden önce silahları susturacaktır. Evet barış, silahların susması, ateş-kes hali değildir. Ancak eşit haklar gerçek barışı sağlayabilir. İşte kalıcı barışın yoluda, Kürt halkının meclisteki yasal temsilcisi HDP’yle birlikte yapılacak olan görüşmeler, hatta AKP sonrası kurulacak hükümette yer almasıyla açılabilir. Önümüzdeki ilk engel, kalbi Aksaray’da atan, mafya türü örgütlenmiş, özünde kriminal bir örgüt olan AKP’nin iktidardan indirilmesi ve yargılanmasıdır.

_________________________

(*) Bu yazı Gezite sitesinde yayımlanan “HDP’ye ‘müstehcen’ sorular” başlıklı yazıma bir cevap olarak yayımlanan “Hayaller PKK’siz bir HDP, Gerçekler Cizre” yazısına yanıt olarak kaleme alınmıştır.
(1) http://gezite.org/hdp-ve-mustehcen-sorular/
(2) http://gezite.org/hayaller-pkksiz-bir-hdp-gercekler-cizre/
(3) http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/370815/Siyasal_romantizm_tehlikesi.html
(4) http://t24.com.tr/haber/iste-imralidaki-gorusmenin-tutanaklari,224711
(5) http://t24.com.tr/haber/demirtas-hukumetin-yanindayiz-birlik-olmak-zorundayiz,229740
(6) 1 Haziran 2013 HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’da Kayapınar Belediyesi Kültür Merkezi açılışında henüz başlayan Gezi Direnişi’yle ilgili şöyle konuştu;
“Bu eylemle birlikte şu an bazı ulusalcı, ırkçı ve milliyetçi kesimler Kürt sorununu nasıl baltalayabilirizin içindeler…
Biz Gezi Parkı’nda yaşananları müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Bunu yapmalarına izin vermeyiz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmaz.”

1632870cookie-checkDuygular ve siyaset ya da duygusal siyaset *

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.