Elçi Allen, İsrail ve ‘Emperyal’ politika

Kanada, muazzam coğrafi büyüklüğüne rağmen, küçük nüfusu dolayısıyla dünya jeopolitiğinde orta boy bir ülke sayılır. Bu niteliğiyle de dış politikasında önceleri kolonisi olduğu Britanya’yı, şimdilerde ise güçlü müttefiki ABD’yi sadakatle izleyen bir ülke olarak tanınır. Resmi hamisi halen Britanya olmakla birlikte, bugün Kanada’nın asıl hamisi Amerika’dır; izinden gittiği asıl ülke de Amerika’dır. Gerçi bazen, sözgelimi Irak’ta olduğu gibi, rotadan hafifçe sapabilir; yahut Afganistan’da olduğu gibi, savaş çarkına ayak uydurmakta zorlanabilir, ama (Küba politikası gibi bir iki istisna dışında) Kanada’nın uluslararası arenada güney komşusunun gölgesi dışına çıktığı, kendi başına inisiyatif aldığı pek görülmez.

Ne var ki, iradesine doğrudan karşı koymak şeklinde olmasa da, Kanada’nın bazen Amerika’dan daha şahin çıktığı, ondan âdeta rol çaldığı durumlar yok değil. Bunlarda biri ve belki de en tuhaf olanı, Kanada’nın İsrail politikasında gösteriyor kendini. Son zamanlarda Kanada, normal şartlarda İsrail’in sorgusuz sualsiz savunuculuğunu kimseye bırakmayan Amerika’nın bayağı önüne geçmiş bir görüntü veriyor. Bu belki kolayca farkedilen bir durum değil, fakat Yves Engler’in bu yıl çıkan yeni kitabına bakılırsa, Kanada’nın dış politikasını yakından izleyen araştırmacılar için aşikâr bir durum. Engler de, bu araştırmacıların önde gelenlerinden. Kanada’nın Haiti’deki karanlık rolünü ele alan bir kitabı var(Anthony Fenton ile birlikte yazdığı, Canada in Haiti: Waging War On The Poor Majority, Red Publishing, 2005). Ama öncelikle Kanada’nın dünya genelindeki dış politikasının eleştirel bir taramasını içeren çalışmasıyla tanınıyor(Black Book of Canadian Foreign Policy, Red Publishing, 2009).

Engler, Kanada ve İsrail: Aparteid’i İnşa Ederken, adlı son kitabında ise, İsrail’de giderek kökleşen ırkçı rejimin korunmasında ve meşrulaştırılmasında Kanada’nın dolaylı fakat küçümsenmeyecek katkısını inceliyor. Engler’in anlattıklarından anlaşılan o ki, kemikleşmiş ve yapısallaşmış bu “dolaylı” katkı, bazı konjonktür değişiklikleri karşısında dolaysız ve iyice bariz bir şekle bürünebiliyor. Örneğin, Washington’da Demokratların yönetimi devralmasıyla Amerika’nın koşulsuz İsrail savunuculuğu bir nebze de olsa zaafa uğrarken, Muhafazakârların Ottawa’da iktidara gelmesiyle birlikte Kanada’nın İsrail savunuculuğu bütün çıplaklığıyla ön plana çıkabiliyor.
Kanada’nın İsrail’e dönük şaşmaz desteğinin belki de en afallatıcı örneği, Lübnan savaşı sırasındaki tavrı. İsrail’in Lübnan’ı tarumar etmesine göstermelik de olsa ses çıkarmayan tek ülke olarak biliniyor Kanada. Üstelik, bizzat kendi vatandaşı olan çok sayıda insan İsrail bombardımanına hedef olmuşken. Ama Engler’in işaret ettiği gibi, yıllardır İsrail-Filistin çatışmasının merkezinde bulunan kaçak yerleşimler konusunda Kanada’nın tavrı daha da şaşırtıcı, çünkü Amerika bile Filistin topraklarındaki bu Yahudi yerleşimlerinin hâlâ genişleyerek devam etmesine karşı tepki gösterirken, Kanada’dan çıt çıkmıyor. Kanada bugün İsrail’le o kadar özdeşleşmiş vaziyette ki, Küba’da ve ardından Venezuela’da olduğu gibi, bazı ülkelerde İsrail’i resmen temsil etme işini üstlenerek, bir bakıma onun yerini almış durumda.

Kanada’nın desteğinden duydukları memnuniyeti İsrailli yetkililerin her vesileyle dile getirmeleri o bakımdan boşuna değil. Mesela İsrail Dışişleri Bakanı Avidgor Lieberman’ın 2009 Temmuz’unda şöyle bir ifşaatta bulunduğunu öğreniyoruz, Engler’den: “Bugünlerde İsrail’e Kanada’dan daha dost bir ülke bulmak zor. (Kanada’nın) hem hükümetindeki hem de muhalefetindeki sadık dostlarımızla ortak bir dünya görüşünü paylaştığımız gibi, Ortadoğu’dan Kuzey Kore’ye, İran’dan Sudan’a ve Somali’ye dek pek çok konuda aynı tespit ve algılara sahibiz. Dünyada hiç bir ülke bize böylesine mükemmel bir anlayış göstermedi”(s. 94-95). Lieberman, Türk kamuoyunda daha ziyade Türkiye büyükelçisinin maruz bırakıldığı aşalayıcı muamelenin arkasındaki rolüyle tanındı ve tepki aldı ama, Engler’in de vurguladığı gibi, dünya kamuoyunda İsrail vatandaşı Arapların İsrail’den sürülmesi gibi cüretkâr ve açık ırkçı talepleriyle tanınan bir figür daha çok. Engler’in böyle bir figürden övgü almanın Kanada için utanç verici olduğunu düşündüğü muhakkak.

Kanadalı araştırmacı, ülkesinin İsrail politikasının son tahlilde halkın genel eğilim ve arzularını yansıtmadığı kanaatinde. Ona göre, çeşitli iç politika alanlarından çok daha büyük ölçüde, Kanada’nın dış politikası küçük bir seçkinler gurubunun tekelinde. “Yahudi lobisi”nin varlığının elbette hissedildiği, ancak sırf bu lobinin varlığıyla açıklanamayacak bir tekel bu. Engler, güçlü bir yurttaş inisiyatifi ve aktivizmle bu tekelin kırılarak, ülkenin dış politika oluşturma mekanizmalarının demokratikleştirilmesi gerektiği görüşünde.

Kanadalı yazarın tahlilleri ve çözüm önerileri kuşkusuz tartışılabilir, bu arada bazıları fazlaca idealist ve ahlâkçı bulunabilir; fakat bir sürü tespit ve gözleminin, diplomatik pratiklerin ağır bastığı en reel politik çerçevede bile gözardı edilemeyecek hususlar içerdiği su götürmez. Ancak burada amacım Engler’in çalışmasını değerlendirmek değil. Sadece, tesadüfen tanık olduğum bir toplantıdan edindiğim izlenimleri ve bu izlenimlerin zihnimde uyandırdığı bir kaç hususu aktarmak istiyorum. Lâkin Engler’in çalışmasının, bu izlenimlerime anlam kazandıran bir arkaplan oluşturduğunu da belirtmeliyim.

Sözkonusu toplantı, Montreal’li Yahudilere ait bir kültür merkezinde yapılacaktı. Normal koşullarda, toplantıdan haberim olması mümkün değildi, çünkü kamuya duyurulmamıştı. Kamuya resmen kapalı ve gizli bir toplantı değildi bu; ama belli ki duyuru ve katılımı Yahudi cemaati ile sınırlı tutulmak istenmişti. Üstelik, tüm Yahudi cemaati de değildi burada beklenen; cemaatin azınlık sayılabilecek, nispeten daha küçük bir bölümüydü. Yahudilerin daha “sulandırılmış”, daha seküler ve liberal sayılan kesimiydi bu. Toplantının yapıldığı bina da, bu özelliklerini yansıtır gibiydi: adı “tapınak” olmakla birlikte (Temple Emanu-El-Beth Sholom), içindeki müze, sergi ve konferans bölümleriyle bir mabetten çok, kültür merkezini andıran bir yapıydı bu.

Toplantının konusu, “elçiliğimizin (yani ‘bizim Kanada’ elçiliğinin) penceresinden İsrail’e bakış”tı. Toplantıda ilkin merkeze yeni dönmüş bulunan Kanada’nın İsrail büyükelçisi Jon Allen konuşacak, İsrail deneyimlerini anlatacak, bunu da “dostlar arası” bir “baş başa” tartışma ve değerlendirme faslı izleyecekti. Toplantıyı özellikle ilginç kılan husus, Jon Allen’in Kanada’dan İsrail’e tayin edilen Yahudi kökenli ilk yüksek diplomat olmasıydı.

Engler’in kitabını okuyalı daha bir hafta olmamıştı ki, uluslararası politika konularıyla haşır neşir bir tanıdığım bu toplantıya dikkatimi çekti ve kendi programının elvermediğinden yakınarak, yerine benim gitmemi tavsiye etti. Bir anlık tereddütten sonra, toplantıyı izlememe herhangi bir engel olmadığını anladım ve gitmeye karar verdim. Birkaç ay kadar önce İsrail’in muhalif gazetecilerinden Gideon Levy’nin çok aydınlatıcı bir konuşmasını dinlemiştim (ve ardından da hakkında yazmıştım). Onun üstüne İsrail’i bir de Kanada’nın İsrail elçisinden, hem de Yahudi kökenli elçisinden dinlemek, üstelik Engler’in tasvir ettiği bir Kanada’nın elçisinden dinlemek hiç de fana olmayacaktı. Tabiatıyla, tam bir tezat bekliyordum böyle bir karşılaşmadan. İçerikleri bir yana, konuşmaların biçimleri arasındaki tezat da yeterince belirgindi zaten: Levy, geniş ve heterojen bir kitleye hitap etmişti; elçi Allen ise sınırlı ve homojen bir guruba konuşacaktı.

Halen görevde bir diplomat olduğu için, büyükelçinin konuşma yapmak için usul gereği bakanlığından izin alması gerekiyordu. Toplantıya bu izni almadan icabet ettiği için, konuşmasının resmiyetten uzak ve “dostlar arasında” kalması talebi de ondan gelmişti. Ancak, toplantının gizli veya kamuya kapalı sayılmasını gerektirecek bir talep değildi bu. Zaten günümüzün Wikileaks dünyasında, bu tür bürokratik usullerin ne kadar hükmü olduğu ortada.

Toplantı beklenildiği şekilde, dostlar-arası ve gayrı-resmi bir atmosferde geçti. Muhtemeldir ki dinleyiciler arasında Yahudi olmayan tek kişi bendim. Oraya sanki gizliden sızmışım gibi olmamak için, elçinin konuşmasını izleyen tartışma faslında, sorduğum bir soru vesilesiyle Türkiye’den geldiğimi belirterek kimliğimi açıklama imkânı buldum. Bunu yapınca, gayrı ihtiyari bir irkilmenin dışında, kem gözlerle karşılaşmadım. Tersine, aramızdaki kısa bir söz alışverişinden, toplantıdakilerin hiç değilse bir kısmının sıcak ve dostane ilgisini üzerimde hissettim. Haliyle, daha ortodoks bir Yahudi cemaati içinde değişik tepkilere maruz kalabilirdim, kimbilir.

Toplantı beklenildiği şekilde geçti ama, elçinin konuşması benim beklediğimden farklıydı. Bir diplomat, ne kadar açılırsa açılsın çok fazla açılamaz diye düşünürken, sandığımdan da fazla açıldı elçi Allen: İsrail’in iyi tarafından girdi, kötü tarafından çıktı ve sonunda hayli nüanslı bir tablo koydu ortaya. Gerçi, gerek Kanada gerek İsrail hükümetleri hakkında konuşmaktan maharetle kaçınarak, diplomatlığını hiç göstermedi değil; fakat İsrail’in derin yapısal çelişkileri hakkında söyledikleri, kendine sakladıklarından çok daha önemliydi.

Elçi Allen’in İsrail’in “iyi tarafı” ile ilgili tespitleri, kimsenin yabancısı olduğu gerçekler değil: bu ülke, engin bir çölün ortasında pırıldayan bir vaha durumunda hâlâ. Sosyal bakımdan hızla ortadoğululaştığı sık sık dile getirilmesine rağmen, bilim ve teknik bakımından Ortadoğu’daki tartışmasız üstünlüğünü koruyor; üstelik çevresindeki onca Arap ülkesi karşısında bu üstünlüğü giderek daha da artıyor. İsrail bugün, kişi başına düşen Nobel sayısı bakımından en ön sırada. Teknoloji üretmekte pek çok Avrupa ülkesinin ilerisinde ve bu teknolojiyi ihraç etmekte de hiç bir sıkıntısı yok. Ekonomisi de iyi bir dönemden geçiyor. Yatırımlar, ticaret, tüketim, hepsi yerinde. Eğlence mekânları, plajlar, lokantalar dolup taşıyor (Ortadoğu’daki artan savaş tehlikesinin tam da kapak olduğu 7 Ocak 2011 sayısında, Economist dergisinde çıkan bir ekonomik durum raporu da bu gözlemleri fazlasıyla doğrular nitelikte).

Diğer taraftan, bir on yıl öncesine göre asayiş de berkemâl: sokaklarda patlayan bombaların ve bombacıların sayısında hissedilir bir azalma var. Gazze taraflarından ara sıra atılmaya devam eden füzelerin etkisi ise, İsrail hükümetlerinin büyük bir sabırsızlıkla verdiği ölçüsüz karşılıklar karşısında, bir “çatapat” etkisinin ötesine geçmiyor pek. Nitekim gündelik hayatlarının normal akışına bakılırsa, halkın büyük çoğunluğu bu füzeleri kanıksamış görünüyor.
Ne var ki, bu nispî refah ve ferahlık halinin hayli kırılgan olduğunu gösteren güçlü belirtiler mevcut. Elçi Allen’in dile getirmekten hiçbir şekilde kaçınmadığı, tersine, özellikle vurguladığı belirtiler bunlar. Bu belirtilerin belki de en çarpıcı olanı, ülkenin eğitim sisteminde görülen erozyonla ilgili: sözgelimi, ilk ve orta öğretime ilişkin göstergelerde, İsrail tüm OECD ülkelerinin en altına düşmüş görünüyor bugün. Öğretmenlerin ortalama geliri, asgari ücretin üstünde değil. Öğretmenlik mesleğine duyulan ilgi de, tabiatıyla sıfıra yaklaşmış durumda. Biz Türkiyelilerin kulağına hiç yabancı gelmeyen, ancak bilim ve teknolojide İsrail kadar ileri ve iddiali bir ülke için hayli şaşırtıcı gerçekler bunlar.

Eğitim bağlamında, Elçi Allen’in dini eğitim ile ilgili tespitleri de, eğer gerçekten doğruysa, daha az şaşırtıcı değil. Dediğine göre, İsrail’de dini bütün bir ailenin çocuklarını en erken yaştan 18’ine kadar, içeriği tamamen dinî olan, yani tamamen Tevrat etrafında dönen bir eğitime tabi tutmasının önünde hiçbir sosyal ve yasal engel yok. Burada sözkonusu olan, tarih, coğrafya, fizik, matematik gibi pozitif ve dünyevî hiç bir unsuru içinde barındırmayan, fevkalâde koyu bir dinî eğitim. Bizdeki İmam Hatip Liseleri’nden çok, düz Kur’an kurslarıyla ortak özellikler taşıyan, her halükârda “damardan” ezbere dayanan bir eğitim. İlk ve orta öğretim sisteminde böyle bir ikiliğin aleni mevcudiyeti, bir yönüyle İsrail devletinin “teokratik” niteliğine bağlanabilse de, ileri bir “teknoloji” ve “demokrasi” toplumunun bünyesiyle kolaylıkla bağdaştırılabilecek bir durum değil. Osmanlı’nın köhnemiş son dönem medreselerinde bile herhalde daha fazla miktarda pozitif bilgi kırıntıları vardı. Elçi Allen’e göre, çocuklarını böyle bir ezber cenderesine sokan ailelerin toplum içindeki yeri halen belki çok marjinal, ama sayılarının artma eğiliminde olması kaygı verici.

Allen’in İsrail toplumunda giderek yaygınlaştığını söylediği kayırmacılık ve rüşvet de, hayli tanıdık olgular. Büyükelçi, toplumu sarmalayan genel muhafazakârlaşmanın değişik açılardan bu olguların hem nedeni hem de sonucu olduğu kanısında. Daha çok bir içe kapanma şeklinde tezahür eden bu muhafazakârlaşmada, İsrail’in artan refahının da bir rolü var. Allen’a göre, artan tüketim, mutlaka daha liberal bir ortam getirmiyor: en azından İsrail’in durumunda, tersine, komşusuna, çevresine ve “öteki”ne karşı daha derin bir kayıtsızlığı ve duyarsızlığı besliyor. Her geçen gün, İsraillilerin Araplarla ve özellikle Filistinlilerle aralarındaki uçurum daha da derinleşirken, onlarla temasları ve onları yakından tanıma imkânları azalıyor. İki halk arasındaki sosyal uçurum yetmiyormuş gibi, örülen fiziki duvarlar da bu temassızlığı büsbütün pekiştiriyor.

Sonunda bu temassızlık, belirli bir hoşgörüsüzlüğü de beraberinde getiriyor ve bu hoşgörüsüzlük, İsraillilerin yalnız kendi dışındakilere karşı değil, bizzat kendilerinden olan sivri dilli demokratlara karşı da düşmanca tavır geliştirmelerine yol açıyor. Elçi Allen, sansür, boykot ve hele ülkeye sokmama gibi, hoşgörüsüzlüğün hemen her türlü tezahürüne karşı prensip olarak direnilmesi taraftarı: sözgelimi, Chomsky ve Finkelstein gibi İsrail politikalarını kıyasıya eleştiregelen Yahudi asıllı yazarların ülkeye sokulmaması türünden girişimleri kabul edilemez gaflet olarak görüyor, en liberal çevrelerde bile bu girişimlere destek çıkan veya kayıtsız kalan çatlak seslere karşı da, şu asgari hatırlatmayı yapmadan geçmiyor: “Bu adamlar (Chomsky ve Finkelstein) katil mi, hırsız mı, soyguncu mu? Yoksa çocuk pornograficileri mi? Ülkeye girmelerine ve konuşmalarına hangi gerekçeyle karşı çıkıyorsunuz?”

Diğer taraftan Allen, Batı’daki bir takım üniversite, fakülte veya akademisyenin İsrail’deki muadillerini boykot etmesinin yanlış olduğunu da savunmaktan geri durmuyor. İsrail’de giderek marjinalleşen özgürlükçü ve solcu çevrelerin daha çok üniversitelerde kümelendiği anımsanırsa, bu tür bir boykotun ayrıca yanlış bir hedefi seçtiği ve yanlış kişi ve kurumların cezalandırılmasına yol açtığı düşünülebilir.

Elçi Allen, İsrail’in geleceğiyle ilgili ölçülü bir iyimserliğe sahip. Bu ülkenin hâlâ yeryüzündeki tüm Yahudilerin sığınabileceği güvenli bir liman olma özelliğini muhafaza ettiği görüşünde. Lâkin ülkenin son yıllarda gerek kendi bölgesinde, gerekse dünya kamuoyunda giderek yalnızlaşmasının elçiyi derinden kaygılandırdığı belli. Konuşmasında geçerken değindiği kısa fakat buruk bir tespitinden, İsrail’in Türkiye ile arasının açılmasından özellikle rahatsız olduğu da belli. Allen’a göre, İsrail’in yalnızlaşma süreci şimdiki hızıyla devam ettiği takdirde, çok uzak olmayan bir gelecekte ülkenin ufku pekâlâ kararabilir; güvenli limandan falan da eser kalmayabilir.

Allen, bölgedeki yüzyıllık çatışmanın nedenlerini tarihin karanlık koridorlarında, dinler yahut uygarlıklar-arası çelişki ve sürtüşme noktalarında aramanın vahim bir hata olduğu kanaatinde. O bakımdan da, İsrail’de ve dünyada İslam ve Arap karşıtlığı üzerinden politika geliştirenlerin bölgedeki çözümsüzlüğü büsbütün derinleştirdiği görüşünde. Büyükelçiye göre, İsrail-Filistin çatışması son tahlilde kıymetli bir toprak parçası üzerinde dönen bölüşüm kavgasına dayanmakta. Tam da bu nedenle, çözümü bu bölüşüm kavgasının parametreleri çerçevesinde aramak gerek. Ve ancak bu parametreler çerçevesinde kalınarak çözümle ilgili ciddi bir iyimserlik korunabilir. Bu anlamda çözüm hiç de erişilemez bir hedef değildir aslında: zira eğer çözüm gerçekten de tarih içinde bir yerlerde, sözgelimi, dinler, uygarlıklar, kimlikler gibi girift olgular arasında bulunsaydı, işin içinden çıkmak asıl o zaman mümkün olmayacaktı. Büyükelçinin bu gözleminin ardında, bölgenin o kadim Tarih/Coğrafya ikileminin yattığı belli: İsrail-Filistin gerçekliği, çok ufak bir coğrafyaya, buna karşılık çok büyük bir tarihe sahip. Bütün mesele de bir yönüyle, Tarih’in Coğrafya’yı rehin almasına müsaade edilip edilmemesi noktasında düğümleniyor.

İlginç olan şu ki, ılımlı ve temkinli söylemine rağmen, Elçi Allen’in bu minval üzerinde söyledikleri Gideon Levy ve diğer radikal muhaliflerin İsrail’e ilişkin değerlendirmeleriyle pek çok bakımdan örtüşüyor. İsrail’in görünürdeki gücüyle neredeyse ters orantılı olarak içine yuvarlandığı yalnızlaşma süreci karşısında, Allen’in bu muhaliflerle aynı yıpratıcı tedirginliği paylaştığı ve onların bazı eleştirilerini aynı açıklıkla dışa vurmasa da içten benimsediği yeterince ortada. İsrail’i körükörüne izleyen Kanada’ın bu ülkeye atadığı kendi diplomatının bile böyle bir eleştirel konuma gelmesi, İsrail için yangın zillerinin çaldığının bir başka sembolik emaresi olmalı. Kuşkusuz, Allen’in bu noktaya gelmesinde, bizzat kendisinin Yahudi asıllı olmasının ve İsrail’in varlığını ve geleceğini kendine dert etmesinin rölü küçümsenemez. Çok muhtemeldir ki, Yahudi olmayan ve kendini İsrail’le özdeşleştirmeyen herhangi bir Kanadalı diplomat, atandığı bu Ortadoğu ülkesinin sorunlarına dönük ne aynı duyarlılığı gösterebilir, ne de tabiatıyla benzer bir eleştirellik sergileyebilirdi. Kanada’nın Yahudi asıllı bir diplomatını bir Yahudi ülkesine ataması, “emperyal diplomasi” geleneğini anımsatan ilginç bir uygulama olarak da görülebilir.

Anımsanacağı üzere, eskiden çok-milletli imparatorluklar, yabancı bir ülkenin kültürüne ve diline yakın yahut yatkın buldukları vatandaşlarını, kendi milletleri içinden devşirip elçi olarak gönderebilirlerdi. Bu uygulama, zamanın sınırlı şartlarından kaynaklanan bir mecburiyet olduğu kadar, bir lükstü de. Osmanlı’da da, yakın kültür ve dilleri paylaşmaları hasebiyle çeşitli Frenk ülkelerine yollanan Rum, Ermeni vs. asıllı temsilci ve elçilerin sayısı az değildir. Günümüzün ulus-devletlerinin pek azı, bu imkân ve lükse sahiptir.

Bunu görmek için, uzağa gitmeye gerek yok; Türkiye’nin son yıllardaki diplomasi serüvenine bakmak yeter.

Bilindiği gibi, AKP iktidarı döneminde, özellikle de Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olmasından sonra, Türk dış politikasının “Osmanlıcı” bir görüntüye büründüğü, “emperyal” bir yol tutturduğu doğrultusunda türlü iddia ve spekülasyonlar hasıl oldu. Bunları ciddiye almak mümkün değil elbette. “Osmanlıcılık”la itham edilenlerin de bu sıfatı ciddi şekilde üstlendikleri yok zaten. Türkiye halihazırda bir ulus-devlet ve “emperyal” bir politika gütmesi için gerekli kaynakları sınırlı olan bir ülke. Dahası, elindeki bu sınırlı kaynakları harekete geçirecek vizyondan da yoksun bir ülke. “Stratejik derinlik” türünden arayışların da, hoş bir özlem ve heves olmanın ötesinde, böyle bir vizyonun oluşmasına pek bir katkısı yok.

Türkiye’nin “emperyal” kapasitesi, en basit şekilde, atadığı elçilerin kozmopolitlik skalasından dahi anlaşılabilir. Bu ülkenin ordusunda Cumhuriyet tarihi boyunca Rum, Ermeni veya Yahudi asıllı tek bir üst ve orta rütbeli T.C. vatandaşının istihdam edilmediği malûm. Aynı durum, AKP dönemi de dahil olmak üzere Türk diplomasisi için de geçerlidir. Bugün eskaza Ermenistan’la diplomatik ilişkiler kurulsa, hatta bu ilişkiler günlük güneşlik dahi olsa, Türkiye’nin bu doğu komşusuna Ermeni asıllı bir memurunu elçi olarak ataması tasavvur bile edilemez. Belki yüzyıl önce tasavvur edilebilirdi, şimdi edilemez. Derhal türlü “güvenlik” mülahazaları devreye girer; atanacak elçinin Ermeni olması şöyle dursun, ailesindeki uzaktan yakından herhangi bir Ermeni bağı veya bağlantısı, tayininin derhal iptal edilmesini otomatikman garantiler.

Daha yakın ve gerçek bir örnek alırsak, aynı durum İsrail’e atanacak Yahudi asıllı bir Türkiye elçisi için de geçerlidir. Düşünülecek olursa, böyle bir atama hiç de fena bir fikir olmayabilir. Telaviv’de Yahudi asıllı bir Türkiye elçisinin İsrail’i yakından tanıma, topluma nüfuz etme ve sesini duyurma şansı herhalde daha fazladır; keza, kötü bir muameleye maruz kaldığında da, ki bu daha düşük bir ihtimaldir, o muameleye karşı koyma imkânı da daha fazladır. Düşünceleri Kanada’nın resmi İsrail politikasının epey ötesine gitmesine rağmen—ve herhalde gidebildiği için—Elçi Allen gibi cesur ve kişilikli sayılabilecek bir diplomatın Kanada’ya fayda sağladığı su götürmez. Allen’inkine benzer profile sahip Yahudi asıllı bir Türkiye elçisinin de Türkiye’ye getireceği artılar, herhalde daha az olmaz. Ama gayet tabii ki Türkiye’nin şartlarında bu bir fanteziden ibarettir; şakası bile fazladır.

Diplomasi pratiklerinde etnik köken, “emperyal politika”nın elbette önemli bir karinesi değildir, ama yerine göre, bazen çok şey söyler.

641090cookie-checkElçi Allen, İsrail ve ‘Emperyal’ politika
Önceki haberOku gazeteci oku
Sonraki haber“Depresyondayım!”
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.