Epigenetik ve genetik hafıza

Taşıdığımız genlerin, yakalandığımız hastalıklarımızda etken olduğunu yıllardır biliyoruz. Nispeten yeni öğrendiğimiz şey ise, yakalandıklarımızın yanında, yakalanmadığımız bir sürü hastalığa ait genetik yatkınlığı da taşıdığımız. O hastalıklara yakalanmamamızın sebebi, hastalığa ait genlerin aktif hale geçmemesi.

Epigenetik nedir ? Aslında tariflemek oldukça zor. Örneğin epigenetik vikipedi kaynağında açıklanmaya çalışılmış; Epigenetik, biyolojide, DNA dizisindeki değişikliklerden kaynaklanmayan, ama aynı zamanda ırsi olan, gen ifadesi değişikliklerini inceleyen bilim dalıdır. Diğer bir deyişle, ırsi (kalıtımsal) olup genetik olmayan fenotipik varyasyonları incelemektedir. Bu değişiklikler hücreyi ya da organizmayı doğrudan etkilemektedir ancak, DNA dizisinde hiçbir değişiklik gerçekleşmemektedir.

Aslında bu tanım da epigenetik ve epigenetik mekanizmalar hakkında istenildiği kadar net bir açıklama vermiyor; bazılarına göre eksik, bazılarına göre yanlış. Epigenetiği örneklerle açıklamak, net tanımı yapmaktan daha kolay. 2 kardeşten sadece biri kanser oluyorsa, bunun sebebi sadece gen olamaz çünkü iki kardeş de, aynı genlere sahiptir. Demek ki kardeşlerden birinde, o genetik faktörü etkileyen bir şey olmuştur. Bu da büyük ihtimalle bir dış etkendir.

Zeitgeist 2011 versiyonunda verilen bir araştırmaya göre meme kanseri olan 100 kadından sadece 7 tanesi kanser geni taşıyormuş. Yani diğerleri, kanser geni taşımadıkları halde, hasta olmuşlar.

“Çocukluğun erken safhalarında yaşananlar ve yetiştiriliş tarzı, genlerin dışa vurumunu etkiliyor. Bazılarını etkin kılıp, bazılarını devre dışı bırakıyor” deniyor belgeselde. İşte burada bizdeki “aile terbiyesi almış” ve “soyu sopu belli mi” söylemleri ciddi bir anlam kazanıyor.

Kanada’da, intihar eden insanlar üzerinde araştırma yapılmış. İntihar edenlerin büyük çoğunluğu, genç yaştakiler. İntihar edenlerin beyinlerine yapılan otopsi, şu sonucu çıkarmış; Eğer kişi çocukluğunda bir istismara maruz kaldıysa, bu onun beyninde genetik bir değişime yol açıyor. Bu, istismara uğramamış olanların beyninde görülmeyen bir değişim. Yani, epigenetik bir değişim.

Belgeselde ilginç bir örnek de veriliyor. “Hollanda açlık kışı”. Bebeğin daha yaşama başlamadan önceki çevresinin bile, onun genetiğinde etkili olduğu hakkında. Almanlar, 1944 yılında, Hollanda’yı işgal ettiklerinde, bütün yiyecek kaynaklarını Almanya’ya yöneltirler. Bunun sonucu olarak, ciddi bir kıtlık yaşanır. 3 ay boyunca halk açlık çeker. On binlerce kişi açlıktan ölecek duruma gelir. Siz bu süreçte, rahimdeki 3 aylıktan büyük bir bebekseniz, açlık çeken bir bebek olursunuz. Vücudunuz öyle programlanır ki, hayat boyu vücudunuzdaki şeker ve yağ oranının azalacağından korkarsınız ve aldığınız miktarın tamamını depolarsınız. Yarım yüzyıl sonra bu kişilerin, tüm dış etkenler eşit olduğu halde, birkaç yaş büyük ya da küçüklerine oranla yüksek kan basıncı, obezite veya metabolik hastalıkların belirtilerine sahip olma olasılığı, daha fazla olacaktır.

Epigenetik tarafından destekleyen bir başka kavram ise, Sinirsel Darwinizm. Sinirsel Darwinizm kavramına göre, çevreden elverişli girdiyi alan sinir devreleri ideal gelişirken, alamayanların gelişimi ya ideal olmuyor ya da hiç gelişim olmuyor. Yani siz normal gören bir çocuğu, doğduktan hemen sonra, 5 yıl boyunca gözü kapalı tutarsanız, çocuk, hayatının kalanında kör olur. Çünkü görme devrelerinin gelişimi için, ışık dalgaları şarttır. Onlar olmadan, mevcut ve etkin olan temel devreler dahi körelir ve ölür, yeni sinir devreleri de gelişemez.

Belgesel, çevresel etkenlerin değiştirilerek, genetik üzerine etki yapılabileceğini söylüyor. Genetik faktörün harekete geçmesindeki etken, dış etken olsa ve olay epigenetik olarak tanımlansa bile, önlemin genetiğe göre alınması gerekiyor. Diyelim ki bir bireyde, genetik olarak şiddet kullanma eğiliminin baskın olduğunu fark ettiniz; beyindeki şiddete yönelik tetiklemeyi nasıl önleyeceksiniz?

İnsanlar, aynı çevrede yaşasalar bile, olaylara değişik düzeylerde ve değişik tepkiler verirler. Diyelim ki sorunu biliyorsunuz ve alınacak önlemleri de saptadınız; Tepkimeleri azaltmak için harcadığınız enerji ya da yaptığınız kısıtlamalar, elde ettiğiniz sonuca değecek mi?

Uzay Yolu dizisini bilenler bilim Subayı Spock’u ve gezegeni Vulcan’ı hatırlarlar. Gezegendekiler, şiddeti önlemek için, duygularını köreltme yoluna gitmişlerdi. Bu, teorik olarak size şiddetin hiç olmadığı bir toplumu sağlayacaktır ama ne pahasına. Genetik olarak suça yatkın olanların, bu suçları işlememesi için, toplumun genetiğini mi değiştirmeliyiz? Ya da genetik arızaları saptayabildikten sonra, onları daha izole bir yaşama mı almalıyız? Yani suç potansiyeli taşıyanları, daha suç işlemeden sınırlı bir cezalandırmaya mı uğratmalıyız? Yani epigenetik önümüze, tercihlerle ilgili, felsefi tartışmalara da yol açacak bir seçim koyuyor.

Epigenetik suç potansiyelini önleme v.s. den çok daha derin anlamlar taşıyor. Aynı zamanda genetik köken deyip kabullendiğimiz ama derinine gitmediğimiz kalıtsal bazı öğelerin açıklamasını getiriyor. Bu kalıtsal öğeler, genetikle sosyolojiyi birleştiriyor.

Ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama bir konuşma sırasında, devletin “mısır ekmeğine müdahale”si diye bir konu duymuştum. Yapılan araştırmalar, çok uzun süreli mısır ekmeği kullanımının, insanların daha agresif hale geldiğini gösteriyormuş. Devlet, Karadeniz bölgesinde, mısır ekmeği tüketimini azaltmak için, beyaz ekmeği desteklemiş. Uzun ve zorlu bir süreçten sonra etkileri görülmeye başlanmış. Gerçekten de yıllardır, Karadeniz’de yaşanan kan davası ve düşman sülaleler konusunda eskisine nazaran çok daha az şey duyuyoruz.

Burada, daha önce okuduğum, Türklerle ilgili ilginç bir bilgiyi aktaracağım. Bu genetiğin sadece vücutsal durumlarla sınırlanmayan, kültürel alışkanlıklarla da ilişkili olduğunu ortaya koyan şeylerden biri. Türkler Orta Asya’dan göçeli bayağı oldu. Artık ne kıl çadırlarda oturuyoruz ne de gözlerimizin hafif çekikliği kalmış ama, Orta Asya’da, barış zamanında en çok yaralanmanın, düğünlerde havaya ok atma alışkanlığı yüzünden yaşandığını söylediğimde, bu size tanıdık gelecektir.

Genetik, sizin kültürünüzü etkilediği kadar, yedikleriniz, içtikleriniz, davranış şekilleriniz, kısaca kültürünüz de genetik yapılanmanızı etkiliyor. Yani çift taraflı ve henüz tüm yönleriyle aydınlanmamış büyük bir ilişki bu. Epigenetik bilgimiz derinleştikçe konu hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyoruz.

Örneğin Almanya’da, Türkler arasında doğan 3. nesilde bile, kolestrolün, Almanlara göre daha yüksek olduğu gözlenmiş. Yani aile içindeki beslenme ve davranış alışkanlıkları, girilen yabancı toplumun içinde, 3. nesilde bile uyum sorunu yaşatabiliyor. Asillerin, 3. nesilden sonra asil olabildikleri üzerine bir söz vardır. Bu da insanların bazı şeyleri anlayamasa, açıklama getiremese bile, kavrayabildiğini gösteriyor.

Bunun yanında, toplumsal davranışların genetik üzerindeki etkisi kadar, genetiğin de toplumun davranışları üzerinde etkisi var. “Her Türk asker doğar” cümlesini analiz edelim; Askerliğin ilk akla getirdiği şeylerden biri de testesterone hormonunudur. Testesterone hormonunun yapılandırılabilmesi için gereken ise, kolestroldür. Eğer siz alışkanlıklarından ötürü, kolestrolü arttıran yiyeceklere bir mutfağa sahip bir ülke iseniz, kolestrol oranınızın yüksek olması anormal değil.

Yediğiniz içtiğiniz şeylerin skalasını değiştirdiğinizde, hayat tarzınız değişir ve bu bir kaç nesil sonra genetiği etkilemeye başlar. Yani çevrenizdeki her şey, eninde sonunda genetikle ilişkilenmeye başlar. Bu da bireylerin genetiğini değiştirmenin yanında, bireylerin oluşturduğu topluluğunda genetiğinin değişmesine yol açar. Topluluk genetiğini değişiminde etkili bir nokta daha vardır; Bilinçaltı genetik hafıza.

Wes Craven korku filmlerinin en önemli yönetmenlerinden biridir. Filmlerini sevebilir ya da nefret edebilirsiniz ama her zaman etkili oldukları inkar edilemez. Başarısıyla ilgili olarak söylediği şey ilkel insanın beyninde yer ederek bugüne kadar gelmiş olan temel korku öğelerini kullandığıdır. Yüksekten düşmek ya da midenin sivri bir şeyle yarılması gibi. İlkel insanın korkularının apartmanlarda yaşayan bizlerle ne ilişkisi olabileceği düşünülebilir ama hepimiz uykumuzda bir yerlerden düşme duygusuna kapılırız. Öylesi yüksek bir yerden hiç düşmediğimiz halde. Bu düşmenin hemen akabinde uyanırız. Şimdiye kadar konuştuğum insanların hepsi düşmeye başladıklarını hatırlıyor ama kimse yere vurduğunu hatırlamıyor.

Yüksekten düşmek önemlidir çünkü, ateşi bulmadan önce, ağaçlarda yaşayan atalarımızın, gece uyurken yere düşmesi, ölmek anlamına geliyordu. Eğer düşüş anında kendini toparlayamazsa sakatlanabiliyor, bu da vahşi hayvanlara yem olmasına yol açıyordu. Tabi onlardan biri ağacın civarında av bulmak için gezinmiyorsa. Bu durumda sakatlanmasına bile gerek kalmıyor, eğer yırtıcı gelene dek yeniden onun ulaşamayacağı bir yere çıkamazsa, bir daha endişelenmesine gerek kalmıyordu.

Bu insan genetiğine öylesine yerleşmiş bir korkudur ki, hemen her topluluğun her üyesinde vardır. Genetik hafızaya yazılanlar, yaşanan durumun korkunçluğu oranında derindir. Böylesine büyük ve tüm insanlığın ortak paydası olan korkulardan, daha küçük, daha lokal korkulara geçebiliriz. Hollanda açlık kışı’nda verdiğimiz örnek, eğer bir nesilde çıkıp kaybolmuyor, nesiller boyu yaşanıyorsa, genetiğe kaydolduğu gibi, bilinçaltı genetiğe de kaydolur. Tıpkı ağaçtan düşmek, karnının deşilmesi ve karanlık korkusu gibi.

Orta Asya’dan kopup, bulunduğumuz coğrafyaya geldiğimizde, atalarımız, bu coğrafyadaki insanlarla karışıp, onların genetik hafızalarından parçalar aldılar. Dünya tarihinin bildiğimiz kadarı bile toprakların adının kavga, savaş ve istila ile bir olduğunu söylüyor. Oldukça verimli ve hemen her zaman çok stratejik olan bu topraklar, sürekli, karmaşanın yaşandığı bir yer olmuştur. Bu yüzden, bölgenin insanı, kendine göre sağ kalma stratejileri geliştirmiştir. İkide bir gerçekleşen istilalar sürerken, her şeye rağmen yaşamını devam ettirmek için.

Binlerce yıl yaşananların sonucu olarak bölge insanı, mantıkla açıklanamayacak bir seçme sistemi geliştirmiştir. Davranışları bazen çok oportünist, bazen de anlamsız gelebilir ama genetik hafızası, olaylar üzerindeki silik ipuçlarını yakalar, nasıl hareket etmesi gerektiğini söyler. Neden sevdiğini, neden sevmediğini, neden güvenmediğini açıklayamaz. Sonuç olarak topluluk içindeki değişik bireylerin hareketleri, topluluğun belirli bir yönde hareketini sağlar (1) .

İçgüdü yada bilgelik denilen şey, genetik hafızanın, belirli anlarda, daha etkili olmasıdır. Tehlikenin büyüklüğü ya da yakınlığı ölçüsünde, etkisi ya da baskısı artar. Topluluğun bazı bireyleri, genetik hafıza depolarına, sadece çok fazla uyarıldıklarında ulaşabilirken, bazıları daha kolay ulaşıp, daha fazla yararlanırlar.

Şanslıyız, çünkü her devirde çok makbul sayılan bir toprak parçasında yaşamış olduğumuz için, genetik hafızamızda, dünyanın başka bir bölümünde yaşamış insanlara göre çok daha fazla şey var. Görmüş geçirmiş bir genetik hafıza bizimkisi. Üzerinde yaşadığımız toprağın değeri ile birleştiğinde, “en kötü ihtimalle yaşarız” sonucu çıkıyor. Epigenetik ve genetik hafıza, daha uzun zaman, bizim kafamızı meşgul edecek konular gibi gözüküyor

Kutsi Akıllı

Not: BU yazı www.diflek.com da yayınlanmıştır.

758810cookie-checkEpigenetik ve genetik hafıza

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.