FRANSA’DAN… Nâzım’la birkaç saat

Nâzım Hikmet’in 107 yaşına girdiği Ocak 2009 aynı zamanda Küba Devrimi’nin ellinci yıldönümü. Nâzım Hikmet, Mayıs 1961’de Havana’ya, Dünya Barış Kurulu adına Fidel Kastro’ya « Dünya Barış Ödülü »nü vermek üzere gittiğinde bu şirin adanın ve ihtilalci çocuklarının çoşkusuna kendini kaptırıvermişti : Havana Röportajı’nı bu duygu içinde yarattı. Bu açıdan bu iki tarihi olayın birbiriyle  çakışması da güzel bir rastlantı. Çağrı Kınıkoğlu’nun Nâzım’ın Küba Yolculuğu isimli belgeselini görmeyenlere tavsiye ederim. 

Paris’te bu yıl Nâzım Hikmet’in 107. yaşını kutlama hazırlıklarına birkaç ay önce  başlanıldı. Ve 18 Ocak 2009 pazar günü gerçekleştirildi. Fransız Komünist Partisi (FKP) belediyelerinin yönetimindeki birçok banliyöden oluşan ve bu nedenle « kızıl kemer » adı takılan başkente yapışık kasabalardan en şirinlerinden biri olan Villejuif’te. Bu kasaba metronun 7. hattında. Ve istasyonlarının Aragon, Pierre et Marie Curie, Léo Lagrange, Le Kremlin-Bicêtre, Stalingrad (Stalinkent), Crimée (Kırım) gibi isimler taşımasıyla nereye doğru gittiğinizi daha işin başından itibaren size açıklamasıyla ünlü. Burada hile hurda yok, beğenmeyenler hemen inebilsinler diye olmalı. 

İşte geleceğiniz yere vardınız ve indiniz metrodan. Yeraltından yeryüzüne yürüyen merdivenle veya yürümeyen ama yürüten merdivenle çıktınız : Şu sokak, cadde, bulvar ve meydan isimlerine bakar mısınız ? Burası işte Paris isimli başkentin en komünist kasabasıdır. Evet bunun itiraza gelir hiç bir yanı da yoktur. Duvarlardan birinden bir duvaryazısı aktarıyorum isterseniz : İşte : « Le capitalisme nous ecrase, il faut l’abattre ! ». Türkçesi mi onu da yazıyorum : « Kapitalizm bizi eziyor, onu yerle bir etmek lazımdır ! » Haydi madem başladım bir tane daha : « La lutte c’est classe ». Eskiden « La lutte de classe » (sınıf kavgası) denilenle benzer bir sesi veren bu duvaryazısının veya DUAYAZISININ çevirisi ise şu : « Kavga nitelikli olmaktır ». 

Metro çıkışından sonra birkaç adım atıyorsunuz ve işte 21, Rue Jean-Jaurès : İşte FKP Villejuif şube binası. Nâzım Hikmet’i anma toplantısı saat 14.30’da burada. Bir kapı, sonra bir aralık,  sonra bir kapı daha ve işte Şube’nin toplantı salonundayız. Salon yükünü tutmuş. Yüzyirmi belki yüzotuz kişi : Bizimkiler gelmiş evet. Ama aynı zamanda FKP’li yoldaşlar da buradalar. Kimi yaşlı. Kimi genç.  Kadın ve erkekler : Nâzım Hikmet’i hepsi ezbere biliyorlar. Yaşlı bir bayanla tanışır tanışmaz bana ne diyor biliyor musunuz ? : 1949 ve 1950’de Nazim’in (Fransızlar Nazim diye telafuz ederler Şair Baba’nın ismini) özgürlüğüne kavuşması için imza topladım. Her yere gitttim. Birok komşu kasabaya bisikletimle. O yılarda bisiket birincil ulaşım aracımızdı… »İşte Tarih geldi ve bugünü yakaladı : Kıpırdama ! Bu BİZİM TARİHİMİZDİR ve ona itaat ediyoruz. Salonda yerimizi alıyoruz. Sağımda Şamikyan ailesinin bütün üyeleri. Önümde Ali, Taci ve Bülent. Onun önünde Babür ve arkadaşları, daha da önde Fransız arkadaşlarımız…

      Hazır mısınız ? Hazırız. İşte toplantı başlıyor arkadaşlar :

      Ölenler güneşe gömüldüler. Onları burada anmak lazım : Bir dakikalık saygı duruşu onlar  içindir.

      Nâzım dünyanın en büyük şairlerinden biridir. Bizimse en büyük şairimizdir. O zaman haydi çocuklar şiirlerini okumaya : İşte güzelliklerini takmış takıştırmış ve koşarak gelmiş Sultan, Gül ve Patrick Şair Baba’nın değişik kavga şiirlerini okuyorlar…

      Sonra Can Dündar’ın eseri ve Nâzım Hikmet’in « az bilinen, özel hayatına, eşlerine, sevgililerine » ilişkin belgeselini izliyoruz. Nâzım Hikmet Kültür Ve Sanat Vakfı’nın bu toplantı için  ödünç verdiği 45 dakikalık belgesel en başta Fransız izleyicilerin ve özellikle onu bu açıdan  tanımayanların ilgisini  çekiyor. Nâzım’ın eşleri, sevgilileri, aşkları, tek oğlunun annesi ama evlenmeye vakit bulamadığı Münevver Andaç ve oğlu, babanın oğuna hasreti anlatılıyor. Bu arada Yıldız Sertel’e  Nâzım’ın Moskova’daki evindeki « şeylerin » anlattırıldığı sahne sinema tarihinde mutaka kalıcı izler bırakacaktır. « Sinema dili » dendi mi mutlaka bu sahne yapılmaması gereken  diye gösterilecektir. Nâzım’ın amatör kamalerca çekilen kisişel aile filmleri Şair Baba’nın  ne kadar şakacı, ne kadar hınzır, ne kadar sevimli bir  insan olduğunu sergiliyorlar. İyi de oluyor. Onu bir  de bu açıdan öğreniyoruz. « Kumsalda », sokakta, evinde, « hastanede » Nâzım Hikmet böyleydi demek. 

Bu sayede Nâzım’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hemen farkediyoruz. Eh 1930’ların başında İpekçi kardeşlerin film  stüdyolarının temel direklerinden biri değil miydi Nâzım ? Sinema ustasıydı evet ve sinemanın her dalında iz bıraktı : Muhsin  Ertugrul için Ercüment Er, Mümtaz Osman takma isimleriyle senaryolar yazdı, seslendirmelere katıldı ve film bile yönetti : Birçok kısa film çektikten sonra, 1933’te Muhsin Ertugrul ile birlikte Cici Berber’i, 1937’de ise tek başına Güneşe Doğru filmini yönetti. Bu son  filminde baş rolde kimi oynattı biliyor musunuz ? Abidin’in « Dev gibi adam », « Saray gibi adam »  diye tanımladığı ağabeyi Arif Dino’yu. Nâzım’ın belki en az bilinen yönüdür bu, ama sinemanın ne kadar  önemli bir araç, ne kadar önemli bir iletişim aracı olduğunu ilk keşfedenlerden biri olması nedeniyle vurgulanmasında her zaman yarar var. Can Dündar’ın birkaç bölümlük uzun soluklu çalışmasının bir tür özeti nitelğindeki belgesel daha önce Güneri Civaoğlu ve Koray Düzgören’in epey zahmetlli bir işin altından kalkalarak yanılmıyorsam beş bölüm halinde ve daha farklı bir bakış açısından oluşturdukları epey kaliteli belgeseliyle birlikte Şair Baba’nın unutulmamasına katkıda bulundukları için birer mücevher. Emeği geçenlerin tümüne teşekkür borçluyuz. Elbettte ufak tefek eleştirimizi de gözardı etmeden. Takdir ayrı, daha iyisini olmasını arzulamak ayrı çünkü.

      Bir dakika yahu biz burada anma toplantısında değil miydik ? Eeeeevet.. Eee o halde bu gevezelik de ne oluyor böyle ? Kaptırdık işte. Kusura bakmayın sayın seyirciler pardon sayın okuyucular.

      Hemen Villejuif’e dönüyoruz ve programı kaldığı yerden izlemeyi sürdürüyoruz. Kamera ! Uyuma oğlum !

İşe bakın zaten benim sıram gelmiş : Evet kısa bir konferans için bana söz verildi. Onca işin arasında Nâzım için yapılan bir anma toplantısında benden istenen bu katkıyı rededemezdim. (İyi işte arayan bulur : Bu satırları yazdığım bu salı gecesi bu nazikliğimin faturasını ödüyorum : Fena halde soğuk algınlığı içinde, ateşim yüksek, aspirinin gözüne kaşına vura  vura idare ediyorum). Güzin Dino da benimle olacaktı ama o deneyimli bir insan, havanın  soğuklu nedeniyle sıcak evinde kalmayı tercihetti. İyi de ettti. Çünkü o yaşta bu soğukta çıkmasıyerinde olmazdı. Hiç ! Nüfus cüzdanına göre Güzin 97 yaşında, ama o iki de bir bana « Kendimi hiç te o kadar yaşlı hissetmiyorum » diyor. Ben de haklısınız diyorum. Evet haklıyım : Çünkü Güzin hala genç bir Gürcü güzeli gibi evdeki duvarlara, merdivenlere, dolaplara tırmanıyor : Diyelim bir masa  örtüsü aramak için filan. O öyle tırmanınca benim yüreğim ağzıma geiyor ama hiç renk vermiyorum, tamamen teyakkuz halinde kalarak yine de, hani ne olur ne olmaz. Güzin bu kardeşlerim böyle anlatmakla bitmez.

Bir saatten biraz fazla bir zaman içinde Şair Baba’nın özgeçmişini, siyasi angajmanını ve bilhassa Paris ile ilişkilerini, başkente gelip-gidip-gelmelerini, Abidin Dino ve eşi Güzin ile ve Parisli diğer yoldaşlarıyla serüvenlerini yaklaşık yüzyirmi kişilik dinleyiciye Fansızca olarak anlattım. Fransızca olunca Bizimkilerin bir kısmı ofsaytta kaldı ama kusur benim değil onların.  Çünkü hemen işin başında isterseniz hem Fransızca hem Türkçe anlatıyım dedim. Ama Bizim takım « Yok lo biz onu da anlarız » deyip serbest oylama ve  açık toplama sonucu karar  verdiler. Kusur benden gitti. Ama anlatılanların bir kısmı da beş altı metre yüksekten gittiler. Nereye ? Meçhul. Yok meçhul değil. Her şey filme çekildiği için bir belgesi kaldı yine de. Uf ! (Türkçesini ve özet bir biçimde okumak isteyenlere Cumhuriyet Dergi’nin 18 Ocak 2009 tarihli sayısındaki makalemi okumalarını tavsiye edebelir miyim ? Veya aynı makalenin değişik internet sitelerinden birindekini.)

Bu arada Nâzım Hikmet’in Paul Eluard ile Barış konusundaki kardeşliğini vurguladım.  Eluard’ın Temmuz 1918’de,yani  tam Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nın en belalı zaman diliminde, Poémes Pour La Paix (Barış İçin Şiirler) çalışmasını anımsattım. Ve Nâzım Hikmet’in de öteden beri Barış için  mücadelede en ön saflarda ve Dünya Barış Kurulu bünyesinde dünyanın dört veya beş bucağında aralıksız çalıştığını vurguladım. Eluard İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan  sonra Dünya Barış Kurulu bünyesinde birçok iş yaptı. Picasso ile de çok iyi dost ve yoldaş olan Eluard maalesef 12 Kasım 1952’de vefat edince arkasında gerçekten doldurulamayacak bir boşluk bıraktı. İyi ki Orhan Veli’miz var : Şiirlerini Türkçeye balım şekerim gibi çevirdi çünkkü. Orhan Veli de erken yaşta ayrıldı aramızdan ama Beykoz’da, İstanbul’da ve Ankara’da güzel Yaprak’lar bırakmayı ihmal etmedi. Eluard bir banliyö çocuğu olarak FKP’nin göz bebeklerindendi. Onu anlatmak için toplantıya bir Fransızın katılması gerekiyordu ama o da son anda « ekiverince » o yük te benim omuzlarıma yüklendi. Ama Eluard konusuna fazla giremedim konuşmamda. Dada Hareketi, Sürrealistler filan diye bir girizgah yaptım ama baktım ki « kitle » benden ben « kitlemden » kopmak üzereyim hemen el frenini  çektim. Yoksa ben de az daha fena halde ofsayta düşüyordum. Neyse hakem düdüğünü öttürdü ve maç bitti. Uzatmalarda sorulan bir mi iki mi soruya verdiğim yanıtlarla Şair Baba’nın biraz daha iyi tanınmasına yardımcı olmaya çalıştım…

      Anma toplantısında en şirin sürpriz iki gençten, iki çocuktan geldi : Sirlem ve Serpil isimli ve son derece  yetenekli bu iki genç sanatcının türkü gösterisi dinleyenleri mutlu etti. Salonda ısıtmanın olmamasını bile unuttuk. Sirlem’in sazı çalış tarzı çok beğenildi. Sesi de. Serpil ise « o incecik vücudtan nasıl bu kadar iyi ses çıkar » dedirti ve herkesi şaşırttı. Fransız arkadaşım « quelle belle voix » (« ne kadar güzel ses ») diye hayranlığını dile getirdi. Evet aynen öyle. Bu iki genç bana biraz da Edith Piaf’ı anımsattılar. Kadın olmalarından, boylarından boslarından ve bilhassa bu işe sıkı ve sahici bir biçimde sarılmalarından. Yani hiç abartmasız profesyonel olmalarından. Seyircilerin bir bölümü konser-monseri umursamadan kendi aralarında konuşurken, girip çıkmalar, oturanlar kalkanlar birbirleriyle vedalaşırken, patırdı kütürdü sürerken onlar türkülerini peşpeşe sıraladılar. Belki biraz moralleri bozuldu ama bunu hiç belli etmediler, elleri ve sesleri hiç titremedi  ve söylemeleri gereken bütün parçalarını söylediler. Bravoyu çoktan hakettiler. Nitekim türkülerinin tümüne salonda efendi efendi dinleyenlerden birçok insan da katıldı. Bu onların  ne kadar beğenildiğinin de işaretidir. Çok iyi alkışlandılar. Bu yürekleri sıcak tuttu. Söylediklerine biz de katıldık. Hem nasıl katılmazsınız ?  Seslendirdikleri türkülere bakar  mısınız lütfen ? : « Yigidim Aslanım »((Bedri Rahmi EYUBOĞLU), « Al Mendil » (Geleneksel, müzik: Erdal ERZİNCAN ), « Karlı Kayın Ormanında » (Nâzım HİKMET), « Esti Seher Yeli » (Karacaoglan, müzik : Erdal ERZİNCAN), « El Qajiye » ( Söz ve müzik : Anonim), « Ey Özgürlük (Zülfü LİVANELİ), « Ciao  Bella ». Bu son parçaya kadar sanatcıları ve salondan onlara katılanları imrenerek dinleyen Fransız yoldaşlar artık kendilerinin de katılabileceği bir türkü duyunca dayanamdılar, onlar da başladılar söylemeye ve toplantı programı böyle sona erdi. 

Bu işin « resmî » tarafıydı. Sonra günlerdir, haftalardır, aylardır, hatta yıllardır birbirini görmemiş « Eski Tüfek » ama hala çalışan cinsinden Baba’lar ile « Yeni Tüfek »ler yanyana  gelince öyle kolay kolay salon terkedelimezdi. Öyle de oldu :  Ve ikili, üçlü, beşli sohbetler bir saat kadar  daha sürdü. Bu arada FKP Villejuif şubesinin genç genel sekreteri, düzenleyicilere, ASFA (Anadolu-Fransız Dayanışma Derneği) yöneticilerine ve emeği geçen herkese tek tek teşekkür etti. Gerçek yoldaşlık örnekleri dayanışma duygularını biraz daha yükseltti. Gençler yaşlıları, yaşlılar gençleri biraz daha iyi tanıma olanağı buldular. Hepimiz « Ulan demek o kadar da yalnız değilmiş ! » sonucuna ulaştık. Moral depoladık : Yarınki kavgalara. Adresler  (email ve diğerleri) verildi, alındı. Yanaklardan öpüşüldü, eller sıkıldı. Kalblerimizde ve akıllarmızda bir parça Nâzım Hikmet herkes evine döndü. Biraz daha mutlu. Yarınlardan biraz daha umutlu. Evet çünkü Nâzım Hikmet 107 yaşında ve ilk aşklarına hala aşık. Şaire de bu yakışır :

           “Yine görüşürüz dostlarım  benim,
                                        yine  görüşürüz.
                                                Beraber  güneşe  güler,
                                                                            beraber  dövüşürüz.” 

1633590cookie-checkFRANSA’DAN… Nâzım’la birkaç saat

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.