“Genel Tekrar” veya “ Sınır Berisi” Operasyon

Eğer birşeyi, bir sorunu, bir sosyal olguyu, vb. adıyla çağırmaz, yalan söylerseniz, bir zaman sonra o yalan sizi rehin alır. Zira, ilk yalanı sürdürmek için her seferinde yeni yalanlar söylemek gerekecektir. İşte Kürt sorununa dair gerçeği söylememek böyle birşeydi. Kürt sorununun seksen yıl sonra hâlâ çözümsüz kalmaya devam etmesinin nedeni budur: adıyla çağırmamak… Bundan seksen yıl önce söylenen yalan, bugün de rejimi ve toplumu rehin almaya devam ediyor ve ne tuhafdır ki, yalan cephesinde ‘yeni birşey yok’. Koçkiri hareketi hariç 1920’li 1930’lu yıllarda üç büyük Kürt ayaklanması oldu [Şeyh Sait, Ağrı, Dersim] isyancılara şaki, isyana de şekâvet dediler [haydut ve haydutluk anlamında]. İşte, doğası gereği etnik-ulusal-politik-kültürel bir sosyal zatiyetin haydut, yol kesen, haydutluk gibi kelimelerle ifade edilmesi, adıyla çağırmamak, yalan söylemekti. İsyancılar eşkiya sayılınca yaşadıkları bölgeye de önce Şark dendi. Daha sonra o bölgenin adı Doğu oldu. Türkiye’nin “planlı ekonomi” dönemi olan 1960 ve 1970’lı yıllarda Kalkınmada Öncelikli Yöreler [KÖY] dendi ve 12 Eylül askeri darbesinden sonra artık Olağanüstü Hâl Bölgesi’ydi… Her halde bir bölgenin olağanüstü hal bölgesi olmadan önce, kalkınmada önceliğe sahip olması gerekiyor… 1980’lere 1990’lara gelindiğinde 1920’lerin, 1930’ların şâkîleri, yol kesenleri de artık terörist olabilirdi…

PKK eylemlerinin arttığı son aylarda sınır ötesi operasyonun gündeme gelmesi, yalanda ısrarın ne demeye geldiğini bir kere daha gösterdi. İnsanlar sorunun kaynağının ‘sınırın ötesinde’ olduğuna inandırılmak istendi ve doğrusu bunda oldukça başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Eğer hâlâ soru sorma yeteneğini kaybetmemiş birileri kalmışsa, ortaya çıkıp yüksek sesle: Eğer sorunun kökü dışardaydıysa, neden daha önceleri sınır ötesi operasyon yapılmadı sorusunu ortaya atması gerekmez miydi. Acaba neden 1920’lerde, 1930’larda sınır ötesi operasyon akla gelmemişti? Tabii bunun ardından ikinci bir sorunun da sorulması gerekirdi: son onbeş-yirmi yılda yapılan yirmi kadar sınır ötesi operasyonun bir işe yaramaması hakkında ne buyrulur? Oysa, Kürt sorunu denilen doğası gereği ve kaçınılmaz olarak ‘dışarıya da taşan’ bir iç sorundur, velhasıl kökü içeridedir Eğer sorunun kaynağı içerideyse, çözümün de içerde, sınırın bu tarafında aranıp-bulunması gerekirdi ve gerekiyor. Elbette öyle bir niyet varsa… O halde son dönemde militarizmin, milliyetçiliğin, şövenizmin tırmandırılması, tam bir terör ve linç atmosferi yaratılması nasıl açıklanacak. Kuzey Irak’a yönelik bir akseri hareketi gündeme getirenlerin ‘asıl amacı’ ne olabilir?

1.İttihatçıların torunlarının ve ‘Neo-Osmanlıların kuruntuları

ABD’nin yeni küresel jeostratejisinin bir parçası olan Büyük Ortadoğu Projesi [BOP] dahilinde Irak’ın çökertilmesi ve bu yıkıntı üzerinde Irak Kürtlerinin özerk bir statü kazanmaları, bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını potansiyel bir olasılık haline getirdi. Böyle bir durumun ortaya çıkması karşısında yönetenler katında iki tutumun ortaya çıktığını tespit etmek mümkün: İttihatçı geleneğin devamı ve devlet aygıtı üzerindeki etkinliği tartışmasız olan militer ve “sivil bürokrasinin” bir kesimi [asıl devlet partisi dediğim güç ve iktidar odağının şahin kanadı]   bu durumdan vazife çıkarmanın mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyor. Hem kendileri için ilerde sorun olacağını düşündükleri muhtemel bir Kürt devletinin kurulmasını engellemek, – mâlûm kırmızı çizigi- hem de Mondros Mütarekesine göre Osmanlı Devleti sınırları dahilindeyken, antlaşma hilafına  o zamanki adıyla Musul Vilayetinin İngilizler tarafından işgal edilip daha sonra Milletler Cemiyetine [Tabii Milletler Cemiyeti demek esas itibariyle İngiltere demekti] bırakılan söz konusu bölgeyi geri alma, böylece zengin petrol bölgelerine kavuşma arzusuyla hareket ediyor. Bir de Eski Osmanlı coğrafyasıyla yeni bir ilişki biçimi geliştirmek isteyen Yeni-Osmanlılar var ki, onlar da duruma göre şiddet kullanarak veya daha yumuşak yöntemlerle [din kardeşliği, vb] Irak Kürtlerini TC hegemonyası altına almak, değilse bir tür nüfûz bölgesi haline getirmek istiyorlar. Fakat, Irak Kürdistanı sadece bu ikisinin ilgi alanına girmiyor. Bir kere İran ve Suriye kaçınılmaz olarak soruna dahil. Elli yıldır Siyonist İsrail de Irak’ın Kürt bölgesiyle ilgileniyor ve Irak’ın kuzeyini yayılmasının önemli bir odağı haline getirmek için yoğun çaba harcıyor. Tabii bu arada Kürtlerin ne istediğini, ne yapmak istediğini soran pek yok gibi… Onlar da tam bir siyasi basiretsizlikle, ABD ve bölgedeki ‘uzantısı’ Siyonist rejim sayesinde özgürlüklerini kazanabileceklerini, bağımsız bir devlet kurabileceklerini sanıyorlar… Tabii bağımsız devletten ve ‘bağımsızlıktan’ ne anlaşıldığı ayrı bir tartışma konusu olmak kaydıyla… ABD söz konusu bölgeyi Büyük Ortadoğu Projesi’nin [BOP] ve küresel hegemonyasının genel karargâhı olarak kullanmakta kararlı görünüyor. Böyle bir tablo söz konusuyken, İttihatçı torunlarının ve Yeni- Osmanlılarının projesinin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değil. Bir NATO üyesi olan Türkiye’deki tepeden tırnağa kompradorlaşmış rejiminin,  NATO’nun patronuyla savaşı göze alması mümkün müdür? Bu, komprodor rejimin kendi temelini dinamitlemesi gibi birşeydir. Siz bakmayın ‘vatan için herşey yapılır’ safsatasına… Böyle bir savaşın sonuçları ne olabilir? Burası bunları tartışmanın yeri değil. Fakat şu kadarını söylemek yeterli: ABD’nin hegemonik stratejisi ve emelleri ve TC’nin niteliği ortadayken, sınır ötesi operasyon söylemi, sınırın ötesine yönelik olmaktan çok sınırın berisine yöneliktir. Dolayısıyla asıl amaç balkondaki seyirciyi oyalamaktır…

2.Genel tekrara devam…

Türkiye’deki yarı-otokratik rejim [ki, kimi demokratik söylem, kurum ve mekanizmaların varlığına rağmen, hâlâ  tuhaf bir otokrasi olmaya devam ediyor] varlığını sürdürmek,  otokrasinin gücünü ve statüsünü takviye etmek, resmi ideolojideki aşınmayı durdurmak, “safları sıklaştırmak” toplumu depolitize etmek, muhtemel demokratik açılımların önünü kesme konusunda, oldum olası köklü bir komplo, provokasyon ve linç atmosferi yaratma  yeteneğine ve geleneğine sahip. Ya da kendi dışında ortaya çıkan bir ‘durumu’ bu amaçlarla kullanmakta son derecede başarılıdır. Ekseri kendi peydahladığı ‘şüpheli’ bir durumu, mesela bir siyasi cinayeti rejimi ve onun resmi ideolojisini takviye amacıyla kullanır. Bununla bazı kesimleri korkutup-sindirirken, başkalarını kendi safhalarına çekmeyi amaçlar. Ya da tamı tamına kendisi tarafından peydahlanmayan, kendi dışında ortaya çıkan  bir ‘olayı’, otokrasiyi takviye için kullanır. Mesala Şeyh Sait Ayaklanması irtica ile ilişkilendirilerek muhalefetin her türlüsüne savaş açılır ve tasfiye edilir. İzmir Suikasti bahane edilerek, muhalif şahsiyetler etkisizleştirilir, Menemen olayı da benzer amaçlarla ‘araçlaştırılmıştır’ ve hâlâ aynı amaç için kullanılmaya devam ediyor.  Türkiye’nin seksen yıllık tarihi, aynı zamanda komplolar, provakasyonlar ve darbeler tarihidir. Son dönemde asıl devlet partisi dediğim güç ve iktidar odağı, dayandığı zeminin kaymakta olduğu korkusuna kapıldı. Güç kazanmak için bir dizi hamle yaptı. “Laiklik tehlikede” bahanesiyle Cumhuriyet Mitingleri düzenlendi. Oysa laiklik diye bir kaygı söz konusu değildi. Asıl amaç tehlikede olan laikliği kurtarmak değil, kendilerini “memleketin sahibi” olarak görenlerin, iktidarını, dokunulmazlıklarını, ayrıcalıklarını, statülerini korumaktı. Kaldı ki, Türkiye’de laiklik bir gerçekliğe tekabül etmekten çok insanları aldatmaya yarayan bir söylemdir, dolayısıyla reel bir karşılığı yoktur. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimini bir siyasi krize dönüştürdüler. Bu iki hamle tam başarılı olamadı, sadece kısmî ve sınırlı bir başarıdan söz edilebilirdi. İşte nasıl tırmandırıldığı şimdilik sır olarak kalacak olan çatışmalar, asker kayıplarının hızla yükselmesi, üçüncü bir hamleyi mümkün hale getirdi. Zira, Cumhuriyet Mitingleri sınırlı bir kitleyi araçlaştırmaya imkân vermişti, dolayısıyla etkisi de sınırlı olmuştu. Cumhurbaşkanlığı kriziyse, kapsanan kitleyi büyütmediği gibi, tam tersine, karşı tarafı büyütmüştü ve bu rahatsız edici bir durumdu. Laikliği koruma kozunun etkisiz kaldığı, Cumhurbaşkanlığı krizinin de ters tepkiye neden olduğu koşullarda, kendini laik sananları, milliyetçileri [ki laikler zaten milliyetçidir] ve neoliberal küreselleşmeye ayak uydurmakta müthiş başarılı mukattesatçıları kapsayıp harekete geçirici bir “şeye” bir “gerekçeye”, ihtiyaç vardı. İşte PKK eylemleri ve asker kayıplarındaki artış, bu üç kesimi birleştirip, sokağa dökmek için bir fırsata dönüştürüldü… Bu amaçla militarizm, milliyetçilik ve şövenizm olabildiğine pompalanarak, bir linç atmosferi yaratıldı. Terörü protesto eylemlerinin kendisi başkaları üzerinde teröre dönüştü. Tabii, bu sokak eylemlerine kendiliğinden ortaya çıkan, spontane halk tepkisi, “milli duyarlılık”, “mili hassasiyet”, vb. denecekti. Oysa bu ülkenin tarihinde kitlelerin kendiliğinden sokağa döküldüğü görülmüş birşey değildir. Her zaman başlatan da durduran da aynı odaktır… Ne zaman nasıl başlatacaklarını, ne zaman durduracaklarını iyi bilirler. En azından bugüne kadar hep öyle oldu. Mesela 6-7 Eylül olayları kendiliğinden sokağa dökülen bir halk tepkisi miydi? Yoksa baştan sona, en ince detaylarına varıncaya kadar üzerinde itina ile çalışılmış devlet tarafından sahneye konan bir senaryo mu? Bir de Teröre karşı tepkinin Türkiye’nin diplomatik alanda elini güçlendirdiği söylendi. Eğer her söylenene inanmak gibi bir alışkanlığınız varsa, ne söylenebilir? Nasıl Cumhuriyet Mitinglerinin laiklikle ilgisi tam bir tevatür idiyse, son sokak gösterilerinin de terörle ilgisi sanıldığı gibi değildi. Elbette bir duyarlılık oluşmuştu ama duyarlılıkla, duyarlılığı araçlaştıranları ayırdetmek kaydıyla… Zira, yapılan ve yapılmak istenen,  “terörün kökünü kazımaktan”  çok, otokrasinin kendini takviye etmesiyle ilgiliydi ve operasyon başarılı oldu. Dolayısıyla, yazının başlığında ifade edildiği gibi, sınır ötesi operasyondan çok söz edilse de, asıl söz konusu olan sınır berisi operasyondu…   

3.Dünyanın en büyük teröristiyle teröre karşı ‘ortak mücadele’ veya “stratejik müttefik” safsatası…

Kiminle çuvala girdiğini bilmek önemsiz değildir. Dünyanın dört bucağındaki tüm şiddet, terör, savaş, katliam, cinayet, velhasıl barbarca eylemlerin ve yıkımların baş aktörü ABD, varlığını teröre, şiddete,  terörün, şiddetin, dolayısıyla istikrarsızlığın ve çatışmaların devamına borçluyken, ABD’nin yardımı ve desteğiyle terörle mücadele etmek de ne demek oluyor? Bir de yerli yersiz ABD’nin Türkiye’nin stratejik müttefiki olduğu söyleniyor. Bu dünyada ABD gibi hegemonik-emperyal bir gücün müttefiki olmaz ama vasali, uydusu, kuklası olabilir. Emperyal gücün müttefiki değil de çıkarları olur. Başka türlüsü mümkün mü? Bu çıkarlar doğrultusunda araçlaştırılıp-kullanılanlara da müttefik, daha da ötede ‘stratejik müttefik’ vb. denmesi, onları aldatmak, gönüllerini almak, gerçek durumlarının ve pozisyonlarının anlaşılmasını, ilişkinin mahiyetinin anlaşılmasını engellemek, içindir. Emperyal güç anlık çıkarları için kimi nasıl kullanacağını bilir ve kullanma ve kullanılma sadece anlık çıkarlarla sınırlıdır. Dostun düşmanın tanımı tek yanlı olarak emperyal güç tarafından yapılır. Çıkarların bir gereği olarak, bugün “dost” dediğine yarın “düşman” der ve dün dost olanın nasıl olup da bugün düşman olduğunu açıklama zahmetine katlanmaz. Türkiye’nin ABD’nin stratejik müttefiki olduğunu söylemek, yüksek düzeyde yalan söyleme yeteneğine sahip olanlara mahsus birşey olabilir… Esasen asgari muhâkeme yeteneğine sahip biri, bunun neden mümkün olmadığını bilir. Bunun için uluslar arası ilişkiler veya diplomasi uzmanı olmaya, ya da Nobel ödüllü bir profesör olmaya gerek yoktur. Oysa, dizi dizi “konunun uzmanları” televizyonlarda söze “Türkiyenin stratejik müttefiki ABD” diye başlıyorlar. Aldatmaya memur edilmişlerin önce kendilerinin aldatılmış olması, işin doğası gereği olduğuna göre…

ABD dışişleri bakanı Condolezza Rice’in verdiği rakamlara göre ABD önümüzdeki on yılda Ortadoğu ülkelerine [Suudi Arabistan, Mısır, Kuveyt, Bahrein, Katar, Oman ve Arap Emirlikleri] 46 milyar dolarlık silah satacak. Tabii dengeyi gözetmek gerekir… Amerikancı Arap devletlerine 46 milyar dolar silah satınca, İsrail’in payına da  30 milyar dolarlık silah düşüyor. ABD birilerine bu ölçüde silah satarsa, başkaları da Rusya’dan, Fransa’dan, Çinden, vb. ihtiyacını karşılayacaktır elbette… Devletlere silah satmak ve her seferinde daha fazlasını satabilmek için, bunların kullanılması, gerekir. Tabii kullanılması için de savaşlar, çatışmalar çıkarmak gerekir… İşte ABD bir taraftan devletleri silahlandırırken, bir yandan da etnik, dini, mezhepsel, vb. farklılıkları kaşıyıp, çatışmaları tırmandırıyor. Bir taraftan bir rejimi ‘istikrarsızlaştırmak’ için kimi grupları silahlandırırken, öte yandan da demokrasinin ve insan haklarının geliştirilmesi için kesenin ağzını açıyor. İran’da ifade özgürlüğünü geliştirmek ve İran halkı için çalışanları desteklemek üzere 75 milyon dolar ödenek ayrılıyor. Dışişleri bakan yardımcısı Nicholas Burns: “ tabii, bu tür paraları doğrudan vermiyoruz, ülke içindeki demokratik grupları desteklemek için, Avrupalı ve Arap örgütlerle birlikte çalışıyoruz” diyor… ABD daha önce Irak’da demokrasiyi, ifade özgürlüğünü ve insan haklarını geliştirmek için hayli para harcamıştı. Aslında harcamalar işe yaradı ve Irak’a nihayet beklenen demokrasi ve insan hakları geldi. İşte rakamlar: 800 bin masum insan öldü [kadın, erkek, çocuk, yaşlı genç], 1 milyon insan yaralandı, 2 milyonu göç etti. Hastaneler ‘propoganda yuvası haline geldi’ denilip bombalandı, kentler yok oldu, onbin yıllık tarihî miras yağmalandı, ortada devlet diye birşey kalmadı ve hergün onlarca insan öldürülüyor… Herşeyin bir bedeli vardır denir, Amerikan marka demokrasinin bedeli de işte böyle… Başkan Bush, TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la basın önünde yaptığı konuşmada: PKK Amerikanın düşmanıdır, Türkiye’nin düşmanıdır, Irak’ın düşmanıdır” dedi. Acaba oradaki gazetecilerden biri akıl edip: Sayın başkan, daha Ağustos ayında PKK’nin kardeş örgütü olan ve İran rejimine karşı mücadele eden PEJAK’ın başkanı Rahman Hacı Ahmedi Washington’da kabul edildi. Bu durumda neden bir örgütün yarısını düşman sayıp diğer yarısını “dost” sayıyorsunuz, bu çelişkiyi nasıl açıklayacaksınız” demiş midir?   Yukarda da kısaca değindiğim gibi, kimin ne olduğu ve nasıl adlandırılacağının kriteri, ABD’nin, tabii onun egemenlerinin, “yüksek çıkarlarıdır”… Üstelik onların çıkarı da Amerikanın ‘ulusal çıkarı’ sayılıyor… Aslında bu heryerde öyledir. Her devlette sömürücü/egemen/ ayrıcalıklı sınıfların çıkarı “ulusal çıkar” sayılır… İnsanlar da “ulusal çıkarlar” adına birbirlerini boğazlar. Bu yüzden ünlü Fransız şair Paul Eluard, haklı olarak: Savaş birbirlerini tanıyan ama öldürmeyenler için, birbirlerini tanımayanların birbirlerini öldürmesidir” demişti. Netice itibariyle efendiler birbirini öldürmez, onları birçok vesileyle ilişki içinde veya bir arada görebilirsiniz. Mesela “barış masasında”  birbirlerine pek iltifatkârdırlar… ABD İran’da bir “rejim değişikliği” yapmaya kararlıyken, bu amaca hizmet eden herkes neden “dost” olmasın? O zaman İncirlik Üssünü Irak’ta katliam yapmak için kullananlar ve muhtemel bir İran saldırısı için de kullanacak olanlar, elbette Türkiye ABD’nin  “dostudur” diyecekler,  daha da ileri gidip “stratejik müttefik” bile diyeceklerdir… Ne demelerini bekliyordunuz…

4.Politik kültüre sinmiş nekrofili ve “mehmetçik” retoriği

Türkiye’de rejim, muhalifi düşman, farklı düşüneni hâin sayar. İhtiyacı olan muhalefeti de kendisi yaratır. İşte “modern Türkiye” böyle birşeydir. Bu kadarı bile “yurttaş” kavramının nasıl içi boş bir kavram olduğunu göstermeye yeter. O halde yurttaş olmak istiyorsan iki şey yapmayacaksın: itiraz etmeyeceksin, “devletliler” gibi, “memleketin sahipleri” gibi düşüneceksin… Kritik anlarda, asıl niyetler ve zihniyet daha kolay deşifre olur. Sekiz askerin PKK tarafından kaçırılması üzerine siyaset erbabının ve medyanın ortaya koyduğu tutum, Mehmetçik söyleminin ne demeye geldiğini gösterdi. Neden Mehmet değil de ‘mehmetçik’ dendiği üzerinde durulması gereken birşey. Belli ki, orada bir tür acıma, küçümseme, önemsizleştirme, dışlama imâsı var. Ayşe değil de “ayşecik” denmesi gibi. Mehmetçik de mütevazı ve yoksul kesimden gelen askerlere yakıştırılmış bir isim. Savaşa giden bir asker için her zaman beş olasılık vardır: ölmek, yaralanmak, esir düşmek, kaybolmak ve sağ sâlim eve dönmek. Belli ki, Türkiye’nin egemenleri için bunlardan muteber olanı ölmek… Diğerlerini muteber saymıyor. Zira şehit söylemi politik-ideolojik ranta imkân veriyor. Şehitler üzerinden rant sağlamak mümkün, oysa esir düşen asker böyle bir ranta imkân vermediği gibi, bir de sorun yaratıyor. Nekrofili, ölü sever anlamında bir kavram ve Türkiye’deki yönetici-politik sınıfın nekrofiliye yatkın olduğunu söylemekte bir sakınca yok. Nitekim Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in kaçırılan askerlerle ilgili demeci söylendiği gibi bireysel bir görüşü yansıtmıyor. Şahin şöyle diyor: Türk silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duymadığımı ifade etmek isterim. Bunun başka türlü ifadesi keşke ölselerdi olabilir ki, bunu söyleyen herhangi biri değil,  adalet bakanı. Bir başka siyasetçi Doğu Perinçek de “keşke tabutlarıyla gelselerdi. Askerler şehit olsalardı, tabutları gelseydi bu manevi zarara uğramazdık. Çünkü bu durum ülkemize zarar vermiştir” diyor… İşte rejimin insana verdiği değer bu kadar. Velhasıl ölümü kutsayan bir zihniyet,  nekrofil bir yönetici –politik elit…

5.Çözüm mümkün

Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin bu bataklıktan çıkması bir “bilinç devrimine”, başka türlü söylersek, bilincin özgürleşmesine bağlı. İnsanların bilinci sömürgeleştirilmeye devam ettikçe, sömürü, baskı, savaşlar, çatışmalar, boğazlaşmalar, şiddet, terör, açlık, sefalet, aşağılanma, onursuzluk, doğa tahribatı, velhasıl insana dair ne kadar kötü şey varsa sürüp gidecek. Fakat bu durumun devamı demek, insanlığın geleceğinin problemli hale gelmesi demektir. Bir durumu aşmanın yolu onu anlamaktan geçiyor. Anlamak için de şeylere, sosyal olgulara sizi ezenlerin, sömürenlerin, dünyanın efendilerinin gözüyle bakmamak, ideolojik köleliği aşmak gerekiyor. Bu dünya’da hiç birşey kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Ne olup-bitiyorsa daima birilerinin “bilinçli eyleminin” sonucu olarak tezahür ediyor. Dünyanın bugünkü sefil tablosu, saçmalık ve anlamsızlık, efendilerin iradesinin eseri. O zaman yapılacak şey karşı-iradeyi ortaya koyabilmekle ilgili. Kapitalizmden, emperyalizmden kurtulmanın yolu bölgedeki büyük çoğunluğu amerikancı, kollektif emperyalizmin oyuncağı, çürümüş tüm rejimlerin yıkılmasından geçiyor. Bölgedeki otokratik, Türkiye gibi yarı-otokratik, teokratik rejimler tasfiye edilmeden bir arpa boyu yol almak mümkün değildir. Bunun için de işe unutulanları hatırlayarak başlamak zorunlu: sermaye, mülkiyet, kapitalizm, emperyalizm, sömürü, sınıf mücadelesi, enternasyonalizm, sosyal eşitlik, kardeşlik… Zira, asıl güç sahibi olan gücünün farkına vardığında, dünya’ya efendilerin gözüyle bakma aymazlığından kurtulduğunda, bilinci özgürleştiğinde, perspektifin ve herşeyin değişmesi mümkün hale gelecektir.

1609030cookie-check“Genel Tekrar” veya “ Sınır Berisi” Operasyon
Önceki haberx
Sonraki haberRus casusu eski İngiliz asker gözaltında
FİKRET BAŞKAYA
Fikir adamı, siyaset bilimci, iktisatçı. 1940, Kızılyer / Denizli doğumlu. Denizli İlkokulu’nu ve İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümlerinde yaptı. Doktora öğrenimini Paris ve Poitiers üniversitelerinde tamamladı (1966-73). Doktora çalışmaları aşamasında ve sonrasında azgelişmişlik, emperyalizm, kapitalizm, Kemalizm üzerine birçok araştırma yaptı. İlerleyen yıllarda Doçent unvanını aldı.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.