Gideon Levy’yi dinlerken

Son yayınlanan bir kitabı vesilesiyle halen Kanada turu yapmakta olan Gideon Levy, geçenlerde Montreal’deki McGill Üniversitesi’nde çok çarpıcı bir konuşma yaptı. Ortadoğu’ya dönük bir Kanada barış derneğinin girişimiyle (CJPME: Canadians For Justice and Peace In The Middle East) düzenlenen bu konuşma, yaklaşık bir saat sürmesine rağmen, iki saati aşan bir soru-cevap çekişmesine sahne oldu. Fuayede satılan kitapları anında tükendiği için, henüz bir nüshasını bulup da okuma fırsatı bulamadım. Ancak Levy’nin konuşmasından ve özellikle de soru-cevap bölümünden aklımda yer eden bazı tespitlerini burada kaydetmek istiyorum. Tabii bu yoğun üç saat boyunca havaya yayılan öfke, istihza, sevgi ve mizah dalgalarını hakkıyla yansıtmama imkân yok. Ama belki böylesi daha iyi.
Gideon Levy, İsrail’in en ciddi gazetelerinden Haaretz’in kıdemli editör ve yazarlarından. Ve yalnız en kıdemli değil, en muhaliflerinden. Galiba da en muhalif olanı. Ama dediğine göre, anasından muhalif doğanlardan değil. Uzunca bir gençlik dönemini, “gözü kapalı” bir ortalama İsrail vatandaşı gibi geçirmiş.

Kısmen “sivil” fonksiyonlarda da olsa, İsrail ordusunda dört yıllık bir hizmeti var. Ayrıca İsrail’in politika dünyasının merkezine yakın bir yerinde de bulunmuşluğu var. Örneğin, İşçi Partisi’nin başkanlığı döneminde Şimon Perez’e danışmanlık yapmış. Levy’yi şimdi bilinen muhalif kimliğine büründüren, okuduklarından çok, İntifada’lardan başlayarak bir gazeteci olarak gördükleri ve yaşadıkları olmuş. Son kitabının adından da (The Punishment of Gaza: Gaza’nın Cezalandırılması) Gaza’da birebir tanık olduğu kıyım ve sefaleti anlattığı düşünülebilir. Oysa 2006 Kasım’ından beri Levy’nin Gaza’ya girmesi çeşitli şekillerde engellenmiş. Bu bakımdan doğrudan tanıklığı, Gaza’nın içinde değil dışında yaşananlarla ilgili olsa gerek. Bunların ise daha az vahim şeyler olmadığını tahmin etmek zor değil.
Levy’nin söze kendi mesleğinden başlaması boşuna değil, çünkü mesleğindeki değişimin İsrail’deki kötü gidişatın açık bir tezahürü ve bir çok yönüyle de kaynağı olduğu inancında. Söyledikleri arasından, işte bir kaç cümle:

İsrail’de basın özgürdür; gazetedeki köşemde istediğimi yazarım; sık sık televizyon programlarına çıkarım, istediğimi anlatırım; ne hükümetten bir baskı gelir, ne de ordudan. Meslekdaşlarımın da aynı durumda olmaması için bir neden yok. Oysa son yıllarda gittikçe yalnızlaştığımı hissediyorum. Eskiden pekçok gazeteci, Filistinlilerle ilgili özel (“exclusive”) haberler yapardı. “Exclusive” haber, tanım gereği belirli bir rekabeti öngörür, bir rekabet sonucu ortaya çıkar. Şimdilerde ise Filistinlilerle ilgili ne soran var ne de yazan. Bu durumda, ben onlar hakkında bir şey yazınca, bir yarış sonucu değil, tamamen kendiliğinden bir “exclusive” haber çıkıyor ortaya. Ve tabii bu haber mutlak bir ilgi boşluğunda kaldığı için, “exclusive” falan da olamıyor. Artık en ciddi gazetelerimizde bile, iki köpeğin zehirlenme haberi manşet olabilirken, onsekiz Filistinlinin öldürülme haberi en arka sayfalarda tek bir küçük sütuna sığabiliyor.

Levy’ye göre, İsrail medyası bugün tarihi sorumluluğunu taşımaktan aciz bir kurum durumunda. Çünkü özgürken, özgürlüğünün gereklerini yerine getiremiyor. Sansür değil, oto-sansür tarafından felç olmuş durumda. Oto-sansüre direnç göstermesi ise, sansüre direnmesinden çok daha zor. Bu haliyle İsrail medyası, kamuoyunda tek-taraflı ve tek-boyutlu bir bilgi akışının kaynağı ve halihazırdaki aparteid rejiminin bir işbirlikçisi konumunda. Bir demokraside bilgi ve enformasyonun böylesine tek bir mecrada tutulabilmesi bir paradoks ve Levy’nin bu paradoksa ilişkin tespitleri, konuşması sırasında belirtmese de, sık sık İsrailli romancı David Grossman’a atfedilen bir gözlemle iyice örtüşüyor: “İsrail’de dininizi değiştirebilirsiniz, hatta belki cinsiyetinizi de değiştirebilirsiniz, ama siyasal görüşünüzü pek değiştiremezsiniz.”

Levy’ye göre İsrail toplumunda çatlak sesler, genellikle sanıldığının aksine, hiç de güçlü ve yaygın değil. Bunun son kanıtı, Mavi Marmara baskınının ardından gelen tepkide gösterdi kendini: bu baskın, hangi ölçüte vurulursa vurulsun, İsrail tarafından uygulanan bir devlet terörüydü. Ama hemen radikal İslamcı teröristlerin girişimine karşı masum bir savunma olarak resmedildi ve bu resim kamuoyunun çok geniş bir kesimi tarafından kabul gördü. İsrail’de bugün solun esamesi okunmuyor, Levi’ye göre. Daha liberal kesimlere hitap eden Meretz gibi parti ve akımlar, gerçek bir sol olmanın çok gerisindeler. Bunlar, sözgelimi Oslo görüşmeleri gibi genel ve kaygan zeminler üzerinde Filistinlilere yönelik bir “açılım”ın taraftarı gibi görünüyorlar ama, yeni yerleşimlerin dondurulması veya tasfiyesi gibi bıçağın kemiğe dayandığı noktalarda çark etmeye yahut kaçak güreşmeye çok yatkınlar. Gerçek sol olmanın sınavı, herşeyden önce, İsrail devletinin kuruluşundaki trajediyi tanımaktan ve 1948’den itibaren Filistinlilere yapılanlarla hesaplaşmaktan geçiyor. Ama solda bunu yapmaya hazır çok az insan görünüyor. Sol çevrelerdeki, bu taviz vermeden ve hiçbir bedel ödemeden barış talep etme eğiliminden ikrah getirmiş olmalı ki Levy, “düz” hatta “aşırı” bir sağı böyle bir “sol”a tercih ettiğini söylemekte hiç tereddüt etmiyor: “hiç değilse söyledikleri yaptıklarına daha yakın,” diyor sağcılar için. Hayli yadırgatıcı ama, Perez’e zamanında danışmanlık yapmış sağduyu sahibi birinin neredeyse Leiberman gibilerini bile eski patronuna yeğler hale gelmesinin ciddi nedenleri olmalı. Bu nedenlerden biri herhalde, Levy’nin İsrail toplumundaki mevcudiyetini her fırsatta vurguladığı ahlâki veya etik körlükle ilgili. Bu körlüğe vicdan ve akıl sahibi insanlarda tanık olmak, kin ve nefretle bilenmiş çevrelerde rastlamaktan daha ağır gelse gerek.

Levy’nin etik körlük dediği şey de, İsrail toplumunun hem kendi değerlerinden, hem de daha vahimi, içinde bulunduğu gerçeklerden kopmuş olmasıyla bağlantılı. Körlüğü yaratan başlıca etken, belki de tüm Ortadoğu topluluklarında kendini az ya da çok hissettiren, fakat Yahudiliğin olağanüstü özel şartlarında farklı ve çok daha şiddetli semptomlar veren bir mağduriyet ve mazlumiyet algısının varlığı. Levi’ye göre, dünyada İsrail kadar mağduriyetini ve mazlumiyetini, kurduğu baskının ve yarattığı şiddetin aracı haline getirmiş bir başka toplum yok. Mazlumiyetinin, haklılığının tek gerekçesi olduğuna körükörüne inanma noktasına gelmiş/getirilmiş bir toplum bu. İşgal ederken de, öldürürken de, yüzde yüz etik davrandığına inanan ve bu davranışlarından değil herhangi bir rahatsızlık duymak, tersine bir tür fazilet çıkaran insanların gitgide daha çok sesini duyurduğu ve ağır bastığı bir toplum. Bu bağlamda, Levy’nin de dikkat çektiği gibi, Golda Meir’in şu sözü pek de o kadar tuhaf sayılmamalı: “Bizi çocuklarını öldürmeye mecbur bıraktıkları için, Filistinlileri asla affetmeyeceğiz.”

Gene aynı bağlamda, Levy, İsrail örneğinin insan ve toplum doğasına ilişkin neredeyse yasa düzeyindeki acı bir gerçeği bir kere daha ve bu sefer en dramatik şekilde doğruladığını belirtmeden geçemiyor: tarihinde büyük bir ayrımcılığa ve kıyıma uğramış bir topluluğun, bütün bu badire ve felaketleri atlattıktan sonra, kendi idaresi veya iradesi altında kalan güçsüzlere karşı, şevkati falan geçtik, ama en azından daha anlayışlı ve hoşgörülü davranması beklenir. Ama hayır: tersine, geçmişinde maruz kaldığı felaketlerin acısını, üstelik hiç ilgileri yokken, âdeta kendi güçsüzlerinden çıkarırcasına üzerilerine gittiğini, onların mutlak bir yoksunluğa sürüklenmelerinden rahatsızlık bile duymadığını, ya da en iyi şartlarda bu durumları karşısında kolaylıkla kör ve sağır kalabildiğini görüyoruz. Ufak bir rüzgar değişikliğinde dahi, güç dengesindeki ufak bir oynamada bile, mazlumun çabucak zalime dönüşüvermesi işten değil!

Bir soru üzerine, Levy’nin İsrail adaleti hakkında söyledikleri de, medya hakkındaki görüşlerinden pek farklı sayılmaz: genelde ülkenin en güven veren kurumlarından biri olan adalet sistemi, kendi içinde hayli verimli ve etkin olabilir—ama sadece İsrail vatandaşlarını, özellikle de Musevi asıllı İsrail vatandaşlarını kollayan bir sistemdir bu; Filistinlilerin talepleri karşısında hemen her zaman sağır bir duvardan farksızdır. Kurulu düzenle işbirliği ve organik bağı, medyanınkinden de barizdir.

Levy’nin eleştirileri aslında, genel olarak İsrail demokrasisinin bütününü kapsamakta. Söylediklerine bakılırsa, kendisinin işaret ettiği bir benzerlik değil ama, âdeta köle ile meteklerine kapalı olan ve sadece kendi yurttaşlarına çalışan Antik Yunan sitelerindeki emsallerini andırıyor İsrail demokrasisi. Bazı muhalifler tarafından sık sık yapılmasına karşın belki böyle bir benzetme anlamlı değil; üstelik bu benzetmenin Antik Yunan’a mı, yoksa İsrail’e mi haksızlık olduğu tartışılır. Ama her halükârda, temelleri sağlam olmayan ve Levy’ye göre özellikle de son bir buçuk yıldır uçurumun eşiğinde duran bir demokrasi İsrail’deki. Bizzat İsrail vatandaşlarının dahi hak ve hukukunun güvende olmadığı, sivil toplum örgütlerinin dolaylı fakat etkin baskılarla susmaya zorlandığı, sözümona kuvvetler ayrılığının işlemez hale geldiği bir demokrasi.

Tabiatıyla, Levy’nin İsrail’in varolma hakkını savunmakta diğer İsraillilerden aşağı kalır yanı yok. Ancak ona göre varolma hakkının savunulması, İsrail’in kuruluşundan beri inatla izlenegelen sömürgeci politikalardan vazgeçilmesi ve 67 hudutlarına çekilinmesiyle mümkündür. Tabii aslında bu da yetmez, çünkü sorun daha da gerilere, İsrail devletinin kuruluş sürecine kadar uzanmaktadır: herşeyden önce görmek gerekir ki, İsrail devleti bir büyük günahın, bir derin adaletsizliğin üzerinde yükselmektedir. Bu adaletsizliğin temelde giderilmesi mümkün değil, ama Filistinlilere yapılan kötülüklerin hiç değilse bir kısmı, en azından maddi kısmı, telafi edilmeye çalışılabilir; verilen zararlar tazmin edilebilir: bu yönde gösterilecek arzu ve irade, yapılacakların kendisi kadar değerlidir bir bakıma.

Levy’ye göre elzem olan, İsraillilerle Filistinlilerin arasındaki pazarlık ve müzakereleri simetrik bir alış-veriş ilişkisi olarak algılamaktan kaçınmaktır. Onun verdiği örnekle ifade edersek: arabasını çaldığınız kişiye, arabasını iade etmek için koşullar öne süremezsiniz. Burada “bir taviz sana bir taviz bana” pazarlığı sökmez. Hiçbir risk almadan yahut riskleri baştan sıfıra indirdikten sonra yola koyulma hevesi beyhudedir. Onyılların sürüklediği bugünkü çıkmazda öncelikli husus, siyasal bir çözüm elde etmek değil, Filistin topraklarındaki işgali bitirmek ve Filistinli göçmen sorununu çözmektir. Siyasi çözüm bunların arkasından gelir.

Bu uğurda Filistin halkının önemli bir kısmını temsil eden Hamas da, radikal söyleminin yıkıcılığına bakılmaksızın muhatap alınmalı ve müzakere masasına oturması için yollar aranmalıdır—ve tabii ilk adımı atmasını Hamas’tan beklemeksizin. Kaldı ki, çığrından çıkmış şimdiki ortamda, elinde rehin bulunan bir İsrailli askerin iadesi için kendisiyle yapılan pazarlıklar nedeniyle, halihazırda zaten muhatap alınmaktadır Hamas. Levy, haklı olarak şunu sormadan edemiyor: rehin bir askerin akıbeti için Hamas’la pazarlık yapmak pekâlâ meşru görülürken, iki halkın geleceğini müzakere etmek nasıl olur da meşru sayılmaz? Çok gürültü koparmasına rağmen, bu soru aslında Levy ve benzeri “müzmin” muhaliflerin dışında düzenin bekçilerinin de kafasını kurcalamıyor değil. Örneğin Mossad’ın eski şeflerinden Ephrahim Halevy’nin Hamas’la bir sürü konuda konuşulmasına taraftar olduğu biliniyor.

Şurası aşikâr ki Hamas’ı FKÖ ile birlikte tanımak, aralarındaki uyuşmazlığın giderilmesini teşvik ederek ayakları üzerinde durabilen bir Filistin devletinin kurulmasına destek vermek, bütün bunlar İsrail’in barış içinde yaşayabilen normalleşmiş bir ülke haline gelmesinin, hatta uzun vadede bizzat varlığını sürdürebilmesinin asgari şartlarındandır. Oysa, Levy’nin bıkkınlıkla vurguladığı gibi, İsrail’in niyeti başından bozuktur; onun için de, her türlü şartın asgarisini bile yok sayarak hareket etmeye devam etmekte, Filistinliler arasındaki bölünmeden miyopça medet umarak yarar sağlamaya çalışmakta, dalga dalga yayılan Yahudi yerleşimcileri etkin şekilde durdurmaya dahi yanaşmamakta, bazen ters yöndeki beyanlarına rağmen, işlerlikli bir Filistin devletinin kurulmasını engellemek için her türlü hile ve manevraya başvurmaktan geri durmamaktadır.

Levy’ye göre, İsrail’i bu yoldan döndürecek irade, artık kendi içinde mevcut değildir. Belki de hiç olmadı, ama bugün gelinen noktada, İsrail’i doğru istikamete yöneltecek asıl güç, dış dinamiklerdir. Bu dış dinamikler, sonuçları önceden kestirilmesi zor bir takım jeopolitik ve sosyolojik süreçlerdir elbette; ancak bu dinamikler arasında kudretli siyasal özneler de vardır ve bunlar, İsrail’in düşmanlarından çok dostlarıdır: yani, başta Yahudi diyasporası ve türlü lobileri olmak üzere, Batı ülkeleri ve tabii özellikle ABD… Ama ne yazık ki bu kudretli dostlar, İsrail hükümetlerinin politikalarını koşulsuz desteklemekle, bu ülkeye aslında kötülük yapmaktadırlar: gene Levy’nin mecazıyla ifade edersek, uyuşturucu bağımlısı bir hastayı istemediği ancak onu kurtarabilecek acil bir tedaviye yönlendirmek yerine, ona istediği uyuşturucudan daha fazlasını vererek sadece çok geçici olarak rahatlamasını yeğleyen ve genellikle de kendi rahatları için, gerisini pek düşünmeyen dostlardır bunlar.

Peki, bu kadar baltalama ve yokuşa sürme sonunda bir Filistin devleti kurulmazsa ne olur? Olacağı herhalde şudur: Ürdün nehri ile deniz arasında kalan coğrafyada, yurttaşlık talepleri ve insan haklarına dönük yeni bir mücadele başlar. Halen milliyetçi ve ayrılıkçı bir eksen üzerinde yürüyen Filistin mücadelesi, bu yeni mücadelenin zeminine kayar. İdeal şartlarda böyle bir sürecin mantıki sonucu, teokratik bir Yahudi devleti yerine, olabildiğince laikleşmiş yeni bir devlet çatısı altında, Filistin ve Yahudi halklarının birlikte ve barış içinde yaşadığı çok farklı bir ülkedir. Levy için önemli olan, kendisinin de üyesi olduğu Yahudi halkının istediği coğrafyada onurlu ve güvenli bir hayat sürebilmesidir; bu hayatı eğer adı ve dini Yahudi olan bir devlet yerine laik bir federatif devlet sağlayabilirse, ne âlâ. Ama heyhat! Böyle bir olasılığı ciddiye alacak insan sayısının her iki tarafta da çok düşük olduğu malûm. Şu halde tam bir açmazla karşı karşıya bulunulduğu ortada: iki-devletli çözüm, gerçekleştirilebilirliği gittikçe azalan ve belki de artık mazide kalan bir ihtimâle dönüşürken, tek-devletli çüzüm ise halen bir ütopya kadar uzaklarda görünmektedir. Levy’nin karamsarlığını en deriden besleyen bu açmazdır kuşkusuz.

Bugünkü şartlarda “İsrailli olmaktan utanıyorum” demekten kendini alamayan Levy, Musevi yurttaşlarının taciz ve hışmına uğramaya belli ki çok alışık. Diğer taraftan, davalarına yakın bir ilgi, sempati ve bağlılık beslemesine rağmen, Filistinlilerden her zaman benzer bir karşılık gelemeyeceğinin de bilincinde. Nitekim, acılı bir Filistinli göçmen kadının, konuşmasına anlamlı bir soru veya cevap teşkil edemeyecek kadar öfkeli ve odaksız bir tiradını, soğukkanlılık, sabır ve anlayışla göğüslemekte hiç zorlanmıyor Levy.

Ancak Levy’nin genelde Filistinlilerle—özellikle de işgal bölgesindeki Filistinlilerle—sıcak ilişkiler kurduğu, dostluklar edindiği muhakkak. Levy’nin bir gazeteci olarak kendine biçtiği başlıca misyonu, İsraillilerin bilmediği, bilmelerinin istenmediği ve çoğunlukla da bilmek istemedikleri gerçekleri onlara anlatmak ve böylece, günü geldiğinde, “biz bilmiyorduk” deme mazeretine sığınmalarının önüne geçmek. Ama Levy’nin ayrı bir sohbette söylediklerinden anlaşılan o ki, İsrailliler dinlemeye ne kadar isteksizse, Filistinliler de anlatmaya o kadar istekli. Çünkü Levy’ye anlattıklarını o da gidip İsraillilere anlatırsa, İsraillilerin dinleyeceğini ve ona göre de değişeceğine hâlâ inanabiliyorlar—hiç değilse Filistinlilerin bazıları. “Maalesef karşılığı pek az olan, ne kadar da hoş fakat boş bir inanç!” diyor Levy. “Ne kadar naifçe!” Onu en çok hüzünlendiren de bu herhalde.

Konuşmasının bitiminde, Levy ile kısa bir ayaküstü sohbetim oldu. Şaşırarak gördüm ki, Türkiye ile de Türkiye’deki meslekdaşlarıyla da fazla bir bağlantısı yok. Son olarak üç yıl kadar önce Bursa’ya gitmiş. Türkiye’ye tekrar gitmesinin herhalde sırasıdır. Davet geldiği takdirde, memnuniyetle gideceğini söyledi.
Levy’yi Türkiye’de dinleyecek kitlenin ezici bir çoğunlukla Filistin taraftarı olacağı kesin. Anlatacakları, bu kitlenin kulağına tatlı bir şarkı gibi gelebilir. Hoş, anlatacaklarından bağımsız olarak, tabular ve önyargılar karşısındaki duruş tarzının kimi insanı rahatsız etmesi de beklenebilir. Aynı duruş tarzını Türkiye’de arayanlara kötü bir örnek olacağı için, kuşkusuz.

Ancak Levy’nin gerçek performansı, öncelikle Yahudi hemşerilerilerinden gelen saldırılara karşı koyduğu anlarda ortaya çıkıyor. Böyle anlara Türkiye’de tanık olunabileceğini sanmıyorum. Çünkü bir kere, Türkiye’deki Musevi asıllı vatandaşlarımızın Levy’ye itibar edecekleri şüpheli. Ayrıca konuşmasını dinlemeye gelseler bile, eleştiri oklarını kınlarından çıkarma ihtimalleri hayli düşük. Bunda, fikirlerini genellikle kendilerine saklama alışkanlığı kadar, dünyadaki diğer Yahudi cemaatlerine oranla fikren de zaten daha gerçekçi, daha ılımlı ve seküler olmalarının bir rolü vardır herhalde.

Lâkin Levy’nin gözlemlerinin Musevi vatandaşlarımız açısından önemli sonuçlar taşıdığını kestirmek güç değil. Bu gözlemlerden, bir zamanlar Ortadoğu’nun iki yıldızından biri olan ve en parlağı sayılan İsrail demokrasisinin ciddi biçimde inişe geçtiğini ve sönmeye yüz tuttuğunu anlıyoruz. Tabiatıyla bu bizi diğer yıldız olan Türk demokrasisiyle bir kıyaslamaya götürüyor. Bu konuda ister istemez birkaç çok genel yargıda bulunmamız gerekirse, belki şunu söylememiz mümkün: Türkiye, Kürt ve diğer azınlık problemlerine rağmen, İsrail’inki kadar ağır bir kambura sahip değil. Sık sık bölünmüşlüğünden bahsedilse de, bu bölünmüşlük Aparteid boyutlarına ulaşmıyor. Ayrıca, karşı karşıya bulunduğu dış tehditler çok daha sınırlı. Üstelik, daha uzun bir demokrasi mücadelesi geçmişi var. Teorik olarak, böyle bir ülkenin, İsrail’den daha ileri bir demokrasiye sahip olması gerekir. Oysa gerçeğin öyle olmadığını biliyoruz. Askeri vesayetin kaldırılması yönünde son yıllarda atılan önemli adımlara rağmen, Türkiye’de yapılanların ülkeyi İsrail’de halen geçerliliğini koruyan belirli demokratik standartların seviyesine yükseltmekten uzak kaldığı görülüyor. Gene de, Türkiye ve İsrail demokrasileri arasındaki farkın giderek kapandığı ve bir bakıma, birincisinin yükselen ikicisinin ise alçalan yıldızlar olduğu söylenebilir.

Görünürdeki ilerleyişini sürdürmesine karşın, Türk demokrasisinin Musevi vatandaşları dahil azınlık cemaatlerine hâlâ yeterice güven veremediği anlaşılıyor. Nitekim, Türkiye-İsrail gerginliğinin de ilave etkisiyle, son zamanlarda artan sayıda Türkiye Musevisinin ülkeden göçmek için yollar aradığını, hazırlıklar yaptığını duyuyoruz. Eğer bu eğilim yaygınlaşırsa, rüştünü ispatlamaya çalışan Türk demokrasisi üzerine koyu bir gölge düşecektir.

Ama bu gelişmenin Türkiye Musevilerinin hayrına olacağı da şüpheli. Çoğu, kısmen başka çareleri olmadığından, kısmen de gönüllerinde yatan hicret diyarı olduğu için, İsrail’e gidecektir. Fakat İsrail’e hicret etmeyi arzulayan yalnız onlar değil. Dünyanın her köşesinden türlü Yahudi toplulukları bu ülkeye göç etmeye devam ediyor. Ülkeyi artan oranda terkedenler de bulunmasına rağmen, onların yerini fazlasıyla dolduran bu toplulukların büyük kısmı, Türkiye’deki dindaşlarından çok farklı görgü ve geleneklere sahip. Genellikle de daha dindar ve fanatikler. İsrail’deki demokratik kültürün aşınmasında, bu gurupların sayısının artmasının rolü az değil. Geçenlerde eski başkan Bill Clinton, İsrail’e göç eden Rusya Yahudilerinin barış sürecine engel oluşturduğunu beyan etme gafletinde bulunduğu zaman topa tutuldu ama, bu tespitinde herhalde yabana atılmayacak bir gerçek payı var. Bu durumda, Türkiye’den İsrail’e göçen vatandaşlarımızın, o ülkenin siyasal ve kültürel sürecinde dengeleyici ve olumlu bir etki yaratması beklenebilir. Türkiyeli Musevilerin İsrail’e iyi geleceği belli de, İsrail’in onlara nasıl geleceği, işte o çok belirsiz.

Gideon Levy’nin eleştirel söylemi, diğer dindaşları gibi Türkiyeli Musevilere de pek sert, haşin ve yıkıcı gelebilir. Ama bazı yargılarını ve çözüm önerilerini benimsemekte zorlansalar dahi, Levy’nin sesine kulak vermeleri, onları düşledikleri ülkede yaşayabilecekleri türlü hayal kırıklıklarına karşı bir nebze olsun koruyabilir.

____________________

*Bu yazı, Birikim dergisinin Kasım 2010 sayısında yayınlanmıştır.

641080cookie-checkGideon Levy’yi dinlerken
Önceki haberBayram-laşma
Sonraki haberİsviçre’de 5 bin Türk İslam eseri depoda
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.