Güldünya’ya mektup

Ülkemizde yıllardır erkek egemen sistemin her türlü baskı ve işkencelerine maruz kalan kadınlar bu yolla, toplumsal “özne” olmaktan çıkarılarak mevcut bozukluklar temelinde “nesne”leştirilme sürecine sokulmuşlardır. Dolayısıyla mevcut süreci bu gerçeklik üzerinden okumak, yaşanan sorunların kaynağı ve Türkiye’deki kadınların mevcut durumu/sorunları hakkında epey ipucu elde edebiliriz. Buradan hareketle ülkemizdeki kadın gerçekliğini ve yaşanan sömürüyü iki farklı mecrada ele almak isterim. İlk olarak kapitalist sömürü temelinde şekillenen ve ekranlardaki varlığını “popüler kültür” kavramıyla meşrulaştıran zihniyetin, kendi egemenlik alanında gerçekleştirdiği popüler sömürü mantığına ilişkin pejoratif bir perspektif çizmek istiyorum. Çünkü burada sadece töre cinayetlerine kurban edilen kadın(lar)a değinirsek, ekranlarda tüm hızıyla devam eden sömürü/şiddet kültüründen muzdarip olan kadınları ve onlar şahsında gerçekleşen sömürüyü gözden kaçırmış olacağız.


Nitekim, söz konusu bu yeni egemenlik alanı, sorunların çözüm alanı olmak yerine mevcut sorunlar üzerinden ekonomik rant elde edilen ve sömürü mantığıyla hareket edilerek bu yolla çeşitli paradigmaların üretildiği kapitalist bir piyasa halini almıştır. Bu piyasanın hâkimiyetini elinde bulunduran medya, yaşanan süreci en etkili argümanı olan TV aracılığıyla kendi lehine çevirmekte ve ne pahasına olursa olsun buradan karlı bir biçimde çıkmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla bu amaca ulaşmak adına her şeyin mübah sayıldığı (Makyavelci mantık) bir sistemde ahlaki değerlerden, insani referanslardan ve sosyal sorumluluktan söz etmek, elbette ki safdillik olur.  Ekran dünyasının sınırları bağlamında oluşturulan bu çerçeve başta da belirttiğim gibi elbette ki kelimenin tam/doğru anlamıyla işin “görünen kısmı”dır. Dolayısıyla burada ilkinden farklı olarak, gerçekleştiği mekanlar bağlamında açıkça görülmeyen başka bir sömürüyle karşı karşıyayız.


Töre, namus, maçoluk ve erkek kıskançlığı gibi feodal ve ataerkil argümanlarla biçimlenen/biçimsizleşen egemenlik alanı, benim tarafımdan çözümlendiği kadarıyla Türkiye’deki kadın gerçekliğini evrensel olandan ayrı kılmaktadır. İşte Güldünya Tören’nin katledilmesini bana göre bu çerçevede ele alıp değerlendirmek gerekir. Aile bireyleri tarafından ve yine “ailenin namusu”nu temizlemek için bir hastane odasında kurşunlanarak öldürülen Güldünya’nın trajedisi, bir anlamda kadın gerçekliğini evrensel olandan ayırıp “bize özgü” kılmakta bir yandan da namus cinayetlerinin bir nebzede olsa görünür kılınmasında önemli rol oynamıştır.


Zira bizler, bir cep telefonu mesajıyla bile alevlenen erkek kıskançlığının 37 bıçak darbesiyle genç bir kızın hayatına mal olabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Aynı ülkede kocası tarafından sokak ortasında 56 yerinden bıçaklanan kadına devletin “erkek polisleri” seyirci kalabiliyor. TV ekranlarından Hollywood filmi edasıyla yaşanan vahşeti izleyenler acaba “erkeklik”leriyle övünüyorlar mıdır bilinmez ama kadına yönelik bu bakış açısı ve şiddet zihniyeti değiştirilmedikçe, nice Güldünya’lar defnedeceğiz. Nitekim 2002’de Elazığ’da, yeni boşanmış olan kız kardeşlerini öldüren iki kardeşin ifadesi, mevcut durumu açıkça gözler önüne seriyor: “ Çünkü eve geç gelmişti bizde namusumuzu temizledik. Pişman değiliz”. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte sürecin doğru algılanması noktasında burada çarpıcı olanlara yer vermeyi uygun görüyorum. Son bir örnek sanırım yeterli olacaktır:13 yaşında olmasına rağmen evli bir kadın olan Selda 28 Aralık 1996 günü Urfa’da bir kadın akrabasıyla sinemaya giderken kocası onu sinemadan sürükleyerek çıkarıyor ve fahişe olmakla suçladığı karısının boğazını kalabalık bir meydanda bıçakla kesiyor. Adam sadece birkaç yıl hapis yatıp çıkıyor.


Gelinen noktada böylesi bir ilkelliğin ve feodal zihniyetin mağduru olan kadınlar son kertede, erkeğin her türlü içgüdüsel ve hayvani dürtülerine kurban edilmektedir. Bu noktada başta medya olmak üzere tüm çevrelerin duyarlı olması gerekirken, herkesin adeta “erkek” tarafına geçtiğini ve oradan geliştirdikleri kimi retoriklerle(söylemlerle) mevcut süreçte erkeğe destek çıktıklarını görmekteyiz. Şöyle ki; genç sevgilisini sokak ortasında delik deşik eden bir erkeği “çılgın aşık bunalım geçirdi” şeklinde masum ifadelerle nitelendiren medya,  koca baskısından/şiddetinden kurtulmak için son çare olarak çocuğunun boğazına bıçak dayayan bir kadını ise “canavar anne veya katil ruhlu/şeytan kadın” şeklinde duyurmaktadır o çok duyarlı (?) seyircilerine.


Nitekim aynı medya, seyircilerin birçoğunun bu görüntülere bizzat yaşadıkları deneyimlerden dolayı yabancı olmadıklarını bildiği için ve daha çok malzeme/haber çıkacağını düşündüğü için görüntüleri defalarca ekrana getirmekten de kaçınmıyor yada utanmıyor. Gerçi bu tür haber ve görüntülerin maalesef çok daha fazla seyredildiği gerçeği dururken ve en önemlisi de böyle ilkel bir mantıkla hareket eden bir “erkek güruhu” toplumda sayıca fazla iken medyanın utanmasına gerek yoktur. Kaldı ki, başta etik değerlerin yozlaşması olmak üzere, manipülasyonlarla insanların kandırılmasına ve şiddet çığırtkanlığı yaparak kapitalist ve ataerkil sömürüye psikolojik cepheden destek sağlayan medya ve onun etkili argümanları olan gazeteler ve TV programları (özellikle kadın programları) maalesef “utanma” duygusuna sahip değillerdir.


Evde, okulda, işyerinde ve daha birçok yerde hâkim unsur olarak kadını ezen ve onu dar kalıplar içinde yaşamaya mahkûm bırakan bu ataerkil/kapitalist zihniyet, diğer taraftan da “sözde çözüm” çabalarıyla ekranlardaki varlığını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Sözde çözüm çabalarıyla kadınları ekranlara çıkarıp yüzlerini siyah maskelerle kapatanlar – tanınmamaları veya utanıp sıkılmamaları için olsa gerek(!) –  aynı başarıyı, yaşanan sorunları gizlemede gösterebilecek midir? Bununla birlikte son yıllarda kapitalist kar uğruna bazı kadınların kadınlık kavramının çok ötesinde bir konuma oturtularak (ticari bir meta) bu yolla büyük paraların kazanılması ülkemizdeki kadın olgusuna yönelik farklı bir perspektif oluşturmaktadır. Küreselleşmenin ideolojik aygıtları olan TV dizilerinde ve yarışma programlarında “arzu edilen” kadın modeli sunulmakta ve sunulanların kadın tarafından içselleştirilmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda “Kim şık-kim rüküş” söylemiyle kadının dönüşümüne ve daha çok tüket(il)mesine uygun zemin hazırlanmaktadır. Kadın tamda bu noktada geleneksel üretici -anne veya eş- konumundan uzaklaştırılarak tüketici konumuna getir(t)ilmiştir. Peki, daha birkaç hafta önce kocası tarafından kürtaja zorlanan ve doktor hatası sonucu ölen kadının durumuna ne demeli? 1–2 milyar için, Hipokrat yeminini hiçe sayarak bir kadını öldüren ve bunu büyük bir aymazlıkla itiraf eden doktorun kendini savunma çabaları, bizlere meşru savunma çizgisindeki program yapımcılarını hatırlatmaktadır.


Bütün bu olumsuzluklara ilaveten bir yandan “kadınlık” tanımı daraltılırken diğer taraftan da kadının rolü, hapsedildiği çerçevede sadece soy sürdürmeyle sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı esirgemiyceksin”  gibi ilkel/feodal atasözleriyle hareket eden bireylerin olduğu bir ülkede post-modernist çabalar da elbette ki boşa gidecektir.Sonuç olarak kadına yönelik iki farklı mecrada çözümlemeye çalıştığım şiddet ve ataerkil/kapitalist sömürüyü Güldünya cephesinde sonlandırmak anlamlı olacaktır. Yaşanan cinayeti/vahşeti, eğitimsizlik veya cehalet gibi basit/masum ifadelerle geçiştirmek elbette ki, samimiyetsizlik ve duyarsızlığın birer göstergesidir. Hele ki “elalem ne der” veya “namusumu temizlemek zorundayım” şeklindeki ifadelerden güç alarak kadın katili olan erkek, hapishaneye girdiği ilk gün salt “namusunu temizledi” diye oradaki erkekler tarafından başköşeye oturtulmaktadır.


Kumalık sistemi, berdel sistemi (kıza karşılık kız alma/verme)  ve töre cinayetleri başta olmak üzere kadını ezen her türlü sömürü sistemine ve şiddet kültürüne Güldünya cinayetiyle birlikte kamuoyunda oluşan toplumsal bir uzlaşı kültürüyle karşı çıkmak gerekir. En önemlisi de mevcut sorunları olağan gören hakim toplumsal görüşleri ve retorikleri ortadan kaldırarak, duyarlı ve sağlıklı bir duruşun sergilenmesidir. Son olarak, tecavüzcüsüyle evlenmek zorunda bırakılan bir kadın gerçekliği ortada dururken, namus adına töre cinayetlerine kurban edilen yüzlerce kadın katili büyük bir aymazlıkla aramızda dolaşırken “insanım” diyen herkesin şu sözleri içselleştirerek haykırması gerekir:


Tüm şiddetiyle her alanda varlığını sürdüren bu kapitalist sömürü zihniyeti ve erkek egemenlikli sistem aşılmadan, kadın asla özgürleşemez.  Bugün kadının bizzat bedeni üzerinde gerçekleşen sömürünün ve işkencenin çözüm parametreleri her anlamda demokratik bir toplum, adil gelir dağılımı ve kadın-erkek eşitliği temelinde biçimlenen yeni bir demokratik yaşam alanı ile mümkündür. Bu alanda cinsiyet ayrımına gitmeden, fetişist bir ataerkil algılamaya yer vermeden ve en önemlisi de kadınları birer namus abidesi veya namus bekçisi olarak görmeden hareket edilmelidir. Kadının kimliğini örseleyen ve egemen erkek kültürünün birer baskı argümanı olan maçoluk ve kıskançlık gibi ilkel davranışlara ve bu yöndeki her türlü tahakküme son verilmelidir.


NOT: Bu yazı Uluslar arası af örgütünün düzenlediği “Güldünyaya mektup yarışması”na gönderilmiştir.


__________________
*Araş.Gör. [email protected],   http://denizozyakisir.sitemynet.com/

687120cookie-checkGüldünya’ya mektup

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.