Herşey sende gizli…

HERŞEY SENDE GİZLİ…

Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif.
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…

Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü.
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin.

Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün.
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak
bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin

bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…

CAN YÜCEL…

Can Yücelin bu sözleri üzerine ne söylenebilir ki… Söylenmez elbet ama ben bugün hayatı yazmak istedim ve başlamak için duygularımı harekete geçirecek bir ipucu aradım; bu şiir söylemek istediklerimin özetiydi… Oysa ben özetle yetinmek istemiyorum, açmak istiyorum hayatı…

Şu günlerde en çok değerini yitirdiğimiz, hunharcasına harcadığımız, planlamadığımız, özen göstermediğimiz, değişime kapılıp koy verdiğimiz, gidişatını kontrol edemediğimiz, param parça olmuş, bin parçaya bölünmüş, zamanın hızı karşısında soluk soluğa kalmış, yorgun düşmüş, hastalanmış hayatımızı…

En değerli şeyimiz olduğunun bilincini yitirdiğimiz… Onun dışında her şeyin peşinde koştuğumuz, onu düşünmekten, onu güzelleştirmekten başka her şeyin derdine düştüğümüz; boğulmalarımız, bunalmalarımız, kaybolup gitmelerimiz süresince varlığını hep unuttuğumuz…

Hayatın, ‘onu ne kadar fark ettiğimizle ilgili bir şey’ olduğunu, Can babanın şiirinde olduğu gibi, birilerinin bize sürekli olarak hatırlatması gerekiyor nedense…

Oysa bunu unutmamak hayatın kendisi kadar önemli; çünkü farkında olarak yaşadığımız anlar ancak ‘hayatımız’ olabiliyor…

Hayat kavgası dediğimiz şeyin içinde aslında ‘hayatımız’ yok bile… Yaşamak, hayatta kalmak denilen şey, kendi hayatımızı yaşamaktan çok dışarıda devam eden hayata tanıklık etme pozisyonumuzu korumaktan başka bir şey olmuyor gerçekte…

Sorumluluklarımız, İş, güç,
Geçinme derdi,
hayat kavgası,
bunlar gerçek şeyler belki
ama hayatımızın kendisi değil…

Onun bunun dediğine kafa yorma
Onu bunu alt etmeye çalışma
Toplum, patron, anne, baba, eş, çocuklar
Tüm bu ilişkiler çemberinde yaşamaya çalışma
Bunlar hayatın gerçekleri belki
ama inanın yaşamın kendisi değil…

Ne demiş can baba “Her şey sende gizli”

Sen yaşadığının farkında olmazsan, hayatı esas olarak kendi hayatın olarak algılamazsan, uzaklaşırsan ondan, yabancılaşırsan ona, yaptığın her şeyi kendin istediğin için değil öyle olması gerektiği için yaparsan, hep bir görev, bir ödev duygusuyla yaşarsan, hayat senin hayatın olmaktan çıkar, verilen bir hayat ödevini başarıyla yapmaktan öteye gitmez böyle bir yaşam…

İyi notla geçebilirsin belki…

Ama yaşadım diyebileceğin bir hayatın olmaz
Hayatından vazgeçmek pahasına yaptığın başarılı bir ödevin olur ancak…

“Kanatların çırpındığı kadar hafif.
Kalbinin attığı kadar canlısın” demiş Can baba,

Kaçımız kanatlarımızın olduğunun farkındayız peki…
Kaçımız hayallerimizin peşinden koşacak kadar özgür hissediyoruz kendimizi…
Kaçımız İçimizde atan bir kalp olduğunu gerçekten duyumsuyoruz…
Kaçımız kulak verebiliyoruz içimizdeki sese
Yüreğinin götürdüğü yere kadar gidebilecek kaç kişiyiz söylesenize…

İçindeki arzuları, tutkuları, özlemleri bastırmadan yaşayan;
Attığı her adımda ‘toplum ne der’ baskısını duymayan
Kendini seven, dolaysıyla arkadaşlarını da sevebilen ve sevilen
Kendisine inandığı için insanlara, arkadaşlarına da inanan
Hayatı kendi biçtiği kalıba göre, üzerine oturtabildiği şekilde giyinen
Ve bundan hiç pişmanlık duymayan kaç kişiyiz söylesenize…

“Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.”

Can baba böyle diyor da, biz sevgiden ve inançtan bu kadar uzaklaşmışken bu nasıl olacak peki? Hayatı bu kadar gerimizde bırakmışken farkında olmayarak, hayatla aramıza giren bu mesafe söyler misiniz nasıl kapanacak?

Ne kendimizi ne başkalarını sevebiliyoruz; sevgisiziz, inançsızız, bir boşlukta yalpalıyoruz…

Her gün beraber olduğumuz, her gün yanından geçtiğimiz insanları görmüyoruz, görür gibi yapıyoruz, duyumsamıyoruz gerçekten…

Eşimizin, dostumuzun, ailemizin, sevgilimizin, çocuklarımızın gün geçtikçe gölge gibi yaşadığımız bir hayatın gölge varlıkları olmalarına izin veriyoruz, göz yumuyoruz… Bencilliğimiz, duygu körlüğümüz , tembelliğimiz yüzünden yapıyoruz bunu…

Muhabbeti kesmişiz çoktan, konuşmuyoruz, sohbet etmiyoruz… Zamanla birbirimize söyleyecek bir şeyimiz de kalmıyor zaten; uzaklaşıyoruz birbirimizden, gönül bağımızı kaybediyoruz, yabancılaşıyoruz…

İşimiz gücümüz çok ya, meşgulüz ya, hep bir yerlerde bir şeylerin peşindeyiz ya,
Hep bir programımız var ya…

Bilgisayar başındayız, çetteyiz, netteyiz, msn’de, telefonda, televizyon karşısında, uyuşmuş bir halde, ipnoz haldeyiz…

Hayatta mıyız peki, yaşıyor muyuz?
Bir bitkiden farkımız var mı bu durumda?

Hiçbir şeye inanmıyoruz, kimselere güvenmiyoruz, sıkı sevmiyor, sıkı bağlar kurmuyoruz, çok çabuk sıkılıyoruz…

Her şey çar çabuk oluyor, çok çabuk başlıyor çok çabuk bitiyor; çok çabuk karar veriyoruz, çok çabuk değiştiriyoruz;

Huzursuzuz…
Mutsuzuz…
Depresyondayız…

İlişkiler, yakınlıklar, dostluklar, arkadaşlıklar sabun köpüğü gibi, üflüyorsun sönüyor, püflüyorsun yok oluyor: çıkara, konuma, pozisyona, iş durumuna, çevreye, sahip olunan mevki ve statüye göre çabucak değişebilen, kılıktan kılığa giren; bir yükselen bir inen, güç ve zenginlikle terfi edebilen, düştüğünüzde yerlerde sürünen; ‘düşenin dostu olmaz’ ata sözünün en iyi örneğini yaşayarak öğrenebileceğimiz bir dönemde yaşıyoruz…

Düşmekten ödümüz kopuyor bu yüzden… Paraya güce tapıyoruz, başka bir şeye değer vermiyoruz…

Sonuç: Sevecek, inanacak, güvenecek insan bulamıyoruz…
Zemin kaygan, tehlikeli, önümüzü, geleceğimizi göremiyoruz…

Sonuç: Koyu, dipsiz, derin, bir yalnızlık…
Ümitsiz, sahipsiz, kimsesiz
Köksüz bir bitki gibi
Hayata tutunmakta güçlük çekiyoruz…

“Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin

bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…”

İşin özü de bu belki de… “Sevildiğin kadar sevilirsin”

Oysa sevgiye hiç zaman ayırmayan, sevilmeye hiç yatırım yapmayan
bir kuşağız biz…

Buna karşın hayatın anlamı sevgiden geçiyor… Hayat bulmak, mutlu olmak için mutlaka sevmek gerekiyor…

Günümüz kuşağı hayatı tatmıyor, adeta yiyor; pervasızca, hesapsızca doyumsuzca tüketiyor ama yaşamıyor; yaşadığından bir şey anlamıyor…

‘Hayat benim hayatım istediğim gibi yaşarım’ demekte hiç zorlanmamasına karşın, iş hayatı ilmik ilmik dokumaya; başarıyı, sevgiyi, mutluluğu, güç ve para yerine emek, alın teri, paylaşım ve dayanışmayla büyüyen değerler olarak görmeye gelince, bunu başaramadığından sınıfta kalıyor hayat okulunda…

Sevdiğimiz, severek ve sevilerek yaşayabileceğimiz bir hayatımızın olması bu değerlerden geçiyor bunu bilmiyor bu kuşak…

Umarım bir gün hep birlikte, toplum olarak, dünya olarak yeniden ulaşabiliriz bu değerlere… Hayatla olan bağımızı, kendi hayatlarımızı yeniden kurabiliriz sevgiden geçirerek yolumuzu…

1080330cookie-checkHerşey sende gizli…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.