Çifte sürükleyici

Türkiye 2000 başından itibaren IMF’nin baskısı ve denetimi altındadır. Öte yandan Avrupa Birliği üyeliği de Türkiye üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır. IMF uluslararası bir örgüt görüntüsünde, AB ise doğal olarak kendi çıkarı peşinde koşan bir ekonomik-siyasal yapılanma olduğu halde, her iki cepheden de Türkiye’ye yapılan dayatmalar arasında bir fark yoktur. Bir ekonomik ve siyasal birlik olan AB’nin dayatmalarının kendi ekonomik çıkarı doğrultusunda olması çok doğaldır. O zaman, IMF’nin dayatmaları nasıl yorumlanmalıdır!

Bu yazıda kısaca tartışacağım bu konu, küreselleşme akımında doğal görülmelidir. Küreselleşme; merkezî bir güce ulaşmış olan sermayenin tüm yerküreyi hakimiyeti altına alması ise (ki, öyledir!), bu sürecin çevreye dayatılmasında her aracın kullanılması son derece doğaldır. Süreci ve sürecin işleyişindeki doğallığı biraz açabilmek için, önce küreselleşmenin tanımının yapılması ve kullandığı ideolojik aygıtların sergilenmesi kaçınılmazdır.

İleri ülkelerde sermayenin, yaptığı birikimler sonucunda, zamanla olgunlaşarak üretim sürecinden emeği dışlaması, ulus-devlet sınırlarını zorlamaktadır. Zira, sermaye-yoğun üretim teknikleri ile gerçekleştirilen hızlı üretimin ulus-devlet sınırlarında sürdürülmesi de, ürünlerin pazarlanması da güç olduğundan, merkez ekonomilerin hem yeni üretim merkezleri, hem de tüketim pazarları bulabilmek için çevre ülkeleri ekonomik işgal altına alması gerekmektedir. Bu işgal, günümüz koşullarında ekonomik süreçlerle yapıldığı için fark edilememektedir.

İşte, IMF ile AB’nin birleştiği çizgi burasıdır. Küreselleşmenin çevre ekonomilere yaptığı dayatmanın tek koşulu, ekonomilerin kapitalist piyasalara açılması ve tüm ulusal politika ve hedeflerin uygulamadan ve siyasal karar mekanizmalarından çıkarılmasıdır. Devletin ekonomiden çekilmesinin ve özelleştirmelerin mantığı da burada yatmaktadır. Merkez ekonomilerdeki güçlü sermaye uluslararası piyasalarda güçlenmiş olduğundan, çevre ekonomilere kendi kuralları ile yayılmak istemektedir. O nedenle, çevre ekonomilerde hiçbir ulusal politikayı ve hiçbir rekabetçi firmayı istememektedir. Tüm çevresel konumlu ekonomilerin, merkezden gelecek olan reel yatırımcı ya da spekülâtif sermayeye açık ve hizmetkâr olması talep edilmekte ve ekonomiler öylece şekillendirilmeye çalışılmaktadır.

Bu çizgi doğrultusunda IMF dayatmalarına baktığımızda, şu genel kuralların geçerli olduğunu açıkça görmekteyiz: Ekonomik kararlarda, bölgesel dengesizlikler ya da gelir dağılımı vb gibi ulusal hedefler terk edilecek; tüm ekonomi bütün alanlarıyla denetimsiz olarak dış rekabete açılacak; kamu kesimi küçültülerek, hem tasarruf edilen kaynaklarla varolan borç ödemesine çalışılacak, hem de ekonomide serbest bırakılan kaynaklar dış ve iç yatırımcı ya da spekülâtif sermayenin hizmetine sunulacak; hızlı özelleştirme yapılarak, borçların ödenmesi geciktirilmeyeceği gibi, kurulu maddî sermaye birikimi iç ve dış sermayeye devredilecek ve sermayeye karşı kamu gücü rekabetçi olamayacak.

MAI (Çok Uluslu Yatırım Anlaşması) ve GATS ( Hizmet Ticareti Anlaşması) çerçevesinde ülkelere dayatılan kuralların özü bunlardır. Tüm bu hükümler de, bilindiği gibi, Vaşington Uzlaşması (Washington Consensus) ile karar altına alınmıştır. Ağır borçlu konumda olduğumuzdan bu önerilerin bir bölümü borç ödeme gerekliliği olarak, bir bölümü de ekonominin modernize edilmesi gereği olarak halkımıza yutturulmaktadır. Oysa, Türkiye, elleri kolları bağlanarak, iç ve özellikle de dış sermaye gruplarına yok pahasına satılmakta, hatta devredilmekte, geri kalan bölümü itibariyle de, reel yatırımcı ve spekülâtif sermayeye köleliğe dönüştürülmektedir.

Ekonominin revize edilmesine ve modernleştirilmesine kesinlikle gereksinim vardır. Ama bu yapılanlar ekonomiyi güçlendirerek, ayağa kaldırmaya ve borçların kapatılmasına yönelik olmayıp, tam tersine, cılız bir bünye üzerinde tüm ulusu köleleştirmeye yöneliktir. 

AB’nin hedeflerine ve çıkarlarına gelecek olursak, aynı saptamaları onun için de yapabiliriz. AB Türkiye’de ne gerçek anlamda demokrasi istemektedir, ne de Türkiye’nin sosyal bir toplum olmasını arzulamaktadır. AB’nin Türkiye üzerindeki emelleri, bir yandan kendi ekonomisini güçlendirecek kaynakları kendisine bağlamak ve çekmek, diğer yandan da ABD ile mücadelesinde Türkiye’yi kendi tarafında tutmaktır.

Türkiye, IMF dayatmalarını yerine getirdikçe, AB için de uygun yatırım ve spekülâtif işlem pazarı haline gelmektedir. O nedenle, AB Türkiye’nin IMF kurallarına uymasını istemektedir. Zira, AB de Türkiye’yi reel yatırım ve spekülâtif işlem alanı olarak görmekte, Türkiye ekonomisinin ve siyasetinin böylece “ehlileştirilmesini” talep etmektedir.

Oysa, özelleştirmeler yapıldıkça, devlet küçüldükçe, ekonomi haşin dış rekabete denetimsiz olarak açıldıkça işsizlik artmakta ve sosyal sorunlar büyümektedir. Türkiye’de halkın giderek büyük bölümü yoksulluk sınırı altına itilerek, eğitim ve sağlık hizmetlerinden mahrum kalırken, nedense, demokrasi ve insan hakları sözcüklerini dilinden düşürmeyen AB’nin hiç sesi çıkmamaktadır. Türkiye’de kurumlar çökerken de demokrasi ve insan hakları aşığı AB’nin yine hiç sesi soluğu çıkmamaktadır. Niçin çıksın ki, halkın yoksullaşması, bazı ekonomik kaynakların serbest bırakılması demek ise, AB niçin bu konuyu bir demokrasi sorunu yapsın ki! Ama kanser veya AIDS hastalığı ile ilgili bir ilâcı, ilgili ilâç firması “patent hakkı” (ne tür bir hak ise!) saçmalığı altında “insan hakkı”nı ihlâl edercesine fahiş fiyatla satarken, bunun karşısına aynı bileşimli ilâcı yapan bir firma çıktığında, bu firma demokrasi adına kapattırılmaktadır. Kapitalizmin demokrasi anlayışı, insansal değil, sermayeseldir. O nedenle, insan ile ilgili bir kavram ve olgu olan demokrasi kapitalizmle yan yana bulunamaz.

Türkiye IMF ve AB ikilisi tarafından sürüklenmektedir. Siyasal kadro ise, Türkiye’yi dış sermaye çıkarı doğrultusunda sürüklediği derecede dış destek alabileceğini bildiği ve gördüğü için, siyasal yaşam süresini olabildiğince uzatabilmek için ülkeyi sürüklemeyi ve halkı yoksullaştırmayı mûbah görmektedir.

Sorun ne IMF’de, ne AB’de, hatta ne de bu meşum sürüklenişte başat rol oynayan siyasal erktedir. Bu kader, söz konusu kurumlar ya da ajanlar tarafından çizilmemektedir; tüm kurumlar ve ajanlar büyük organizasyonun manyetik etki ve denetimindedir. O büyük organizasyon ise, insan doğasına ve toplu yaşam kurallarına aykırı olan “kapitalizm”dir. Hedefin şaştığı, salt ajanlara ve uygulayıcı maşalara saldırıldığı durumda, kapitalist-emperyalist ahtapot kazançlı çıkar ve vantuzlarını daha bir güçle toplumların ve bireylerin can damarlarına uzatır.

__________

* Prof. Dr.

1594210cookie-checkÇifte sürükleyici

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.