Deniz Kandiyoti, Londra’daki toplumun en kıdemli ve kariyerli akademisyenleri arasında… Pek çok bilimsel makale ve kitapta imzası olan Kandiyoti halen Londra’da yaşıyor ve Türkiye üzerine yazılar yazmayı sürdürüyor.
Deniz Kandiyoti’nin çalışmalarını anlatmak için sayfalar yetmez. Benim en çok dikkatimi çekeni 2002-4 arasında Afganistan’da “Devletsiz bir toplumun işleyişini” araştırmak için yaptığı saha çalışması. Kandiyoti’ye Afganistan’daki araştırmalarını sorduğumda yanıtı şöyleydi:
“Afganistan çok geleneksel bir ülke olarak gösteriliyor. Aslında öyle değil. 25 yıldır tamamen savrulmuş, tamamen diasporik bir toplum. Harp üstüne harp yaşamış. SSCB’nin işgaliyle karışıklık başlıyor. Afganistan’ı tanımak dünyanın yaşadığı terör sorunlarını anlamak için de çok önemli. Dünyadaki bütün oluşumların nüvesi orada başlar. Afganistan’da 1979’da ne olduğunu bilmeyenler bugün Irak’ta Suriye’de ne olduğunu anlayamazlar. Çünkü orada SSCB’ye karşı savaşmak üzere çok önemli bir yatırım yapıldı. SSCB çekildikten sonra bu grupların kendi arasında savaş başladı. Korkunç bir iç savaş sonrasında Pakistan ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Taliban sivrildi. Sonrasında Taliban’ın El Kaide’ye yataklık ettiğini biliyoruz. 9/11 olayları oldu. ABD geri dönerek orada harp çıkarttı ama orada yetişenler Türkiye’de dahil her yerde artık…”
IŞİD’i ABD ve Suudi Arabistan petro-dolarları yarattı. ABD’nin, gün gelip kendisine yönelen bu projedeki günahını halının altına süpürmesi çok zor. 9/11 mağdurları Suudi Arabistan’ın terör desteğinin araştırılması için Obama yönetimine baskı yapmıştı. Suudi Arabistan da, bu iddiaları içeren yasa tasarısının Kongre’den geçmesi halinde “ABD’deki 750 milyar dolarlık fonlarımızı satarız” diyerek ekonomik tehditte bulunmuştu. Tasarı, Kongre’den geçmiş olmasına karşın Obama’nın veto tehditiyle rafa kalkmış, Suudi’lerin şantajı tutmuştu.
Suudi Arabistan’ı daha iyi anlamak için Prof. Dr. Fikret Başkaya’nın “Tayyip Erdoğan ve AKP’nin Suudi Aşkı” başlıklı köşe yazısını özetle aktarıyorum: “Suudi Arabistan, Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland ile birlikte bir ortaçağ devletidir. Adını da kral Suud’tan alır. Suudi Krallığı, I. Dünya Savaşı sonrasında, 1932 yılında İngiliz parası ve silahıyla kuruldu. 14 Şubat 1945’de Süveyş Kanalı’nda demirlemiş ABD savaş gemisi USS Quincy de, Başkan Franklin Roosevelt’le, İbn-i Suud adıyla maruf Kral Abdülaziz ibn-i Suud arasında bir ‘stratejik ittifak’ imzalandı. Anlaşmaya göre petrolün yönetimi Amerikalılara bırakılacak, karşılığında da ABD Suudi Krallığının askeri korumasını, hamiliğini üstlenecekti. O anlaşma bugün de geçerli olmaya devam ediyor…”
Şimdi dünya, 2 Ekim’de İstanbul’da Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürüldüğü tahmin edilen Suudi gazeteci, Washington Post gazetesi yazarı Cemal Kaşıkçı ve Suudi yönetimine odaklandı. ABD ve Avrupa ülkelerinin en büyük silah müşterisi Suudi Krallığı’nı küstürmemeye özen gösteren açıklamaları dikkat çekici. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump, “Haberim yok! Suudi Arabistan yetkilileriyle bir görüşmeliyim” derken, İngiltere Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, Kaşıkçı’nın durumuyla ilgili görüştüğü Suudi mevkidaşına, Türkiye’nin yürüttüğü soruşturmada tam iş birliği yapmaları çağrısında bulunmuş. Bundan daha yumuşak ve göstermelik tepki olabilir mi?
Tony Blair’in başbakanlık döneminde 2006’da İngiltere’de BAE Systems adlı silah şirketinin, Suudi Arabistan ile bağlanacak milyarlık ihale için 60 milyon sterlinlik rüşvet fonu kurmasıyla ortaya çıkan tartışmalar, bu fondan bazı aktrislere de Suudi prenslerle arkadaşlık etmeleri karşılığında para ödendiği iddiası ulusal basına yansıyınca, savcılık da dava açmıştı. Sonuç ne oldu biliyor musunuz? Blair hükümetinin emri ile “ulusal çıkarlara aykırı olduğu” savıyla “hukuk devleti”ndeki bu dava kapatıldı.
Suudi Krallığı muhalif bir gazeteciyi konsoloslukta katletmişse, gücünü ve varlığını işte ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalist bloktan almasındandır. Dostlar, son söz olarak “Suudi halkı 45 derece sıcaklıkta güneşi bekliyor” diyebiliriz.