Bu sabah İstanbul’da kar
bir gelinin güpür dantellli gelinliğinin kuyruğundan süzülür gibi
örtüyor boğazın her iki yakasını…
hem saf bir teslimiyet
hem birazdan halaya katılacak bir acelecilik…
Bahçedeki erken açan gül ağacının
karın ağırlığınca bükülmüş dalı incecik..
Bir kaç asılmayla hafifleyecek gibi değil erken tomurcuklanan ağaçlar…
Sanki hiç silinmeyecekmiş gibi pencerenin arkasındaki
o devasa beyazlık …
Hem çocuksu bir ışık, hem çok şımarık bir yalnızlık…
Acaba bu şehrin en gerçek olduğu saatler mi bunlar?
Sabahın alacasında bu şaşkın kar mahmurluğu…
Biraz sonra şehir uyanır
Arabaların tekerinden kaldırıma sıkışan kar süprüntülerini üfürür rüzgar
Biraz küfürlü biraz alaycı kalabalıklarla ateşlenir hava
Duvar kenarları itinayla tutunarak yürümeye yarar…
Bu sabah İstanbul;
Gökyüzünde tek bir bulut bile yok.
Sessizliğin saltanatı hakim sokaklarda
Kimbilir kimler hangi anıları biriktiriyor şu an dört duvarlarında…
Biten başlayan kaçıncı fasıl bu yaşanan…
Kimler yıkayacak ruhunu bakalım kiraz mevsimine kadar…
Çiçeklenmeden önce bu son çıkış…
Kimler ısıtacak kalbini perdelerin arkasında
Kimler huzur bulacak kimlerin kuytusunda…
Kimler huysuzluğa soyunacak yalnızlığında…
Kimler esas adamı kimler esas kadını bekleyecek sadakatle…
Ve kimler akıntılı denizinde kaybolacak ikliminin?..
Kanlıca iskelesinde hafif hafif salınan küçük teknelerin önünde
tek başına eski bir bank var
Oturduğun yerden Emirgan’ı selamlıyorsun..
Bu noktadan boğazın o upuzun ipince kıvrıla kıvrıla süzülüşü,
o boydan boya lekesiz, o bulutsuz bembeyaz gökyüzünün kıpırtısız duruşu,
rüzgarda üşümüş martıların hüznünü biriktiriyor sanki…
(Kanlıca Bizans döneminde, Glaros (Martı) olarak bilinirmiş)
Başını çevirince Sinan’ın o güzelim ‘Gazi İskender Paşa Camii’si
karla bezenmiş gümüşi heybetiyle onurlandırıyor iskeleyi…
Yine böyle bir havada bir gün döner umuduyla uğurladığın geminin,
o karlı İstanbul fotoğrafının içine çekilivermesi an meselesi…
Her iskele kimbilir kimin için bambaşka bir serüven …
Belki o yüzden hep genç İstanbul
belki o yüzden yaş almıyor hiç…
Bazen anlamsız bir gülümsemeyle
bazen nedensiz bir öfkeyle
kucağında buluveriyorsun kendini…
Hem her şey çok belirsiz,
hem her şey çok tanıdık bildik.
İstanbul tezatların sihirli müzesi…
İçinden paha biçilmez bir aşk da çıkabilir
koca bir aldanılmışlık da…
İki kulaçta geçecekmişsin gibi öyle yakın ki Emirgan iskelesi..
Kanlıca’dan ayrılmamak için çok direnmiş de yapamamış sanki..
iki sevdalıyı birbirinden ayıran
kıpırtısız bir lavanta tarlası gibi uzanıyor şu an deniz.
Romantik değil hayır öyle bir şey değil
Dopdolu bir hatıra defteri İstanbul…
Neyi sayıp döksen bağrına basıyor.
Bu benzersiz bir yağlıboya resmin
damarlarına usul usul nakşedilişi…
Ruhunu tedavi edemediğin bir hasta sanki
bütün köhne zevksizliğine rağmen
yine de öpüp başına koyduğun bir nimet..
yine de yaşamaya çırpınan nadide bir balık…
yine de çok kederli bir kadın boynu gibi eğik…
Bitmeyen bir cümle…
Yarım kalan büyük bir aşk İstanbul…
Karmaşık biraz
ama bütün huysuzluğuna rağmen
yaşamayı göze alıyorsun…
Kuytusunda dertlendiğin, neşelendiğin
her duyguyu aynı anda yaşayıp öğrendiğin,
güvendiğin ama tam olarak değil,
kızdığın ama bırakıp gidemediğin,
çok incelikli ama bir o kadar gamsız,
kibirli ama o kadar da derin
anıların anların kaprisli şehri…
O yakadan bu yakaya savuran koca bir hayal kırığı…
Yine güneş açıp yaşamayı hatırlatan o tatlı mimozalar adası…
Günlerin yenilgilerle ve devasa umutlarla çarpıştığı…
Yüreğini tam ortadan ikiye bölen bir hançer yarası İstanbul…
Seni büyüten seni sürükleyen seni küstüren
bir gönül rızası…
Tuhaf bir acıyı sevme şaşkınlığı İstanbul…
Bugün kar…
İstanbul’un üzerini örten
yumuşak bir huzur yorganı…
Sanki zihnini bulandırıp bırakmamış gibi yarı yolda…
Sanki kaçırdığın bir vapur gibi hiç sızlanmamışsın arkasından…
Bu şehir yarım kalan şeyler gibi
bir yanda hiç bitmesin dediğin
aynı anda bırakıp gitmeye yeltendiğin…
İki yakası bir araya gelemeyen tiril beyaz ibrişimli gömlek…
Ne tamamen ayrı, ne bütünüyle birleşik…
hem her an kucaklamaya hazır
hem alelacele göndermeye…
Dağınık bir yatak gibi huzursuz
ama bir o kadar sıcak ve davetkar…
Birkaç güne kalmadan çekilir İstanbul’un üzerinden kar…
Çıkarız o siyah beyaz yağlıboya tablodan…
Su sıçratan arabaların peşinde
öfkeleniriz yine ve yine…
yine de…
Seviyorum bu şehri..
İstanbul terkedemediğim parçalarım gibi
kendini kendimde sınıyor…
Bazen çıkmaz bir sokakta,
bazen zorlu bir yokuşta,
kahvenin duvarına yaslı ağacın altında içtiğim sigarada,
dumanda, külde, bulutta, tren raylarında,
meydanlarda, kaldırımlar boyunca…
bazen haddinden fazla yalnızlık bastırdığında…
bazen hıncahınç insan yorgunluğunda…
Düşünceli dalgınlığımın sokak taşlarındaki yansımasında…
Hiç bir sözün teselli edemediği mendilsiz uğurlamalarda…
Bazen iflah olmaz umarsızlığımda…
Bazen de çekilmez patavatsızlığımda…
Dönüp dolaşıp soluğu burada aldıran kendimle buluşmalarımda…
Bir hapishane avlusu gibi Kanlıca meydanında attığım voltalarda…
En son söyleyeceğimi ilk söyleten lodos sarhoşluğunda…
seviyorum yine de…
İstanbul yüzündeki çizgileri birbirine karışmış,
her çizgide derin binlerce teselli barındıran,
eli öpülesi pek muhterem öğretmenim gibi…
vakur bir edayla ağırlıyor beni her defasında…
Büyülüyor aklımı bu şehrin
darmadağın olmaya hazır cesareti…
daha kimlere kulaç attıracağına,
daha kaç arabanın, kaç binanın, kaç yolun,
daha nelerin delip deşeceğini bilmeksizin
elin kolun bağlı, burnu düşse yerden almayan mağrur bekleyişini,
yine de göğsüne yaslanan huzurlu baştan ümidini kesmeyen
sabırlı sessizliğini…
daha da kaç kez kızıp daha da kaç kez hürmetle seveceğimi…
bilmiyorum.
Bilmiyorum bu şehir mi dengesiz
Yoksa ben mi bu şehrin dengiyim bilmiyorum.
Bir pazar bir klise bir cami avlusunda
her şey bitip yeniden başlıyor…
her dilde her dinde her duada…
şahsi meselem;
her şeye rağmen seviyorum bu şehri…
ne olmazsa olmasın
içinde sen varsın…
“Bilmiyorum bu şehir mi dengesiz
Yoksa ben mi bu şehrin dengiyim bilmiyorum.”
Sen o şehrin dengisin.
Helal olsun kardeşim.
Sedat SARICI