Kadın gönlüyle şaka olmaz!

Suphi’ye kızmamak elde mi?
Yoksul hayatında, şans eseri, başına bir kez talih kuşu konmuşken, İstanbul’un Tahtakalesi’nde dekâkinden bir eşrafın içgüveysi miçgüveysi, iyi kötü dâmadı olup malı üzerine oturmuşken, sen kalk, Ürani diye bir Rum fahişeye baltayı as, sonra da zamparalıkta sıfırı tüket; olacak şey miydi sanki!
Çapkın dediğin karda yürüyüp izini belli etmeyen becerikli adamdır! Nabizâde Nâzım’ın roman kahramanı Suphi her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmak bir yana kalsın, zamanından önce elden ayaktan düşer gibi, gündüz yorganı satıp gece âyazda sabahlayanlar arasına karıştı.
Ama bütün bunlara Zehra adındaki hanımı kıskançlığına doyamayıp intikam almaya kalkışınca sebep olacaktır.
Ne demişler, kadının intikamı erkeğinkine benzemez!
Erkek bu kadar alengirili intikam planlayamaz da ondan…
Kadın acımasızdır derler, vesselam…

Tarihimizin Osmanlı’ya ait Tanzimat Dönemi’ni anlamanın en iyi yolu, bana kalırsa, o zamanın romanlarına el atmaktan geçiyor. Hangisine el atarsanız o romanda Batılılaşma ve moderniteye yüzünü dönmüş, fakat dinî, örf ve adetlere, kültüre ait değerlerin muhafazakâr baskısı altındaki ahlakın çöküşünü yaşayan bir toplum, o toplumun insanlarını okursunuz.
Bu anlamıyla Tanzimat romanı ciddiye alınmalıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1969’da kitaplaştırdığı, gazete ve dergi makalelerinden oluşan edebiyat yazılarının birinde Tanzimat’tan söz ederken şunları söyler:
¨Modern Türk Edebiyatı bir uygarlık kriziyle başlar. Bu edebiyatın, bir uygarlık değişmesinin sonucu olarak doğduğunu gözönünde tutmak gerekir. 1826’da Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla başlayan ve 1839’da Tanzimat Fermanı’yla devlet kurumlarının ve toplum yapısının yavaş yavaş Avrupalılaşmasına varan ve sırasıyla 1876’da Birinci Meşrutiyet, 1908’de İkinci Meşrutiyet devirlerini kapsayan bu uygarlık krizi, 1923’te Cumhuriyet ilanı, Ankara’nın başkent oluşu, Atatürk devrimleri gibi kesin görünümlü aşamalarla Türk toplumunun bugünkü durumuna kadar gelir.”
[A.Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, 2007, İstanbul, 8.Baskı, s.102.]

***

Tanzimat yazarları denilince akla gelen isimler arasında Nabizâde Nâzım, iki önemli eseriyle hatırlanır: Birisi Karabibik adlı uzun hikâyesinin yer aldığı kitabıdır, diğeri de Zehra başlıklı romandır.
Karabibik’i uzun hikâye, kısa roman gibi sınıflandıranlar çoğunluktadır, ayrıca bu eserin Türk Edebiyatında ilk köy romanı olmasına dikkat çekilir.
Servet-i Fünûn dergisi çevriminde bulunan yazarlar arasındaki Nabizâde’nin Fransız romantizmine göz kırpan şiirleri, birkaç hikâyesi, anı ve gezi kitapları, dergi yazıları ve nihayet Aynalar üzerine yazılmış bir fizik kitabı da bulunur; zira 1862’de İstanbul’un Nişantaşı’nda doğmuş yazarımız askerî fen eğitimi almış, topçu ve istihkâm subayı olarak Osmanlı Ordusu’nda görev yapmıştır, bilime olan yatkınlığı da buradan gelir.
Tanzimatın insanı ve toplumu ele alan romanları arasında Nabizâde’nin adını andığımız bu iki eseri üzerine gelişi güzel birçok yazı yayımlanmışsa da Nurettin Öztürk’ün bir makalesinde okuduğumuz gibi ¨Nabizade’nin Zehra adlı romanı, Karabibik’e oranla daha çok ilgiye ve incelemeye konu olmuştur.¨
[Doç.Dr.Nurettin Öztürk, Tanzimat Edebiyatı Bibliyografyası, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 4 /1-II Winter 2009]
Zehra’ya verilen önem, her şeyden evvel onun bir kent romanı olması, ahlakî çöküş üzerine İstanbul cemiyetinin duyduğu rahatsızlığa işaret etmesi, ayrıca yazarın mesajlarını açık seçik, âdeta ahlak dersi verircesine okura sunmasındandır; bir de Zehra adının başlıkta merak uyandırması, kitabı okur gözünde çekici kılmaktadır.
Tanzimat Edebiyatına yakınlık duymaksızın bu klasik esere yaklaşmak, günümüz okuru için her şeye karşılık zor görünüyor; Nabizâde Nâzım’ın Zehra adlı romanını da bu gözle okumak gerekiyor.
Günümüz okurunun tercihi ¨Sen gittin ben iki kişi oldum!¨, ¨Yastığımda aşk gölgeleri¨, ¨Sensiz aşk üç harftir¨ veya ¨Sen aşkımdın, bense taşkındım¨ gibi, muhayyel başlıklarını verdiğim, kitaplara yöneliktir.
Böylesi kitle kültürüyle yoğurulmuş sıradan okura eski, klasik eserlerimizi baştan sona okutup dokutmak kolay iş değildir, zira eski dilde yazılı bu eserlerin günümüz Türkçesiyle uyarlanışı da başlı başına bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Zehra romanını bu açıdan dikkatle okumaya çalıştığım zaman, Türkçeleştirme işinin ehlî olduğunu düşündüğüm edebiyatçı Muhsin Korkmaz‘ın ciddi hatalar yaptığına üzülerek tanık oldum; Paraf Yayınları‘nın Grup Edebiyat adını künyede almış düzelti ekibi ise nay nay lom vaziyetteydi…
Paraf’ın, kitap eleştirilerimde sık sık adı anılan, değerli yayın yönetmeni Burak Fazıl Çubuk‘un, Zehra okuması boyunca sık sık kulakları çınlamış, tarafımdan çınlatılmış olsa gerekir; biraz daha dikkat lütfen.
Zehra’yı ilk kez sözlükçü ve edebiyat adamı Mustafa Nihat Özön‘ün 1954 yılında adamakıllı Türkçeleştirerek okura sunduğunu, Remzi Kitabevi‘nin bu eseri 1954’de bastığını biliyoruz. Bu baskıdan hemen sonra, Hikmet Dizdaroğlu’nun ¨Yeniden Yayımlanması Vesilesiyle: ‘Zehra Üzerine’¨, başlıklı bir yazısı Türk Dili dergisinde yer almıştı. Bu makale ciddi bir yazı olarak Zehra okuması yapacaklara tavsiye edilir.
Bir ruh küflenmesi olan kıskançlık üzerine Zehra’nın dikkate değer hâlini, kıskançlığı ve kindarlığını anlamaya çalışıp meraka düştüğümüzden, Zehra romanı adına yazılmış bir dolu akademik yazıyı romanın peşi sıra okumak gerekli olmuştu.
Meraklı okura bu makalelerin bir bibliyografyasını da ekte vermekteyiz.

***

¨Hayatın bekârlık devrinden şehvet devrine, diğer bir deyişle, meleklikten insanlığa geçmiş,¨ [NN, s.13] bulunan Suphi’nin, yanında muhasebeci olarak çalıştığı İstanbul’un Asmaaltı’ndaki toptancı esnafından, namuslu bir adam diye nâm salmış tüccar Şevket Bey’in kızına acımasıyla başlayan Zehra romanı, buraya gelmezden evvel, o dönemin İstanbul hayranı tüm edebiyatçıları gibi yazarına uzun uzun bir Boğaziçi tasviri yaptırır. Romanın mevzusuyla ne alakası var dedirten bu girişlere, Tanzimat romanlarında sıkça rast geliriz. Bunlar bir bakıma, opera ve balenin, yahut büyük senfonilerin başında yer alan açılış parçası gibi, uvertür benzeri görülmelidir, bunlar aynı zamanda yazarın kalem kırıklığını alır, okura güzel sanatlardaki ustalığını göstermek çabasını ortaya kor, burasını sıkılmadan atlatan okur on, on beş sayfa sonra olayla karşılaşacaktır; sıkılmaması rica olunur!
Suphi’nin zengin kızı Zehra’ya acıması, onun daha çocukken affolunan, fakat genç kızlığında inatla sürdürdüğü aşırı kıskançlığına yöneliktir.
¨Genç adam, kadınların ahlakını araştırarak ünlü olmuş bazı edebiyat üstadlarının yazılarından öğrendiği bilgiye dayanarak, henüz yüzünü görmediği gibi karakteri hakkında da muğlak bilgi sahibi olduğu Zehra’nın bu haliyle kalırsa, ilerde çok mutsuz olacağına karar vermiştir.¨ [NN, s.13]
İşte bu kararın neticesiyle Zehra’yı kurtarmak isteyen Suphi onu mutlu etmeye hazırlanır, kızının bu hâliyle hangi kocaya giderse gitsin adama dünyayı zindan edeceğini anlamış bulunan babası da sabırlı bir damat adayını zaten öteden beri mum ışığında aramaktadır.
Böylesine kaderin yollarını kesiştirdiği tüccar ve muhasebecisi, Zehra’nın mutlu olmak üzere kurtarılmasında üstü örtülü karar verirler; Şevket Bey muhasebecisini içgüveyi damat alacaktır. Suphi, velinimeti patronunun konağına bir sebeple ziyarette bulunduğu sıra yüzünü uzaktan şöyle böyle gördüğü Zehra’ya yanıp tutulmuştur, zaten…
Pişkin ve akıllı bir adam olan tüccar baba, bir gün çaktırmadan muhasebecinin ayakları dibine Zehra’nın bir fotoğrafını düşürüverir. 1896’da yazılmış romanın o zamanlarında çekilmiş siyah beyaz, hatta biraz da sepya bir fotoğrafı ayakları ucunda bulan Suphi, deli divane olur ve ¨Pek de güzel, Allah bağışlasın!¨ deyiverir. Şevket Bey, ¨Güzel ama huysuz!¨ diye hazırda duran karşılığını yapıştırınca, ¨Huysuz olsun!¨ diye konuşan âbdi aciz Suphi açığını ele verir. [NN, s.20]
Bu kıynaşık bırakılıp aralanmış kapıdan Şevket Bey içeri girer, mükellef bir düğünle, harikûlade bir konak yaptırılıp gelin damat gerdeğe sokulur. Felaket birkaç sene sonra Suphi’yi gelip bulacaktır, o zamana kadar Zehra kıskançlığını ele güne göstermeyecek, içindeki canavarı susturup kocasıyla uslu uslu yaşayacaktır; mutlu zamanlar çabuk biter.

Annesiz ve Bedri adında bir kardeşiyle beraber, Şevket Bey’in ellerinde el bebek gül bebek büyümüş Zehra, Tanzimat döneminin romanlarındaki hemen tüm kadın karakterler gibi piyano, ut çalar, şarkı söyler, iyi kötü Fransız romanları okur; bunlar Tanzimatın kentli kadınlarını tanımlayan ayrıntılarıdır.
Zehra’nın kıskançlık krizi çok gecikmeden gelip yakasına yapışacaktır. Bir gün süvari gezisine çıkmış olup eve geciken kocasını aramak üzere dışarıya çıktığında, bir çalılık kenarında öpüşüp koklaşan çifti görür, onlara önünü ardını kestirmeksizin saldırır, hakaret eder; nafile, o adam Suphi değildir, bir başkasıdır.
Ama bu kalkışmasıyla artık tekrar kıskançlığın hâddi tarif edilemez kollarına düşmüştür.
Suphi’den sürekli olarak şüphelenmekte, onun ensesinde soluğunu gezdirerek her yerde aramaktadır.
Çekinen göze çöp batarmış, deyişi burada doğru çıkıyor! Suphi bu kıskançlığı sabırla geçiştirirken, konağa kendi annesi tarafından getirilmiş Çerkes asıllı bir cariye kızla, Sim Cemal adlı bir tazeyle aşk hastalığına yakalanacaktır. Gerçi onun Sim Cemal’e birgün aşkını ilan etmesi zaman alır, tahmin edeceğiniz gibi Zehra cariyesini kocasından bucak bucak kaçırmaktadır. Fakat yazgı bu ya, üstelik romandayız, olanlar olur ve Suphi, Sim Cemal’e abayı yakar. Suphi iki arada bir derede kalmıştır.
Bekâra karı boşaması kolay denir ya, Suphi evlidir, üstelik canavarlaşmış bir kıskanç kadının elindedir.
¨Bazı çok bilenler gibi Suphi, boşanma gibi bir üzüntüye sebep olacak bir çareye hemen başvuracak, çabuk düşünen bir adam değildir. Her ne kadar bazı durumlarda boşama insanlık için gerekli bir hareket ise de boşanmanın kadınlardaki dehşetli ve üzücü etkilerine de her yürek dayanmaz. Sadece kadınlardaki değil, boşayan hakkında da üzüntüye neden olan bu çareye insaf ve vicdan sahibi kişi öyle kolayca başvuramaz. Bir ailenin perişanlığına sebep olmak çok uzun düşünüldükten sonra karar verilebilecek bir olaydır. Tabii ki böyle bir düşünce, başından üç nikâh geçen vicdansız ve hafif insanlara ait değildir.¨ [NN, s.42]
Bu uzunca alıntıdan anlaşıldığı gibi Nabizâde Nâzım, eserin birçok yerinde yaptığı gibi, doğrudan olaya müdahale ederek, anlatımın bu yerlerinde okura ahlak söylevi vermekte, bu yönüyle bir ahlakçı roman yazarı olduğunu göstermektedir. Kendisi mutsuz bir evlilik yapmış bulunan, genç yaşta vefat etmiş yazarımız Nâzım Bey’in belli ki boşanmak üzere kararlar alıp vermekte olduğu, sık sık bu talak kararlarından vaz geçip tekrar bunları enine boyuna tarttığı söylenebilir; romanındaki satırlar galiba bu iç çatışmasını, kendisini ele vermektedir.
Suphi’nin aşk terazisinde Sim Cemal ağır basacak, kefenin öteki tarafı hafifseyecektir. Suphi, Zehra’yı boşamaz fakat gidip cariyesini ikinci hanımlığa alır. Damadı hovardalık yapsa muhtemeldir ki buna ses sedâ çıkartmayacak görünen, fakat bir ikinci nikâha herhalde sessiz kalmayacak bulunan kayınpeder ise o sıralarda sizlere ömürdür; meydan serbesttir…
Suphi ticarethanenin başındadır artık…
Elbette Zehra kıskançlığından iğne ipliğe dönmüştür. İnsan içine çıkacak durumda değildir, bir felaketzâde gibi yaşamaya başlamıştır.
Fakat derinden derine müthiş intikam hissiyle kavrulup durmaktadır. Yardımcısı bacı kadın Nazikter’in onun kininden yararlanıp, evden uzakta olan Suphi ve Sim Cemal’in yokluğunda kesesini doldurmakta oluşu da romanda imâ edilir.
Öte yandan başlarda namus ve insanlık abidesi olarak görülen Sim Cemal kısa sürede huy değiştirecektir. ¨Bu sevda kızın ahlakını da bozmuştu. Önceleri mütevazi ve belki alçak gönüllü olan karakteri gururla tanışmıştı.¨ [NN, s.55]
Gururu, kendisine duyduğu güven kadar, aynı zamanda büyümeye başlayan karnıyla ilgilidir; Sim Cemal hamiledir. Zehra, çocuksuz Zehra, erkeğini elinden alan bu eski cariyenin bebeğini düşürtmek için ebelere, büyücü kadınlara, daha neler neler yaparak birçok şeye başvurur; nafile…
Aynı evde huzur kalmamıştır, ¨Suphi, Zehra ile Sim Cemal’in iki tavuk gibi kavga etmelerini bir horoz gururuyla seyredip bu mücadelelerin, bu savaşın hep kendisini elde etmek için yapılıyor olmasından…¨ hoşnuttur. [NN, s.59]
Fakat bu böyle devam edemez ve sonunda taze karı koca Makriköy-Bakırköy taraflarında bir yere ev açıp, inzivaya çekilir. Sim Cemal bununla yetinmez, allem kallem eder, sonunda Zehra’yı boşamasına kocasını razı eder.
Sonunda ¨Zehra’nın özgürlüğü eline verilmişti. Evet, Sim Cemal’in dediği oldu.¨ [NN, s. 71]
Ne var ki Zehra’nın intikam ateşi boşanmış olmasına rağmen dinmeyecek, sönmeyecektir. Bu hevesle yapmadık şey bırakmaz, hatta bir ara, ¨Romanlara başvurdu. Monte Kristo’yu belki bir üçüncü defa okumaya başladı. Kontun düşmanlarından nasıl intikam aldığını dikkatli bir şekilde tekrar tekrar…¨ inceler. [NN, s.76]
N.Nâzım, Tanzimat romancılarının başvuru kaynakları olan Fransız romanlarından söz etmeden geçmeyen öteki birçok kalemdaşı yazar gibi, Alexandre Dumas‘ın baş eserine, Monte Kristo Kontu‘na gönderme yapmaktadır. Bilindiği gibi Tanzimat romancılarının öykündüğü Fransız yazarlarından söz edilmezse hiç olmaz; bu eğilimi N.Nâzım’da da görürüz.
Zehra, boşandığı kocasını şiddetle özleyip arzuluyor olmakla beraber intikam hırsıyla fevkâlade tehlikeli bir plan yapar. Eğer oyunu tutarsa Sim Cemal’den eski kocasını koparacak, ama önce Suphi’yi bir fahişeyle buluşturacaktır. Habibe Molla adlı çöpçatan bir kadın aracılığıyla fahişe Ürani’yi bulur, bu işe memur eder. Ürani İstanbul Rumlarındandır. Yine geldik, Tanzimat ahlakçılığına! Dönemin romancıları kötü kadın icap ettiğinde ya Rum yahut Ermenilerden, bazı bazı Yahudilerden medet umar, romanın fahişesi azınlıklardan seçilir. Gerçi bu, bütün bütün doğru değildir. Birçok Tanzimat romanında, cesaretini toplayan ve okurun kendisine düşman olmayacağına inanan romancıların kimileri fahişeyi Türk kadınlar arasından bulup çıkaracaktır.
Ürani’yle başlayan yeni hayatı sonunda bu kez Sim Cemal’i önce yavaş yavaş, sonra tamamen unutan Suphi artık içki âlemleriyle sonlanan geceler boyu Ürani’nin yatağında sabahlayacak, evini, işini ihmal edecektir. Sadık adamı olan Muhsin’e ticarethanesini emanet edecek, lakin emanete hıyanet kolay bir iş ve işlenmesi zevk ve kâr bıraktıran bir günâh olduğundan, Şeytan bu işi de mutemet Muhsin’e yaptıracaktır.
Kocasının Ürani’yle zevk hayatına dayanamayan Sim Cemal karnındaki bebeyle beraber bir gece kendisini kör kuyuya atar, intihar eder. Suphi’nin bu acılara dayanamayan annesi Münire Hanım da zamansız bu dünyadan göçer. Zehra yavaş yavaş intikamlarıyla mutlu olmaktadır, ama daha doymamıştır, Suphi’nin yerlerde sürünmesini istediğinden intikam hırsı bitmez.
Muhsin’e göz koyar, zerre kadar onu beğenmediği, beğenmeyi bir yana bırakın artık bir başka erkeğin yanından bile geçmesini arzulamadığı hâlde Muhsin’i ayartır, evlenir, amacıysa açıktır. Muhsin aracılığıyla ticarethaneyi ele geçirmek, Suphi’yi çulsuz bırakmak tasarıları içindedir. Gün günden dükkândan gelen vâridat kesilmekte, gelir azaldıkça Ürani’nin masrafları artış göstermektedir.
Beklenen son gecikmez, Ürani Suphi’nin eline pasaportunu verir, yolcu eder, tığ teber şah merdan vaziyette, el elde baş başta, üç kuruş parasıyla sokaklarda kalır kahramanımız. Düşkün erkeğin istikbal korkusu artık yangın bacayı sarmış vaziyetindedir, hasılı ¨Suphi, bir karanlık görerek hayatının bundan sonrası için korkmaktaydı. Boşuna o karanlık dünyayı aydınlatmaya çalışmaktaydı…¨ diye bunu da öğreniriz… [NN, s.124]
Ürani okurun kendisinden bekleneceği gibi sonunda bir başka adamla mercimeği fırına verecek, bu kez onu söğüşlemeye başlayacaktır. Bu sokağa atılışı hazmedemeyen, düşmüş, rezil rüsvâ olup her şeyini kaybetmiş, Sim Cemal’in acı sonuyla içi yanan, Zehra’yı bir vakitler nasıl da seviyorken onun hışmına uğrayan Suphi, birgün sokakta Ürani’yi ve dostunu kol kola görür. Bıçağını çıkarıp onları delik deşik eder, sonra kaçar. Yakalanacak, ardından mahkemesi görülecek, fakat hem haklı nedenleri öne çıkarılıp hem de yeterli delil bulunamadığından kısa sürede beraat ile tahliye olacaktır. Ancak serseriliğini, berduşluğunu iyice azıtmış bulunan Suphi, İstanbul Polis Müdürlüğünü varlığıyla rahatsız etmektedir. Bir oluruna getirip, İstanbul’un azılı serserilerini sürgüne gönderdikleri Trablusgarb’a postlanır, ondan bir daha haber çıkmaz, romanın ana kahramanının birden böyle ortadan kayboluşu okuru huzursuz eder, ama daha fazla uzatmak da anlaşılan N.Nâzım’ın işine gelmez.
Zehra, bu gelişmeler sonunda intikamını almıştır almasına ama bu kez hiç haz etmediği Muhsin’i başından kovalar, aslına bakarsanız bu işten kârlı çıkan Muhsin olmuştur; cebi para görmüştür, arada bir kadınla yatağa girip çıkmıştır.
İntikamının ezici yüküyle yaşayamayan Zehra ise belli belirsiz bir hastalığa yakalanacak, yatak döşek olup bir zaman sonra can çekişip ruhunu teslim edecektir. Hasılı hiç kimseye yaramayan bir intikam ile herkese zarar verilmiştir; bu bir Pirus Zaferi sayılmalıdır.
Öte yandan yazarımız, okurunu, özellikle erkek okuru uyarmaktadır:
Bu intikamlara kalkışırken, ¨Zehra kendini yerden göğe kadar haklı görmekteydi. Yaptıklarının bütün sorumluluğunu başkalarına yüklemekteydi. Mutlaka nefsinin intikamını alması gerekiyordu. İşte Zehra’nın en büyük bahanesi bu öç meselesiydi. Kıskanç olan, kendisi gibi yaratılmış kadınlar, sevgilerine karşı yapılan aşağılamalara imkânı yok, sabırla katlanamazlarmış, kadın gönlüyle şaka olmaz, kadınların gönlü oyuncak değildir!¨ [NN, s.145] diye sıkı bir tembihde bulunmaktadır. Suphi gibi zamparalığa kalkışacak evli erkeklerin dikkatine sunulur.
Türk romancılığında evvel eski, ayrıca günümüzde, intikam hislerini konu alan birçok anlatım bulunabilir, lakin bu derece Şekspiryen bir üslupla Macbeth tarzı yazılmış, Kitonyen bir karanlık içinde Şeytanî ruhları barındıran esere pek rast gelinemez.
Nahid Sırrı Örik ‘in Kıskanmak adlı romanını burada adlandırarak, yine kadın intikamının ele alındığı bir örneği verebiliriz.
İnsanın ruh derinliğine inen, oradaki gizli kapaklı şeyleri açmak becerisini gösteren Tanzimat romancısı N.Nâzım’ı yabana atmamak, yazdıklarını dikkate almamız gerekiyor.
İnsanı bekleyen baikalar, felaket ve kargaşalardan söz eden romanları da yabana atmamalı…
Zira roman, her ne kadar kurgusal-fictiõ olsa da hayatı anlamanın tek gerçek yoludur. Bu yolun farkına varmış N.Nâzım’ı, yazdıkları bülbül öttürüp çiçek açtıran bir iyimserlik içinde olmasa da, dünyanın halısını silkeleyip tozunu atan yazarlarımız arasında ilan etmemiz şart bulunuyor.

______________________

[email protected]

Zehra
Roman
Nabizâde Nâzım,
Eski Türkçe’den uyarlayan Muhsin Yorulmaz
Paraf Yayınları
İstanbul, 2010, 1.Basım
155 sayfa

Derkenar satırı:

Zehra üzerine önemli bazı değerlendirme yazıları okura tavsiye edilir.
*Hikmet Dizdaroğlu, “Yeniden Yayımlanması Vesilesiyle: ‘Zehra’Üzerine”, Türk Dili, C.
IV, S:XLVI, 1 Temmuz 1955, ss. 625-627
*Zeynep Kerman, “Zehra”, Şükrü Elçin Armağanı, Ank. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1983, ss. 211-220
*İsmail Çetişli, “Kıskançlığın Romanı Zehra”, Türklük Araştırmaları Dergisi, İst. 1991,
Yıl 1990, Sayı:6, ss. 45-65
*Nurettin Öztürk, “Yeni Türk Edebiyatının Öncü Romanlarından Zehra Üzerine”, Yeni Harran Çevresi İnsan Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Ağustos-Kasım 1994, S:7-8, ss. 44-57
*Yavuz Demir, “Nabizade Nazım’ın Zehra’sında İşlevsel Olmayan Roman Kişileri”, Akademik Açı, Samsun, Furkan Kitabevi, 1996/1, ss. 57-63
*Günil Özlem Ayaydın Cebe, “Aşk Acısından Varoluşa: Nâbizâde Nâzım’ın Zehra Romanı Üzerine Psikanalitik Bir Çözümleme”, Pasaj dergisi, 2007, Sayı:4, ss. 61-78

719050cookie-checkKadın gönlüyle şaka olmaz!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.