Kadınların hükmü neden son buldu?

Tarih okumasını sevenler ya da eski tarihi takip edenler bilirler, dünyada erkek egemen bir toplum yapısı oluşmadan önce kadınların hükmünün sürdüğü  bir dönem de yaşanmıştır; yani anaerkil yapıların hakim olduğu toplumlar da olmuştur… Mesela Amazonlar böyle bir toplum olarak bilinir; kadınlar  bu tür toplumlarda gerçekten belirleyici bir role sahiptir. Yine İslamcıların kadın hakları ve kadına verilen değeri göstermek açısından hep gururla ifade ettikleri asr-i saadet dönem de bu tür bir topluma referanstır…

Bu konuyla ilgili, Tübingen Üniversitesi’nde, Almanya  Araştırma Enstitüsü (DFG) tarafından desteklenen ‘Anadolu ve Komşuları’ Projesi kapsamında beş yıl boyunca  Anadolu ve yakın coğrafyalardaki prehistorik döneme ait toplumların ticari ilişkilerini yer bilimsel metotlarla araştıran ve ayrıca bölge kültürlerinin ve etnik toplulukların, özellikle de Lazların tarihini bilimsel bir yaklaşımla ele alıp, bunu arkeolojik buluntularla belgelemeye çalışan arkadaşım Gubaz’la, (bu isim lazca da kral anlamına geliyor ve kendisi böyle hitap edilmeyi sevdiği için ona Gubaz diyorum,  asıl adı ise Mustafa Kibaroğlu’dur) eski toplumlar üzerine sohbet ederken çok ilginç bir saptamaya ulaştık birlikte…

Daha doğrusu Gubaz şimdiye kadar sormanın hiç aklıma gelmediği bir soruyu kendime sormamı sağladı: “Biz kadınların tarihte gerçekten hükmünün sürdüğü bir dönem var mıydı ve böyle bir hükümranlık dönemimiz olmuşsa sonradan bunu kaybetmemizin nedeni neydi?

Peki siz hiç düşündünüz mü, bir çocuğun oluşumunda erkeğin rolünün eski toplumlarda hiç bilinmediğini ve bunun öğrenilmesinin de bir hayli zaman aldığını; ve daha da önemlisi, bu gerçek ortaya çıkıncaya kadar, çocuğun hayata getirme yetisinin tek sahibi olarak görülen kadının toplumdaki konumunun ve belirleyiciliğinin ne olduğunu?

Bu sorgulamayı yaparken şunu da unutmamak gerekiyor; o dönemde böyle bir keşfi yapabilmek için ne bir bilimsel metot ne de  insanın anatomik yapısına ve türemesine ilişkin gerekli bir bilgi bulunmaktaydı…

Evet basit ama önemli bir sorgulamaydı bu ve beni çok heyecanlandırmıştı…  Buradan bu heyecanı bende uyandırdığı için  arkadaşım Gubaz’a da çok teşekkür ediyorum…

Gerçekten de ilkel toplumlarda kadının nasıl hamile kaldığının bilinmemesinden dolayı, erkeğin bundaki rolünün bilinmemesi de gayet normaldi…  Ve  o günün toplumlarının ateşe, toprağa, suya ve putlara taptıkları düşünülürse, kadının doğurganlık özelliğinin biyolojik bir olgu olmaktan öte doğa üstü bir güç ya da bir büyü olarak görülmesi ve bu özelliğinden dolayı kadına üstün bir konum verilmesi de doğaldı… Çünkü  o dönemin koşullarında, akıl ve mantıkla açıklanamayan her şey doğa üstü güçler ya da büyüyle açıklanırdı ve bunları yapma becerisini gösteren insanlara da büyücü gözüyle bakılırdı.

Bu anlamda o zamanlarda sadece kadına özgü olarak kabul edilen ve erkeğin bundaki rolü henüz keşfedilmeyen çocuk yapabilme yetisinin -ki bu soyun sürmesi ve bereket anlamına gelmektedir aynı zamanda- sadece kadına ait olması ve bu özelliğinden dolayı kadının  toplumda belirleyici ve erkeğe üstün konumda görülmesi bana oldukça normal  gelmektedir. Hatta anaerkil toplumların oluşmasının sebebi olarak kadının doğurganlık  yeteneğinin öne sürülüp irdelenmesi de bu durumda doğal karşılanmalıdır…

Tarihte bunu destekleyen bir çok bulgu ve kalıtlar arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Mesela bunlar arasında kadının idol olarak kullanıldığı figür ve heykelciklere çok sık rastlanılmaktadır. Ve ilginçtir ki, benim burada öne sürdüğüm savı desteklercesine , bu figür ve heykelciklerde estetik kaygılardan ziyade, kadının doğurganlığı ve bereketi ön plana çıkarılmak istenircesine, karın bölgesi ve göğüsler büyük ve şişkin olarak tasvir edilmiştir.

Daha sonraki dönemlerde ise yine ilginç bir şekilde kadın  figürlerindeki bu doğurganlığı ve üremeyi simgeleyen abartılı tasvirlerin, erkeğin de doğuma katkısının keşfedilmesi ve erkek egemen toplumları desteklercesine, bereketin erkeğe özgü bir nitelik olduğunu  vurgulayan tasvirlere dönüşmüştür; Hatta bazı toplumlarda bereket tanrısı erkek kabul edilerek, bunların figür ve heykelciklerinde erkeğin üreme organı olan penis, daha önce kadının karın ve göğsündeki abartıya benzer biçimde çok büyük, neredeyse bütün vücudu kaplar şekilde tasvir edilmiştir…

Öyleyse bütün bunlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: kadının tarihte belli bir süre hüküm sürmesi kadar, hükmünün son bulması ve erkek egemen toplumlara geçiş açısından da, doğurganlık ya da üreme olgusunun ya da soyu  sürdürebilme yetisinin gerçekten belirleyici bir rolü olabilmektedir…

En azından şöyle bakmak gerekir, eski toplumlarda iktidarın kaynağı fiziksel güç ve yetenekler olduğu için ve bu konuda erkekler daha avantajlı yaratıldıkları için, doğal olarak toplumun belirleyicisi ve hükümranı olmaları da kolaydı. Çünkü fiziksel güç, o günün yaşam koşullarında ayakta kalmanın ve yaşamı yeniden üretmeni en temel güvencesiydi. Aksi taktirde vahşi doğa ve güç yaşam koşullarına dayanmak, dış  tehlikelere karşı can güvenliğini sağlamak mümkün değildi.

Bununla birlikte erkeğin bu doğal üstünlüğü, soyun sürdürülmesinde  kadının tek hakim olduğu düşüncesi karşısında belirleyiciliğini yitiriyordu. Çünkü fiziksel güç üstünlüğü, can güvenliğini sağlama ve zor doğa koşullarıyla mücadele etme konusunda belki belirleyici bir unsurdu ama söz konusu neslin ve soyun sürdürülmesi olduğunda, bunun yaşamsal önemi kalmıyordu. Bu durumda neslin sürdürülmesi daha önemliydi…

Ya bir gün kadın doğurmaktan vazgeçerseydi… Ya bir gün kadın bir şekilde bu gücünü kötüye kullanıp insan soyunun sonunu getirseydi…

 Çünkü az önce vurguladığım gibi eski toplumlarda bilinmezlik ve belirsizlikler karşısında doğa üstü güçlere karşı öylesine bir kör inanç vardı ki, en basit insana özgü yetenek ve farklılıklar bile doğal  bir olgu ya da biyolojik özellik olarak değerlendirilmiyor, büyü ya da  doğa üstü güç olarak kabul ediliyordu. Ve bunların toplumlarda inanılmaz etkileri vardı…

O zaman kadının çocuk doğurabilme ve nesli sürdürebilme gibi doğa üstü bir gücünün olması, onun toplumda belirleyici olmasını, hükümran olmasını pekala sağlayabilirdi. Kadının bu yeteneğini ya da gücünü kötüye kullanmaması için de onun el üstünde tutulması, ona tapınılması da o günün koşullarında normal karşılanabilirdi… 

Bazılarınıza bunlar komik geliyor olabilir ama ilkel insanların nelere inandıkları, putlara, heykellere, figürlere, güneşe, aya değişik hayvanlara taptıkları ve bunlara kurbanlar adadıkları, bu uğurda insan öldürdükleri bilindiğine göre, bu anlattıklarımda gerçekten bir komiklik yok, aksine eski dönemlerin gerçeklerini kavramak için önemli bir düşünce Jimnastiği sayılabilir bu yaklaşımım…

Tekrar vurgulamak gerekirse, tarihte her dönemde insanlar bir şeylere tapınma ihtiyacı duymuş ve genellikle de  çözemedikleri ya da açıklayamadıkları güçlere tanrısal bir değer yüklemişlerdir. Örneğin ateşe, güneşe, aya, toprağa, suya tapmışlardır -ki bunlar onların hayatlarında yaşamsal önemi olan ve öfkelendirildiklerinde de hayatlarına zarar veren, hükmedilemez güçler olarak kabul edilmektedirler- sonradan bunların sırları insanlar tarafından çözülüp güçlerinin de kontrol edilmeleriyle bunların toplumlar üzerindeki hükümranlıkları da son bulmuştur…

Yani bir anlamda İnsanlar sırlarını çözdükleri ya da bilgisine erişebildikleri her gizden sonra, ona yükledikleri doğa üstü güç ve anlamdan da vazgeçmişlerdir. Ama bununla birlikte tapınacak yeni güçler ve yeni ulaşılmazlar bulmayı da hep sürdürmüşlerdir; tek tanrılı inanca geçiş buna en iyi örnektir…

Sonuçta eski dönemin insanları güneşe, aya, suya, toprağa taparken bunların hayatta kalmaları için önemini bildikleri gibi bunların yaşamlarını tehdit edebilecek unsurlara dönüşebilme özelliğinden de haberdardılar… Susuzluğun, kuraklığın, çoraklığın öldürücülüğü ve çaresizliği karşısında, buna sebep olan etkene boyun eğme ve tapınmakta bulmuştu insanoğlu çareyi… Ama bilgiyi ve bilimi keşfeden insan zamanla tek tek doğanın sırlarını ortaya dökmeye başlamış ve bu sayede onun esrarından kaynaklanan hükümranlık gücünü de üzerinden atmıştır…

Ve özgürleşmiştir insan…

Bundan şuraya varmak istiyorum, bilinen her şey kontrol altına alınabilir ve daha önceki gizemini ve gücünü kaybeder; doğal olarak da bilinmezliğinden kaynaklanan hükmünü de… Bu güneş için, ay için, toprak için, su için böyle olmuştur. Bunların sırrını çözüp kontrol etmeyi başaran insan zamanla bunlara tapınaktan vazgeçmiştir.

Aynı şekilde bu mantıktan yola çıkılırsa,  kadının doğurganlık özelliği ve buna tek başına sahip olduğu düşünüldüğü dönemlerde, kadının bu yetisi ona bir avantaj sağlamış ve o dönem boyunca kadını erkeğe hakim kılmış olabilir… Ama doğurganlıkta kendi rolünü keşfeden erkek, bu bilgiye erişmekle birlikte, fiziksel gücünün de avantajını kullanarak sonunda kadını kontrolü altına almayı bilmiştir ve bugünkü erkek egemen dünyayı yaratmıştır ne yazık ki…

Ve artık öyle silahları vardır ki erkeğin  bu dünyayı yeniden ve yeniden üretmek için, kadının hükümranlığının bir daha geri gelebileceğini hayal edebilmek bile zordur… Ama bizim dileğimiz bu değildir zaten; bizim dileğimiz kadın ve erkeğin omuz omuza, eşit hak ve özgürlüklere sahip olarak yaşamı beraber kucakladığı, yaşamın zor koşullarına karşı birlikte mücadele ettiği ve yaşama birlikte ve aynı şekilde katılabildiği bir dünyadır şüphesiz…

Keşke diyerek bitirelim değil mi…

*Yrd. Doç. Dr. İ.Ü İktisat Fakültesi

 

1079620cookie-checkKadınların hükmü neden son buldu?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.