Kalpsiz dünya

Bu sabah işe giderken, trafik ışıklarında, başında yeşil örgüden başlığı, sırtında yamalı yeleği, amacını karşılayamaz hale gelmiş pabuçlarıyla zar zor yürür gibi nefes alan,  ihtiyar adamla göz göze geldim. Arabamda olduğumda, trafikten hep nefret ederdim, özellikle otobüs duraklarında bekleyenlerin önünde durmak, balık istifi ayakta gidenlerin yanından geçmek kabusum olurdu, insan yüzlerinden utandığım için. Çöpten rızkını çıkaranları gördükçe evlerde beslediğimiz hayvanlar gelirdi aklıma.


Benim için sadece bir şans, başkaları için, emeğin karşılığı olan dünyevi varlıklar, ne kadar uçucu ve değersiz de olsa, sahip olamayanları düşününce acıma değil belki, ama öfkeyle karışık bir anlam bulma çabası duyardım.  “Komşun açken tok uyuma” diyen bir dinin, kapitalist sistemdeki arada kalmışları ile düzeni kullanarak egoizmini geliştirenlerinin çocuklarıyız biz. Birine yardım ederken içimizde hep o ses, iyi bir insan olmanın vicdan rahatlığını hatırlattı bize.


Oysa Nietzsche diye bir adam, kimseye acımamak gerektiğini, birine yardım edeceksen kendinden aşağı görmeden yapmayı becerebileceksen buna hakkın olduğunu anlatmaya çalışmış. Üstelik, faşist, kadın düşmanı, deli, ayrımcı, dinsiz olarak da nitelendirilmiş, bu zamana kadar.


Onu anlamaya çalışırken hep bu insanlar arası eşitsizliği düşünerek, aslında insanların toplamına, dünyalarına, küçüklüğüne de acımaya başladım. Öyle ya, hayat ne zor, insanların tamamı ne kadar aciz. Kocaman zannettiğimiz dünyamız evrende bir zerre. İşte bu düşüncenin sonu; her şeyin değersizliği. Belki de sonucu da, bırakmışlık, kadere arabesk bakış. O noktada ya arabeski yaşam biçimine çevireceksin veya körelmiş duygularla, hatta düpedüz duygusuzlukla, mekanik yaşayacaksın. Arabesk, hayatımıza acıyla girip, sonra süse dönüşen bir olgu galiba.


Dünyada ya logos(akıl) aramışız ya kalp. Veya akla ve duyguya uygun  bir açıklama bulmaya çalışmışız. Dünyayı bizim kafamızda kurup, anlayıp, algıladığımızı, yorumlarımızın hepsinin nihai doğrular olamayabileceğini mi unutmuşuz?


Her ölümle üzülmüş, başımıza gelen her acı(!) olayda isyan bayraklarını çekmişiz. “Neden, ne için?”soruları bir türlü yakamızı bırakmamış.


Başa dönüyorum şimdi tekrar, arabamdayım. Işıklarda göz göze geldiğim ihtiyarın gözlerini size tarif edemem. Benim o an ne düşündüğümü de anlatmam zor. Ama başka bir şekilde düşünmeni, başka bir bakış açısından bakabilmeni sağlayacak çok ufak anılar, anlık aydınlanmalar oluyor.


Okula vardığımda yüreğim sıkıştı. Ayaklarımın gittiği yönden duyacaklarımı tahmin edemedim ama bir şeylere hazırlanır gibiydim.


“Dilara vefat etmiş.”


Dilara kim mi, bir öğrencimiz. Dünyanın her yerinde dakikada ölen binlerce insandan yalnızca birisi. On altı yaşındaymış, çok iyi bir kızmış, daha yaşayacak çok şeyi varmış. Birçoğundan biri.


Dünya mı kalpsiz?


Biz, birini etiketleyip, ona karşı geliştirdiğimiz ön yargılarla üzerini çizip kenara koyarken, var olan her şeye saygı duymayıp vahşice kullanırken, hırslarımıza yenik düşerken, çocuklara tecavüz ederken, öldürmeden önce insanların üzerine işerken, bir fikir uğruna, bir ülkü uğruna “yaşın yanında kuru da yanacak tabii” diyerek çocukları uykularında bombalayarak öldürebilirken, anamızı, babamızı, evlatlarımızı, sevdiğimiz herkesi ihmal ederken, kendimizi sevip saymazken, dünya mı kalpsiz?


İnsanın yapabilecekleri kadar dehşete düşüren bir şey yok bu dünyada.


İyi ne, güzel ne, doğru ne? Hepsi benim kafamda, hepsi benim eylemlerimde ve onu yorumlayışımda. Hitler, kitleleri arkasında sürükleyerek soykırım yaparken tek suçlu o muydu? Onunla beraber planı gerçekleştirenlerin suçu yok muydu?  Birine bir zulüm yapılırken ona seyirci kalabilmek suçu paylaşmak değil mi? Hitler’e hayran koca bir millet aynı anda mı delirmişti? Hepsi onun gibi hasta mıydı?


Montaigne yüzde yüz haklı, dünyada hiçbir doğru, hiçbir yanlış yok. Hiçbir güzel ve hiçbir çirkin olmadığı gibi. Ne bir doğa parçası kendi başına güzel, ne bir kadının gözleri.


İnsan tan kızıllığına ya da bir çift gözün bir çift kaşın altında olmasına büyülenmiyor. Kendisinin bir karınca gibi bir mekanizması olduğuna, ama bu mekanizma  işlerken yarattığı anlama, kendi kendine kurduğu dünyaya büyüleniyor, şaşırıyor.


O zaman “ Dilara ölmüş, üzüldüm” diyor, ama “dünya ne kalpsiz demiyor.” insan.


Ya da o yaşlı adam sırtında yamalı yeleği, erken yıllanmış yüz çizgileri ile başka bir gerçekliğin kapılarından sana yumuşakça gülümsüyor.


“Sen bana değil kendi algına acı” der gibi.


“İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır doldukça eğilirler”
                                                                                           Montaigne


 



 

702690cookie-checkKalpsiz dünya

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.