KANADA’DAN… Kosova dünyayı gene ikiye böldü

Dokuz yıl önce, Arnavutları  katliamdan korumak amacıyla NATO Sırbistan’a mudahale ettiğinde, dünya kamuoyu ciddi biçimde bölünmüştü.  En insancıl ve “acil” gerekçelerle de olsa, egemen bir ülkeye hem de BM onayı olmadan, üstelik bir de NATO gibi Soğuk Savaş artığı tamamen taraflı bir güç tarafından askeri müdahalede bulunmak, ne kadar doğru ve meşruydu?  Bu soru etrafında o zaman başlayan tartışma, sonraları  dallanıp budaklanıp, uluslararası politika literatüründe kendi başına bir araştırma ve çekişme alanı haline geldi.  “İnsancıl müdahale hakkı” (“humanitarian intervention”) konusu, bugün de anlamlı bir konsensüse varmanın çok uzağında.  Ancak herşeyin herşeye karıştığı ve birbirini bir şekilde ilgilendirdiği küreselleşen ve küçülen bir dünyada, uluslararası hukukun bu müdahale hakkına belirli koşullar altında yer verecek biçimde yeniden düzenlenmesi gerektiği, epeydir genel kabul gören bir görüş.


İşte böyle bir görüşün de yardımıyla, yoğun ve berbat bir hava bombardımanıyla birlikte gelmesine rağmen,  NATO’nun müdahalesine onay ve destek vermekte çoğu kimse bir beis görmedi.  Hatırlanacağı gibi, destek verenlere sosyalistlerin önemli bir bölümü de dahildi.  Hatta statükocu muhafazakarlardan çok daha fazla, başı onlar çekiyordu.  Gerçi, sosyalistler arasında müdahaleye karşı çıkan ve destekleyenleri şiddetle eleştirenler de yok değildi.  Bunlara göre, NATO müdahalesi herşeyden once, halen bir “sosyalist” ülke olan Yugoslavya’ya karşı emperyal bir projenin ikiyüzlü bir parçasıydı.  NATO ve arkasındaki emperyal devletlerin, yeryüzünün çeşitli yörelerinde patlak veren benzer katliamlar karşısındaki hareketsizliği ve kayıtsızlığı, bu projenin ikiyüzlülüğünün en açık kanıtıydı.  Dahası, NATO müdahalesi, ulus devletlerden oluşan dünya düzenini kaosa sürükleyecek bir potansiyel taşıyordu.  Ayrıca, hangi şartlar altında olursa olsun, sivillerin de hayatını tehlikeye atan bir hava bombardımanına destek çıkmak, şiddet politikalarının ve militarizmin tuzağına düşmek demekti.


Bu eleştirilerin kimi geçerli, kimi geçersizdi.  En geçerli olanları ise, sosyalistleri özel olarak bağlamayan, bir noktada ıskalayan eleştirilerdi.  Örneğin, Miloşeviç’in Yugoslavyası  sosyalistlerin büyük çoğunluğunun gözünde, sosyalist bir ülke değildi; bu ülkeyi “sosyalist” olarak nitelemek, sosyalizm kavramının tanımına aykırıydı.  Keza, NATO müdahalesi  dünya düzenini gerçekten kaosa sürükleme potansiyeli taşımakla birlikte, böyle bir ihtimal sosyalistlerden çok daha fazla bizzat dünya düzeninin sahiplerini  korkutacak bir sorundu.  Diğer taraftan, pasifistler tarafından getirilen militarizm suçlaması, elbette gözardı edilemeyecek canalıcı bir eleştiri içeriyordu; ancak, pasifizmle yakın bir akrabalık bağı bulunmasına rağmen, sosyalizmin ana hatlarıyla pasifizmden çok  “haklı savaş” (literatürdeki adıyla, “just war tradition”) geleneğine yakın olduğunu unutmamak gerekir.


 Gene de, sosyalistler arasında veya onlara yönelik olsun olmasın, yukarıda değindiğim ve  burada ayrıca sayamayacağım yığınla başka eleştiride de hatırısayılır bir gerçek payı olduğu su götürmez.  Ne var ki,  Kosova’daki durumun vahameti, dünya kamuoyunun önemli bir bölümünü bütün bu eleştirileri bir kenara itip,  NATO harekatına destek vermeğe itti.  Hukuki sakatlığına rağmen, harekata destek vermek, etik olarak mümkündü ve sanırım gerekliydi de (O dönemde ben de Birikim dergisinde bu gerekliliği savunan bir yazı yazmış, Aydınlıkçı yazarlar tarafından NATO uşaklığıyla, bazı bağımsız sosyalist dostlar tarafından da kah naiflik, kah militarizmle suçlanmıştım).  Hoş, bir kısım eleştiri temelde tam da işe etik kaygıların karışmaması gerektiği üzerineydi ama etik o günkü konjonktürde, hukuku da, politikayı da önüne katıp sürüklemişti.


Kosova meclisinin geçen hafta aldığı bağımsızlık kararı, dünya kamuoyundaki bölünmeyi yeniden canlandırdı.  Başta devletler ve bloklar olmak üzere, bölünmenin iki tarafındakiler, aşağı yukarı gene aynı.  Yalnız, sosyalistlerin sesi artık daha da cılız çıkıyor, çıkan da çoğu kez ad hoc analiz anlamında bir parazite dönmüş halde maalesef.   Ayrıca pragmatik ve politik hesaplar, etik kaygıların çok daha önüne geçmiş durumda.  Belki de bu nedenle, Kosova’nın bağımsızlık kararını desteklemek, NATO müdahalesini desteklemek kadar kolay  görünmüyor ve herhalde her hususta da aynı anlama gelmiyor.


Bir taraftan, bağımsızlık kararının NATO müdahalesinin mantıki sonucu olduğunu düşünmemek elbette güç.  Köşeye sıkıştırılmış ve kıyıma uğramış bir etnik guruba, üstelik coğrafya ve nüfus bütünlüğünü korumuş bir haldeyken, bağımsızlık hakkı tanımamanın sıkıntısı ortada ve bu sıkıntıdan en statükocu muhafazakarlar bile muaf değil.  Diğer taraftan, Kosova örneğinin, matruşkalar gibi birbiri içinden etnik azınlıkların çıktığı zincirleme bir ayrılıkçılık furyasına yol açması, yabana atılır bir ihtimal değil.  Böyle bir ihtimalin, ayrılıkçı azınlıkları güçlü, demokratik kültür ve kurumları zayıf ülkeleri ürkütmesi doğal.  Fakat Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ılanı ve bu ilanın tanınması gibi bir “kötü örnek”in, azınlıkları olan demokrasilerde bile tartışılır olması ilginç.  Sözgelimi, halen bulunduğum Kanada’da bile, aralarındaki kıyaslanamaz farklara rağmen,  Kosova’daki gelişmelerin Quebec sorununu kaşıyacağından endişelenenler yok değil.  Kanada şimdilerde Kosova’yı tanımaya hazırlanmakta ama, biraz da bu doğrultudaki endişelerin etkisiyle, işi ağırdan almakta ve ilk tanıyanları  geriden izlemek eğiliminde.


Tabii burada tartılıp tartılıp tam olarak ölçülemeyen esas mesele, Kosova bağımsızlığının “kötü örnek” olup olmadığı veya “kötü örneğin” ne olduğu tartışmasının ötesinde, daha pragmatik bir düzlemde, bağımsızlığın bizzat Kosova’nın kendisine ve bölgeye ne kadar barış ve istikrar getirebileceği noktasında toplanıyor.  Kosova’nın bağımsızlık ilanı üzerine, bu sefer Bosna’daki ve bizzat Kosova’nın içindeki Sırp azınlıklar bağımsızlık adına başkaldırdıkları zaman, onları da anavatan Sırbistan desteklediği, kışkırttığı zaman ne olacak?  Halen 16,000 NATO askerinin koruduğu Kosova, bunlar peyderpey çekip gittikten sonra, kendi asayişini sağlayabilecek mi?  Mesele,  hala “sosyalist eleştiri” adına sık sık dillendirildiğini gördüğümüz gibi, Kosova’nın emperyal bir projenin –adeta yapay- bir ürünü falan olduğu değildir; bu tespitin taşıdığı teorik çerçeve ve komplo hacmi çok su götürür.  Velev ki öyle olsa bile, bu ikincil bir konudur, çünkü çağımızda bağımsızlık kazanmış birçok ulus-devlet, emperyalizmin, “emperyal projelerin” ve “yabancı parmağı”nın ürünü olarak doğmuştur; hatta denebilir ki, kendi mütegallibe devletine karşı yabancı bir emperyal  güce sırtını dayamadan bağımsızlığını kazanmış uluslar istisna oluşturacak kadar azdır.  Mesele, Kosova’nın, halen aldığı destek ve yardımlar kademe kademe azaldığında, kendi ayakları üzerinde duracak, kendi kurumlarını yaratıp geliştirecek bir enerjiyi, iç dinamiği ve fırsatı bulup bulamayacağında düğümlenmektedir.  Bu bağlamda Avrupa ile bütünleşme, beklendiği gibi ayrılıkçı talepleri törpülemeye, merkezkaç kuvvetleri dengelemeye yetecek midir?  Avrupa perspektifinin, hatta genel olarak demokrasinin, etnik öfkeleri yatıştırması kadar, bazı koşullarda büsbütün azdırması da beklenebilir.  Zira unutmamak lazım ki bilinç de, etnik bilinç de, karınlar açken değil tokken yükselir.  Hızlı geçiş dönemlerine rastlayan demokratikleşme ve zenginleşme süreçlerinin, her zaman istikrara veya liberal bir ortama yol açmadığı malum.  Son tahlilde, demokrasinin doğurduğu problemleri çözecek olan gene demokrasinin kendisidir kuşkusuz;  ancak bu kendi problemini önce-yaratma  sonra-çözme süreci, Kosova’nın ve komşularının demokratikleşmesinde ve zenginleşmesinde nasıl  işleyecektir?


Bu ezeli sorular, bu sefer Balkanlar kadar karışık bir coğrafyanın engebeli arazisinde tekrar test edileceğe ve bambaşka renklere bürünerek tartışılacağa benzer.  Ama şimdiden görülen o ki, dünya kamuoyunda Kosova vesilesiyle ortaya çıkan bölünme, azınlıkları olmayan homojen ülke ve toplumları saymazsak, ana hatlarıyla, bir tarafta azınlıklarından korkanlar, diğer taraftaysa korkmayanlar arasındadır(Çekinseler de, uzun boylu düşünseler de, temelde korkmayanlar).  Azınlıklardan korkanların demokrasileri namevcut veya zayıf ülkeler, korkmayanların demokrasileri köklü ve güçlü ülkeler olması ise, herhalde bir rastlantı değil.


Tabii özel tarihi ve coğrafi koşullar, bu bölünme tablosunu daima karmaşıklaştıran etkenlerdir.  İstisnalar için uzaklara gitmeyelim.  Örneğin Yunanistan, bugün iyi kötü demokratik bir ülkedir, fakat bu bölünmenin korkanlar tarafında yer almıştır, çünkü Kıbrıs travması vardır, ayrıca Ortodoks dayanışma hattının ortasındadır.  Yunanistan deyince, peki ya Türkiye?  Ne tesadüf, Türkiye de bir istisnadır.  Çünkü ülkemiz, demokrasisini tam olarak rayına oturtamamış, üstelik kendi azınlıklarından ödü kopan bir ülke olmasına rağmen, Kosova davasını ta başından itibaren ve yürekten destekleyerek, bölünmenin öbür tarafında, demokratik ülkeler liginde hem de en ön saflarında yer almıştır.  Ve tabii simetrik karşıtı olan Yunanistan’la hemen hemen aynı nedenlerle:  İslam ve tarih ortaklığı, Kosova’nın Kıbrıs davasına sağladığı görünürdeki meşruluk zemini, vs. 


Gönül isterdi ki Türkiye buralara yalnız korkularıyla ve politik hesaplarıyla değil, birazcık da ilkeleriyle gelmiş olsun.  Ama zararı  yok, çünkü en azından tesellisi var.  Türkiye, bir takım önemli politik kazançlar sağlamak  amacıyla, önemli politik riskler aldı ve son bir hamleyle, Kosova’yı ilk tanıyan ülkelerden biri oldu.  Beraberinde getirdiği risklere bakarak, bu tanıma kararına karşı çıkmak yanlış olur.  Tersine, sevinmek hatta alkışlamak gerekir.  Çünkü bu kararla Türkiye, yalnız başkalarının azınlıklarına değil kendisinin azınlıklarına duyarlılık ve açıklık konusunda da elini taşın altına koymuş olmaktadır.  Şimdilik bu gerçeği görmek istemese de.

640940cookie-checkKANADA’DAN… Kosova dünyayı gene ikiye böldü
Önceki haber‘Operasyon 3-4 gün içinde bitecek’
Sonraki haberİNGİLTERE’DEN… Halk şiiri mi? İşte Dadaloğlu
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.