KANADA’DAN… Özür bir selamdır

Geçenlerde benim de imza vererek katıldığım bir “Ermenilerden özür dileme” kampanyası başlatıldı.  Bu kampanya, aralarında bazı dostlarımın da bulunduğu pek çok insanın “sinirine” dokundu, belirli kesimlerde de infial yarattı.  Aradan bir gün geçmedi ki,  emekli elçi ve diplomatlardan oluşan bir gurup bir bildiri yayınlayarak, sözkonusu kampanyanın Ermeni “terör örgütlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaptıkları ve Cumhuriyet tarihimizde de giriştikleri şiddet eylemlerinde hayatlarını kaybeden insanlarımıza ihanet etmek anlamına geldiğini” belirterek, bu kampanyayı “haksız, yanlış ve ulusal çıkarlar açısından sakıncalı” bir girişim olmakla suçladı.  Ağır ithamlar içeren bu bildirinin canalıcı bir sorusu da vardı: “Ermeni terörüne kurban gidenler için özür dilenecek mi?”


Diplomatlarımızın yanıtını gayet iyi bildikleri bir soruydu bu: Hayır, Ermeni terörüne kurban gidenler için elbette özür dilenmeyecek.  Özürde bulunacak olanlar bu terörü uygulayan Ermeniler ve onlara yataklık edenler olduğuna göre, böyle birşey zaten pek sözkonusu değil.  Ama bu terörde dahli olmayan ve genel olarak teröre ve her türlü vahşete karşı olan Ermeni çoğunluktan da, belki birkaç istisna dışında, bir özür gelmeyeceği besbelli.
Diplomatlarımız bu durumu, öncelikle Ermenilerin tavrındaki duyarsızlık ve çiftestandart ile yorumlamak eğiliminde.  Bu eğilimde, “biz özür dilemiyorsak, onlar da özür dilemiyor; biz vicdansız görünüyorsak, onlar da vicdansız aslında” havası seziliyor.  Ve bu hava, özür dilemeye yanaşmayanlardan özür dilemenin bir haksızlık, hatta ihanet olduğu düşüncesini güçlendiriyor.


Ermeni topluluklarının ve genel olarak dünya kamuoyunun Ermeni terörüne hedef olan Türkler için sessiz ve duyarsız kalması karşısında diplomatlarımızın duydukları öfkeyi anlamak zor değil.  Hele bu Türkler, uzak geçmişte türlü kıyıma, sürgüne ve katliama kurban gidenlerden çok, diplomatlarımızın vurulan ve öldürülen kendi yakın çalışma arkadaşları ve meslekdaşları ise, öfkelerini anlamamak zor.  Fakat belki de biraz bu öfkenin etkisiyle, gözden kaçırdıkları bazı önemli hususlar olduğu kanaatindeyim.  Ermeni davasına olan ilginin fazlalığı, buna karşılık “Türk davası”na olan ilginin cılızlığı, diplomasi ve daha geniş bir Türk kamuoyunda genellikle sanıldığının aksine, tek başına ne Türkiye’ye yönelik yeni bir Haçlı seferiyle, ne emperyalizmin ve “dış mihraklar”ın gücüyle, ne de Ermenilerin dünya medyasını ve politikasını etkileme kabiliyetiyle açıklanabilir.  Kuşkusuz bu etkenler farklı dönemlerde ve farklı oranlarda hafife alınmayacak bir ağırlık kazanabilir; fakat sorunun kaynağı burada değildir.  Kaynağı, Türkiye tarihinin özgül koşullarında aramak gerekir.
Bu koşullara baktığımız zaman, Ermeni ve Türk davalarını birbirinden tamamen değişik düzlemlere yerleştiren üç temel farklılık görürüz.  Birinci farklılık, her iki toplumun kolektif hafızalarındaki farklılıkla ilgilidir.   Ermeniler, 1915 olaylarını takiben uzun bir süre sessizce içlerinde tuttukları yaslarını, son kırk yıldır artan bir şekilde açığa vurmakta, dillendirmektedirler.  Kolektif hafızaları fevkalâde güçlüdür ve geçmişte yaşananlar hemen hiç kayba uğramadan, kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.  Bu aktarılanlara, her yeni kuşağın hıncı, nostaljisi, kimlik arayışı ve çözümsüzlüğüyle eklenen ilaveler de cabası tabii.
Buna karşılık, Türklerin kendi geçmişleriyle ilgili suskunlukları çarpıcıdır; o kadar ki, buna bir tür dilsizlik demek abartı olmaz.  1912’den 1922’ye dek süren uzun savaşlar döneminde, Türklerin Anadolu’da yaşadığı acı ve felaketler, bunları yaşayanlarla birlikte kaybolup gitmiş gibidir.  Türlü Müslüman ahalinin Balkanlar’da çok daha yoğun ve kahredici bir şekilde mazur kaldığı kıyım ve sürgünlerden dahi,  bugün belleklerde biriken izler pek fazla değildir.  Yalnız yurtdışında değil, bizzat Türkiye içinde de bu felaketler, Ermenilerin başına gelen felaketlere oranla çok daha az bilinmektedir. 


Türklerin kolektif hafızalarının bu anlamda zayıf olması, bazen yapıldığı gibi, o karanlık ve fırtınalı dönemdeki Türk kurban ve mağdurların köylülüğü, görece yoksunluğu ve eğitimsizliği gibi faktörlerle açıklanabilir.  Kuşkusuz bu faktörlerin her birinde önemli bir gerçek payı vardır.  Fakat sanırım asıl neden, Cumhuriyet’le birlikte Osmanlı geçmişine çekilen sette yatmaktadır:  yeni kurulan devlet, Osmanlı’nın günahlarını halı altına süpürmeye kalkınca, kuruyla birlikte yaş da yanmış; bu da, ister istemez Ermenilerin başına gelenlerle birlikte Türklerin başına gelenlerin de toptan unutturulması sonucunu doğurmuştur. 


Hafızadan arada bir safra atarak yeni bir bir sayfa açmak, insanlarda olduğu gibi toplumlarda da yeni bir başlangıç yapmak ve sağlıklı – hatta düpedüz sağ – kalmak için gerekli olabilir, ama nasıl ki tıka basa doldurulmuş bir bellek pek iyi birşey değilse, sıfırlanmış bir bellek de sorunlardan kurtulmanın arzulanan bir yolu olmayabilir.  Her halükârda, böyle içi boş tutulmuş bir kolektif belleğin Türk davasına bu bağlamda maalesef fazla yaramadığı aşikârdır.  Bu durumda, diplomatlarımızın sorduğu “Ermeni terörüne kurban gidenler için özür dilenecek mi?” sorusunun yanıtını biraz daraltarak, şöyle özgülleştirebiliriz: Hayır, özür dilenmeyecek, çünkü ortada gerçek anlamda bir özür isteyen, bu özür için ısrarla bastıran biri yok.


Bu yanıta karşı elbette itirazlar yükselecek, “yıllardır mağduriyetimizi anlatmaya çalışıyoruz, daha nasıl bir özür talebinde bulunalım?” diyenler olacaktır.  Oysa böyle bir özür talebinin, buna bir özür talebi denilse bile, Ermenilerinki kadar güçlü olamadığı ortadadır.  Bu da bizi, Ermeni ve Türk davaları arasındaki ikinci temel farklılığa götürürüyor.  Bu farklılık, doğrudan doğruya Türk davasını şekillendiren anlatı biçiminin inandırcılığıyla ilgilidir.  Seksen yıl sus pus durduktan sonra, o da Ermeni taleplerinin başlamasından epey sonra, âdeta bıçak kemiğe dayandığında gayrete gelip eski acıları keşfe çıkmak, konuya yabancı olan büyük bir çoğunluk üzerinde inandırıcı bir etki yaratmamakta, bu işin sırf Ermeni iddialarını dengeleme amacıyla yapıldığı izlenimi uyandırmaktadır.  Bu sonradan (ad hoc) kurgulanmışlık görüntüsü, Türk anlatısını daha başından sakatlayan bir özelliğidir.
Tabii yaşanan karşılıklı felaketlerin çapı arasındaki farklar da, Türk anlatısının zaafiyetini ortaya çıkaran bir başka ilave etkendir.  Diplomatlarımızın bildirisinde, “savaş koşullarında yapılan 1915 Ermeni tehciri acı sonuçlar vermiş ise de, Türk insanının Ermeni isyanları ve terör eylemlerinde uğradığı kayıplar ve acılar Ermenilerinkinden daha az değildir” denilmektedir.  Olabilir.  Ateş düştüğü yeri yakar.  Her iki tarafın da acı ve kayıplarını kendine göre yorumlaması doğaldır.  Ancak görmek gerekir ki, Ermeni anlatısı çok daha detaylandırılmış ve belgelenmiş tanıklıklara dayanmaktadır.  Bunların bir kısmının “abartma”, “çarpıtma” hatta düpedüz “sahte” olduğu kabul edilip okkalı bir iskonto yapılsa dahi, geriye kalan külliyat az buz değildir.  Buna karşılık, Türk anlatısının dayanakları arasında daha fazla miktarda eksik ve boşluğa rastlanmaktadır.  ASALA terörü gibi yakın döneme ait olaylar elbette gün gibi ortada durmaktadır; fakat geriye, özellikle 1915’li yıllara döndükçe, Türk anlatısındaki belirsizlikler ve çelişkiler artar.  Bu koşullar altında, konuya yabancı olan ancak objektif bir şekilde yaklaşmak isteyen herhangi birinin, görece daha hacimli ve zengin olan Ermeni anlatısına itibar etmesine, en azından o anlatıdan daha fazla etkilenmesine şaşırmamak gerekir.


Lâkin aynı kişiyi, itibar etmenin ve etkilenmenin ötesinde, Ermeni anlatısı lehine yanlı bir tavır almaya, neredeyse bu anlatıya bir tür “pozitif ayrımcılık” uygulamaya götürebilecek bir başka neden daha vardır ki o da, 1915’teki Ermeni ve Türk gerçekliklerini birbirinden ayıran üçüncü ve en temel faktördür: her iki halkın üzerinde yaşadığı coğrafyanın iyi kötü sahibi olan bir devlet vardır, ancak bu devlet bu halklardan yalnızca birine, Türklere, aittir.  İşin püf noktası, bu farktadır: Ermeni terörü karşısında Türkler, yalnızca Ermenilere karşı korumasızdırlar; Türk terörü karşısında ise Ermeniler, yalnız Türklere karşı değil, Türklere ait devlete karşı da korumasızdırlar.  Bu çift boyutlu korumasızlık, onları kolayca mazlum mertebesine yükseltir.  Böyle bir tabloda Türklerin, yerin dibine batsalar da, cehennemin yedi katına birden sokulup çıkarılsalar da, bu mertebeye ulaşma şansları yoktur.  Eşyanın tabiatı icabı, sempatilerin Ermeniler üzerinde toplanması kaçınılmazdır.


Kısacası, Ermeni anlatısı karşısında Türk anlatısı, birçok bakımdan dezavantajlı bir konumdadır.  Onun bunun önyargısı, şunun bunun propagandası bu devantajları daha da arttırabilir, fakat asgarî planda sorun aslen yapısaldır, o ölçüde de kalıcıdır.  Acı ama gerçek, durum budur.  Peki, o halde ne yapılabilir?


Herhalde ilk iş, bu dezavantajlı durumun gereklerine göre hareket etmektir.  Bu elbette, geçmiş olayları ve bu arada Türklerin yaşadıklarını araştırmaktan ve ortaya dökmekten vazgeçmek anlamına gelmez.  Ama bu çabanın, Ermenilere birebir cevap yetiştirme dürtüsünden mümkün mertebe uzak şekilde, çok daha geniş ve kapsayıcı bir perspektif içinde sürdürülmesi gerektiği açıktır.


Fakat bu çabanın ötesinde asıl iş, onyıllardır ortada duran bir özür talebi karşısında ne yapılacağına karar vermektir.  Özür dilemek gibi, özür talebinde bulunmak da bir iletişim kurma isteğini içerir: herşeyden önce, “yaşamış olduklarımı gör!” çağrısıdır bu; yaşanan acılara ortak etme çağrısıdır.  Bu anlamda, en nahoş, en öfkeli, en şirret bir özür talebi bile, aslında bir selam almaya dönük ısrarı yansıtır.  Bu, vazgeçilemeyen bir ısrardır, çünkü yaşananların görülmemesine, hele göz göre göre sırt çevrilmesine dayanmak, yaşananların kendisine bile dayanmaktan zordur.  Son “özür” kampanyasıyla yapılmak istenen, özünde işte bu selam isteğine karşı sembolik bir yanıt vermekten ibarettir.  Özür, herşeyden önce bir selamdır.


Bu “özür” kelimesine takılan, “özür dileyeceksek, Ermeniler de dilesin; hep beraber diyelim” diyenler vardır.  Bu çok saçmadır, çünkü özürün de selamın da şartı olmaz.  Özüre şart getirmek, o özürle amaçlanan faydayı başından yok eder; hiç özür dilememek, şartlı dilemekten daha iyidir.  Nitekim, bu yolu tercih ederek, “paylaşmaya evet, özüre hayır” diyen, yahut, “faili ben değilken, niçin özür dileyim ki?” diye itirazda bulunanlar da vardır.  İtirazları mantıkîdir, fakat her nasılsa gözden kaçırdıkları bir nokta vardır: bugün özüre konu olan husus, geçmişte yaşanan felaketin kendisinden çok, bu felaketin tanınmasında ve görülmesinde halen gösterilen çekingenliğe, ürkekliğe ve ruh cimriliğine ilişkindir.  Özellikle de, Hrant Dink’in hâlâ yerde duran kanı ve tıkanmış mahkeme süreci karşısındaki kayıtsızlığa ve duyarsızlığa ilişkindir.  Bu hususların, kampanyanın kısa özür metninde bulunmamakla birlikte, kampanyaya katılanların aklında olduğu kuşku götürmez.
Geçmiş acıları paylaşmakta ve halihazırdaki öfke ve nefret nöbetlerini savuşturmakta, şahısların kurum ve devletlere nazaran daha çevik, ehil ve teklifsiz olabildikleri doğrudur.  Son kampanyanın da gösterdiği gibi, şahıslar daha kolay ve rahat özür dileyebilir.  Ama çok daha dolayımlı, temkinli, tereddütlü ve ağır olmakla beraber, devletlerin de bu yönde yapabileceği şeyler vardır.  Nitekim Türkiye’de genellikle sanılanın ve yaratılan atmosferin aksine, yeryüzünde çeşitli sebeplerle belirli birey ve topluluklardan özür dileyen kurumlar, hükümetler, devletler vardır.  O kadar ki, bugün dünyada gittikçe yoğunlaşan bir “özür dileme” trafiğinin varlığından bahsedilebilir (Bu konuyu ayrı bir yazıda ele alacağım).  Hemen olmasa da, çok uzak olmayan bir gelecekte Türkiye’nin de bu trafiğe bir yerinden dahil olması kaçınılmazdır.


Devletin temsilcisi olan diplomatlarımızın da bu gidişata göre davranmalarında fayda vardır.  Meslekleri icabı, herşeye “hayır” deme refleksiyle koşullanmış oldukları için, bunun hiç de kolay olmayacağı muhakkak.  Ama ellerinden özür dilemek de, selam vermek de gelmiyorsa, en azından bunu yapan yurttaşlarını “ihanet”le suçlamaktan vazgeçip, kendi vicdanlarıyla başbaşa bırakmalıdırlar.  Unutmamalıdırlar ki, “Ermeni terörüne kurban gidenlerden özür dilenmesi” de son kertede, Türklerin ve Ermenilerin vicdanlarının buluşabileceği bir noktada mümkündür ancak. 
 
   
  

640990cookie-checkKANADA’DAN… Özür bir selamdır
Önceki haber2009 ne getirir?
Sonraki haberMISIR’DAN… Arap Kardeş
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.