Kanal İstanbul ve Parasızlığın Faydaları*

Uzunca bir süredir uykuya yatırılmış gibi dururken, Kanal İstanbul konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından tekrar gündeme getirildi ve bu sefer, dokuz yıl önce ilk ilan edildiğinde karşılaştığından çok daha sert ve yaygın bir tepkiye yol açtı. Bunda hiç kuşkusuz, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin muhalefetin elinde bulunmasının ve böylece İstanbul halkının artık belirli bir özgüvenle sesini duyurabilmesinin rolü büyük.

İlk ortaya atıldığından itibaren, Kanal projesindeki  olumsuzluklar yeterince belliydi, fakat son günlerde bunlara ilişkin çok daha ayrıntlı tahlil ve açıklamalar su yüzüne çıktı. Ne var ki, her biri ayrı felaket olasılıklarına işaret eden bu açıklamalar karşısında, Erdoğan’dan veya hükümet yetkililerinden projenin yararlarına dair yeni bir şey duymadık.  Yakınlarda yayınlanan olumlu bir ÇED raporunu yeterli görüyor olmalılar. Oysa, bunun sipariş üzerine düzenlenmiş güdümlü veya en iyimser deyimle eksik bir rapor olduğu aşikâr. Kaldı ki, büyük ulaşım planlamalarının önemli uzmanlarından Prof. Haluk Gerçek’in de belirttiği gibi, çok daha ufak boyutlu projelerde bile bulunması şart olan yapılabilirlik (feasibility) raporu, Kanal projesinin içinde yok (29 Aralık 2019, Duvar gazetesi).  Sadece bu eksiklik dahi, projenin ciddiyetten ne kadar uzak hazırlandığının yeterli bir göstergesi.

Yedi yıl kadar önce, Kanal İstanbul projesinin yapılabilirlik durumunu burada sorguladığımı hatırlıyorum (10 Mart 2013, BirikimGüncel). O zaman, ardındaki dolgun rant potansiyeline rağmen, bu projenin gerçekleşebileceğine ihtimal vermiyordum. Kanımca bugün bu ihtimal çok daha düşüktür. Nedenleri belli: bir kere, Türkiye ekonomisi halen ciddi bir darboğazdan geçmekte ve en kibar deyimiyle ‘kırılgan’ bir vaziyette. Dahası, ‘bol para, kolay kredi’ dönemi geride kaldı. Üstüne üstlük, projenin karşısında şimdi daha güçlü ve örgütlü bir muhalefet var.

Kanal İstanbul’un bir ‘rant projesi’ olduğunu sık sık duyuyoruz. Ama bu noktada, her ‘rant projesi’nin belirli bir hizmete ve o hizmet karşılığında elde edilen belirli bir gelire dayalı olduğu unutulmamalı. Son güncel örneklerden birini alırsak, sözgelimi yurt çapında ardarda açılan ‘şehir hastaneleri’nin ülkenin en büyük ‘rant projeleri’nden olduğu güvenilir tıp çevrelerince savunulmaktadır. Doğrudur, çünkü bu projeler en verimli şekilde yani optimum düzeyde bir hizmet getirmekten çok, bu hizmeti belirli (‘yandaş’) sermaye kesimlerinin kazanç kapısı yapmak anlayışını yansıtmaktadır. Ama kamuya hiç gerekmeyen ciddi bir ilave külfeti de olsa, sonuçta gene de ortada bir hizmet ve bu hizmetin getirdiği bir gelir, bir ‘döner sermaye’ vardır. 

Kanal İstanbul’un durumu ise farklıdır, çünkü ‘şehir hastaneleri’nin tüm ülkedeki toplamından çok daha maliyetli olmasına rağmen, yapıldığı takdirde bir hizmet sunması ve bunun karşılığında bir gelir sağlaması pek mümkün görünmemektedir; en azından tamamen muallâktadır bu husus.

Nedeni yeterince açık: Boğazlar rejimini dikte eden Montrö Sözleşmesi, Türkiye’nin, İstanbul Boğazı’ndan geçen uluslararası bandıralı gemileri ücrete tabi tutarak başka bir parallel su yolundan geçmeye zorlamasına elvermemektedir. Türkiye, olsa olsa, geçişlerden daha düşük ücret alarak hatta hiç almayarak, gemileri yeni kanalı kullanmaya teşvik edebilir; fakat bu yönde de ne kadar sonuç alacağı belirsizdir (Bu hususların kısa fakat öz bir analizi için bkz: Mahfi Eğilmez, ‘’Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Kanal İstanbul’’, T24, 2 Ocak 2020).

Türkiye’nin Kanal İstanbul’dan ekmek yiyebilmesi için tek çaresi vardır, o da doğrudan doğruya tek taraflı olarak Montrö Sözleşmesi’ni iptal etmesidir. Yani Türkiye’nin, masaya yumruğunu vurup, ‘’artık bu sözleşmeyi tanımıyorum, bütün gemiler de bundan böyle Kanal’dan geçecek, şu kadar da harç ödeyecek!’’ demesi lâzım gelir. Böyle bir ‘ben-yaptım-oldu’culuk, astarı yüzünden pahalıya çıkacak bir tavırdır kuşkusuz; fakat itiraf etmeli ki, Türkiye’nin cumhurbaşkanına çok yakışır. Bu noktada, ister istemez akla gelmiyor değil: Kanal’ın gerçekleşeceğinden bu kadar emin konuştuğuna göre, sakın Erdoğan’ın aklında tam da bunu yapmak olmasın? Lozan’la nasıl hiç rahat edemiyorsa, Montrö’yle de sakın bir hesabı olmasın? Türkiye’yi başta ‘düveli muazzama’ olmak üzere tüm komşuları ve neredeyse dünyanın tamamı ile karşı karşıya kalma noktasına getirmekten imtina etmeyen Erdoğan, Montrö’yü de elinin tersiyle itmekten niçin geri dursun? Nitekim, daha geçen gün bir TV mülakatında (5 Ocak, CNN) ‘’Montrö’yü kafanıza takmayın’’ demedi mi? Dedi, der; ama neyse ki gereğini yapmaz, çünkü yapamaz. Neyse ki, Erdoğan’ın ‘iç tüketim’e dönük dediği her şeyi yapmaya ne kudreti ne de çoğu kez niyeti vardır.

O halde, sanırım şunu söylemek mümkün: şehir hastaneleri, köprüler, otoyollar gibi diğer ‘rant projeleri’nden farklı olarak, Kanal İstanbul aslında kendi başına herhangi bir getirisi olan bir proje dahi değildir. Kanal’ın etrafında imara açılacak alanlarda kurulması düşünülen yeni yerleşimler ve türlü spekülatif faaliyetler, elbette yüksek kârlar, rantlar—ve bunlarla birlikte istihdam—yaratabilir; fakat bu oluşumları kamuoyuna sunulduğu şekilde Kanal projesinin ayrılmaz bir parçası olarak düşünmek yanıltıcıdır.  Kuşkusuz, Kanal inşasından çıkacak devasa hafriyatla sahil boyunca kazanılacak ilave alanlar, deniz içinde oluşturulacak ada veya yarımadacıklar ve bunlar üzerinde kurulacak tesisler Kanal projesinin bir türevi veya fonksiyonu sayılabilir; fakat Kanal çevresinde tasarlanan milyon nüfusluk yeni şehir, Kanal projesine bir yama gibi eklenmiş olup, aslında bu projeden pekâlâ bağımsız sayılabilecek bir plandır. İstanbul’un Avrupa yakasının kuzey kısmında, Karadeniz üstünde kurulacak yeni bir ilave şehrin getirisi götürüsü, doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir, fakat bu tartışmanın Kanal İstanbul tartışmasından ayrıştırılmasında ve ayrı sürdürülmesinde yarar var. Yeni kurulacak böyle bir şehrin, tam ortasından bir su kanalının geçmesi gerekmiyor. Her nasılsa, Kanal İstanbul’un yeni şehrin bir cazibe merkezi olacağı varsayılıyor (Daha şimdiden ortalıkta dolaşan ‘Kanal manzaralı satılık arsa’ ilanlarına bakılırsa, öyle sanki). Oysa, Kanal İstanbul’un ne estetik ne de işlevsel olarak İstanbul Boğazı gibi bir çekim merkezi olamayacağını görmek için büyük tahayyül gücüne gerek yok. Kanal İstanbul’un uluslararası tanker trafiğinden gayrı içinde bulunduğu şehre ulaşım bakımından zerrece bir katkısı olmayacak, tersine şehri bir bıçak gibi bölecek.  Dahası, şehre hiç bir perspektif sağlamayacağı gibi, sakinlerine hoş bir manzara da sunmayacak. Velev ki, ‘tanker’ denen dev demir yığınlarının daracık bir kanalda tıkış tıkış ve santim santim ilerledikleri bir manzara, yeni şehrin sakinlerinin seyretmeye doyamayacağı bir görüntü olsun!

Çıplak haliyle, yani üstüne yamanan ek projelerden bir an için arındırıldığı takdirde, Kanal İstanbul’un ne kadar beyhude bir fikir olduğu sanırım daha iyi görülür.  Hal böyleyken, Erdoğan’ın bu fikirde hâlâ şiddetle ısrarlı olmasını ülkenin ufkunu karartan sorunları gündemden uzak tutmaya çalışmasına bağlayanlar az değil. Çok muhtemeldir ki, öyledir.

Fakat ihtiyatı elden bırakmayıp, Erdoğan’ın bu konuda ciddi ve azimli olduğunu varsayarak, elindeki kartların neler olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmek herhalde en iyisidir.

‘’Çatlasanız da patlasanız da, yapacağız’’ demesine bakılırsa, Erdoğan’ın giderek genişleyen bir kamuoyunu karşısına almaktan sakınmadığı ve herhangi bir ikna çabasına pek gerek görmediği anlaşılıyor.  Ama kamuoyundan esirgediği bu çabayı bankalara ve finans kuruluşlarına fazlasıyla göstermekten başka çaresi yok. İşin püf noktası da burada.

Gene aynı mülakatta, cumhurbaşkanı Kanal İstanbul’a harcanacak paranın gerekirse milli bütçeden karşılanacağını, ancak tercihinin yap-işlet-devret formülü olduğunu belirtiyor. Yapılan resmi tahminlere göre, Kanal projesinin maliyeti yaklaşık 12,5 milyar dolar, fakat daha gerçekçi tahminlere göre bu rakamın kat be kat yükselmesi sözkonusu. Bu kadar büyük rakamların milli bütçeden çekilmesi hem mantık dışı, hem de zaten bugünün ekonomik koşullarında imkânsız. Dolayısıyla bunun geçerli bir seçenek olmadığı ortada.

Yap-işlet-devret modelinde ise, ihaleyi alacak konsorsiyumun bankaların yolunu tutması kaçınılmaz. O durumda ise, bankaların Türkiye’den hazine garantisi isteyeceği muhakkak, zira çok daha işlerliği olan kamu projeleri için bile geçmişte hemen hep istediler ve istediklerini önemli ölçüde aldılar; doğrusu, T.C. de mirasyedi rahatlığıyla garanti dağıtmaktan geri kalmadı. 

Ne var ki, bir proje yeterince saçma veya yanlışsa, T.C.’nin o proje için vereceği garantiler bankaların kesenin ağzını açmasına yetmeyebilir. Bunun Kanal Istanbul için mümkün olup olmayacağını, kendi hesabıma konunun uzmanı arkadaşım Mina Toksöz’e danıştım; pekâlâ mümkün olduğunu, bankaların getirisi bu kadar şüpheli bir projeye onay vermeyebileceğini söyledi.  Mina, finans kuruluşları, fon yöneticileri ve yatırımcılar açısından ülkelerin risk faktörlerini titizlikle inceleyen önemli bir çalışmanın da yazarıdır (Guide to Country Risk, The Economist, Profile Books, 2014). Kendisinden, kitabının yayınlanmasından bu yana geçen zaman zarfında, bankaların kredilendirme kriterlerinde çevresel etkenlerin giderek ağırlık kazandığını da ayrıca öğrendim. Mina, bu gelişmenin Kanal İstanbul’un önünde ilave bir engel teşkil edeceğini belirtti. Umarım kendisi yakında konuyla ilgili daha detaylı bir yorumda bulunur.

Türkiye’nin (veya ihaleyi alan konsorsiyumun) kredi arayışının önündeki bir olası engel de, geçenlerde muhalefetten gelen çarpıcı bir çıkış olabilir: CHP, iktidara geldiği zaman, Kanal İstanbul için şimdi verilebilecek hazine garantilerini tanımayacağını ilân etti. Çok güzel ve şık bir çıkış, fakat ‘devletin sürekliliği’ ilkesini neresinden nasıl deler de amacına ulaşır, tabii biraz tartışmalı. Diğer taraftan, CHP iktidara hiç gelir mi, gelirse ne kadar ‘çabuk’ gelir, o da tartışmalı elbet. Ama nihayetinde, şimdi başlasa bile Kanal İstanbul’un da kaç zaman sonra tamamlanacağı hayli meçhul.  Her halükârda, CHP’nin bu çıkışının öyle veya böyle bankalar ve finansörler üzerinde caydırıcı bir etki bırakmasını beklemek pek yanlış olmaz.

Tabii burada banka ve finans kuruluşlarından bahsederken, kâr-zarar hesabı yapan kurumları kastediyoruz. Bir de, bu hesabı tamamen gözardı etmemekle beraber, esasen siyasi mülahazalarla kredi açabilecek kurumlar da var ki bunlar ya doğrudan doğruya devletler ya da devletlere bağlı organlardır. Batı dünyasında, bunlardan halihazırda Kanal İstanbul’a para akıtacak olan herhalde hiç yoktur. Ama Çin, Rusya, Katar gibi Doğu’nun bazı bereketli bölgelerinde, bu işe sıcak bakabilecekler çıkabilir. Fakat karşılığında talep edecekleri siyasi bedeller, en tavizkâr iktidarların bile kaldıramayacağı kadar ağır olabilir.  Kaldı ki, günümüzün daralan dünya ekonomisinde bu devletleri hâlâ tıkır tıkır işleyen birer para makinası olarak görmek düş kırıklıklarına yol açabilir.  

Velhasıl, halihazırda hükümetin Kanal İstanbul’u gerçekleştirecek kaynağı bulması hiç kolay görünmüyor, çünkü yaratacağı çevresel felaketler bir yana, salt ekonomik bakımdan bile hesaba gelmeyen kötü bir projedir bu—daha doğrusu kötü bir fikir.

Gönül ister ki, bu fikir kamuoyunun bilinçli ve güçlü tepkisi karşısında hayata geçmeden eriyip gitsin. Ama görülen o ki, kamuoyu tepkisinin yetersiz kaldığı noktada, bu fikrin hakkından gelecek olan düpedüz parasızlıktır, başka bir şey değil. Ne demeli, hiç değilse burada parasızlık bir işe yarasa bari.

_____________________________________

*Bu yazı, 8 Ocak 2020’de Birikim dergisinde yayınlanmıştır.

2377570cookie-checkKanal İstanbul ve Parasızlığın Faydaları*
Önceki haberKARANLIK VE CEHALET
Sonraki haberBir yılda 100 yaban keçisini katlettiler!
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.