Karamsarlık, iyimserlik, öfke, umut: içiçe, ardarda

Hrant Dink’in öldürülmesi, ortaya okunması çok zor bir tablo çıkardı.  Siyasi bağlamda kimine belki yeterince açık görünebilir ama, en koyu karamsarlık duygularının, en ince iyimserlik titreşimleriyle içiçe geçtiği, fevkalade karmaşık bir yönü var bu tablonun. Bir yandan, milliyetçiliğin faşizmle buluşabileceği en nihai ve bütünsel naktada, bir ölüm öpücüğü gibiydi bu cinayet.  Çünkü cinayetin, halihazırdaki demokratik bir toplumu istikrarsızlaştırmak, rayından çıkarmak için tezgahlanmış bir “komplo”dan çok, faşist bir kültüre hapsolmuş bir toplum yaşantısının doğal bir sonucu olarak anlaşılması için haddinden fazla belirti ve gösterge vardı Türkiye’de.  Mustafa Alp Dağıstanlı’nın  Radikal gazetesinde yazdığı gibi (23/01/07), “Hrant’ı, Türkiye’yi karıştırmak, istikrarsızlığa sürüklemek için öldürmediler.  Onu, bu ülkede çok uzun süredir gündelik hayatın her anını ve alanını faşizm ele geçirmiş olduğu için öldürdüler”.  Meseleye böyle bakınca, tıpkı Dağıstanlı’nın hissettiği gibi, “Türklük”ten istifa edecek kadar derin bir utanç, öfke ve karamsarlığa kapılmak işten değil.


Diğer taraftan, cinayete gösterilen hızlı ve kitlesel tepki, tabiatıyla pek çok yüreğe su serpti.  Yıllardır sokaklarda, katılımı böylesine içten, yürekten olan bu kadar büyük bir toplanma ve yürüyüş görülmemişti.  Türkiye’de demokratik, çok kültürlü ve barışçıl bir ortamı özleyenler için de müthiş bir “moral doping” oldu bu. Bu havaya bakarak, kimi yorumcu, bir “milat”tan, kimisi ise “sessiz çoğunluğun sesini artık duyurduğundan”den bile dem vurdu.  Gerek 301 maddesi, gerek alınmayan polisiye önlemler konusunda cinayetten dolaylı olarak sorumlu bulunmasına rağmen, hükümetin cenaze ve yürüyüşe lojistik destek sağlaması da, Türkiye’nin olağan koşullarında iyi bir işaretti.  Hükümetin ayrıca diyasporadan ve Ermenistan’dan önemli ve etkili figürleri cenaze törenine davet etmesi de iyi bir işaretti.


Ama işte hepsi galiba bu kadar.  Herşey bir yana, hükümet bizzat attığı bu sınırlı sayıdaki olumlu adımlarda bile, ne kadar ürkek ve çekingen olduğunu gösterdi.  Çeşitli uyarı ve eleştiriye rağmen, başbakan, fevkalade geçerli bir mazereti varken, önceden belirlenmiş programının arkasına saklanarak, cenaze törenine katılmaktan kaçındı.  Bu yetmiyormuş gibi, törene hükümeti temsilen gönderdikleri arasında 301 ve güvenlik konularıyla özdeşleştirildikleri için en istenmeyecek durumda olan iki bakan vardı.  Keza, cumhurbaşkanı da benzer ve aynı derecede yetersiz bir gerekçeyle törene katılmadı; ama Ermeni soykırımına dair düşünceleri dolayısıyla Orhan Pamuk’u Nobel ödülü için usulen kutlamaya bile yanaşmayan bir cumhurbaşkanının, katılmamak için resmi hiçbir gerekçesi de olmasa, bu törene gelmesi ne kadar beklenebilir zaten?  Öte yandan, törene muhalefetteki büyük parti liderlerinden de hiçbiri katılmadı.  Üstelik, günlük programları da tamamen müsaitken.  Herhalde yüzleri yoktu, cesaret edemediler.  Ama çok muhtemeldir ki, yüzleri, gönülleri olsaydı da cesaret edemezlerdi.  Çünkü gözleri başka yerdeydi.  Aslında, iktidardan muhalefete tüm liderlerin gözleri “o başka yer”deydi.


“O başka yer”, malum, Türkiye’deki gerçek “sessiz çoğunluğu” meydana getiren, hadi hepsini burada bir çuvala koyalım, “milliyetçi, muhafazakar, dinci, dindar” sıfatlarıyla anılagelen o muazzam kitledir.  Bugün Türkiye’de hiçbir büyük parti lideri veya elitinin, arzu ve beklentilerine aykırı düşen en basit fakat doğru bir adımı bile atmaya cesaret edemeyecekleri kitledir bu.  Onların hepsinin seçimlerde kaderini tayin eden, dahası, neredeyse varlık nedenlerini oluşturan kitle.  Hrant’ın cenaze yürüyüşüne katılan o büyük kalabalığın içindeki hemen herkesin, en iyimser anlarında bile, akıllarından atamadıkları, silemedikleri şey de, işte bu kat be kat büyük kitlenin o kocaman gölgesi, kapsayıcı gerçekliğiydi.   Yürüyüş sonrasında, üzerilerinde taşıdıkları fotograf ve pankartları atmadan evlerine dönenlerden birçok insanın, çevrelerinde karşılaştıkları boş ve biraz şüpheli bakışlar belki de en bariz göstergesiydi bu gerçekliğin.


Haberlere bakılırsa, diyaspora ve Ermenistan Ermenileri cinayete gösterilen yaygın tepkiden etkilenmiş.  Eğer onlar etkilendiyse, Türkiye Ermenilerinin haydi haydi etkilendikleri ve böylece kendi konumları ve gelecekleriyle ilgili cesaretlendikleri bile tahmin edilebilir.  Hrant Dink’in en büyük misyonu, Türkiye’deki Ermeni cemaatini, bazen bu cemaatin geleneksel yapı ve otoriteleriyle sürtüşme pahasına da olsa, kendi kabuğu dışına çıkarmak, ezik ve edilgin azınlık mensupları gibi değil, başı dik ve etkin Türkiye yurttaşları olarak yaşamasını sağlamaktı.  Pek çok yorumcu, Hrant’ın ölümünün, acı bir teselli kabilinden, bu misyonunun gerçekleşmesine, hiç değilse Türk ve Ermeni toplumlarının yakınlaşmasına vesile olduğunu söylüyor.  Yakınlaşma doğru olabilir; özellikle çok daha fazla sayıda Türkün, Ermeni meselesine kafa yoracağı, Agos okuyacağı ve azınlık konularına aşina olacağı kesin.  Ama Hrant’ın ölümüyle Ermeni cemaatinin kabuğu dışına bir nebze olsun çıktığını veya çıkacağını söylemek, maalesef pek mümkün değil.  Tersine, kabuğunun dibine daha da çekildiğini söylemek sanki daha mümkün.


En azından, cinayetin daha ilk saatlerinden itibaren, benim izlenimim bu oldu.  Olay anında tesadüfen yakınlarda bulunduğum için, haberi duyunca Agos’un önüne gitmem uzun sürmedi.  Gerek oraya giderken, gerek orada şaşkınlık ve şok içinde bekleşen kalabalık arasında dururken, kulaklarıma çalınan şu sözleri unutamıyorum: “Yazık oldu adama! Ama son zamanlarda fazla konuşuyordu, o kadar ileri gitmeyecekti…”  Bu sözler, Hrant’ın öldürülmesini kınayan, kınadığını söyleyen insanların ağzından çıkmıştı.  Ama beni asıl irkilten, aynı mantığa dayalı benzer sözlerin yalnız Türklerin değil, bizzat Ermeni cemaatinden olduklarını anladığım, bildiğim insanların da ağzından dökülmüş olmasıydı: “Bunu hakketmiyordu, çok yazık oldu.  Ama işte böyle ön plana çıkmayacaktı.  Burası Türkiye…”  Belki çok tekil örneklerdi bu sözler; fakat gene de baskı ve şiddetin peşinen kabulünü içeren ortak bir söyleme işaret ettikleri aşikar.  Pek çok Ermeniyi cenaze yürüyüşüne katılmaktan alıkoyan psikolojiyi açıklayan da bu ortak söylemdir sanırım.  Nitekim yürüyüş sırasında gözüm Ermeni arkadaş ve tanıdıklarımı aradı; çoğunu göremedim.  Sonradan, “işimiz gücümüz var, meşguldük” deyip gelmediklerini öğrendim.  Yürüyüşe katılan oğlumdan da, sınıfındaki bazı Ermeni arkadaşlarının gelmesini ebeveynlerinin özellikle yasakladıklarını duydum.  Bu yürüyüş hiç kuşkusuz, öncelikle Türk –ve Kürt!—kökenlilerin bağrından kopan bir olaydı.  Ermeni kökenlilerin bu olaydaki payının, beklentilerin ve tahminlerin epey altında kalmış olması kuvvetle muhtemeldir.  


Türkiye’deki Ermenilerin cinayet ertesindeki psikolojisini belki de en iyi Etyen Mahçupyan’ın 22 Ocak’ta Zaman gazetesinde çıkan makalesi yansıtıyordu.  Bu makalesinde, sonunda bir tür ırkçılığa varabilecek bir ümitsizliğin kıyısında geziniyordu Mahçupyan’ın düşüncesi: “ Hrant’ın gidişi Türklerin bize ‘Artık kendinizi kandırmayın’ demesidir belki de… Çocukluğumdan beri…babam sık sık geçmiş örneklere dönerek fazla kendimi yıpratmamamı, çünkü ‘bu Türklerin değişmeyeceğini’ konuşmasının bir yerine iliştirirdi.  Kendi babası da ona hep bunu söylemiş ve nihayette haklı çıkmıştı… Anlaşılan her Ermeni nesli geleceğin artık eskisi gibi olmayacağı kanaatiyle kendini bir süre avutuyor, sonra da Türklerin değişmeyen özüyle karşı karşıya geliyordu.  Ama Hrant’la ben bu telkinlerin üzerinde durmaz, kendimizi ikna ettiğimiz bir umut çizgisi üzerinde yolumuza devam ederdik.  Şimdi düşünüyorum da demek ki henüz gençmişiz… Babamın çoktan öğrenmiş olduğunu bilecek yaşta değilmişiz…”  Bünyesi ve dünya görüşü hiçbir ırkçılığı kaldırmaya müsait olmadığından, Mahçupyan  makalesinin sonunda gençliğinin o umut çizgisine dönmeden edemiyor, ama bir yandan da, “bugün sokaklarda Hrant için biriken insanlara bakarak değişime” inanmanın, bir başka yeni avuntudan ibaret kalıp kalmayacağını sormaktan da kendini alamıyordu.


Türkiye Ermeni toplumunun bu gün kaç üyesinin Mahçupyan kadar genç kaldığını, kalabileceğini kestirmek doğrusu çok güç.



Adnan Ekşigil
26 Ocak 2007

640910cookie-checkKaramsarlık, iyimserlik, öfke, umut: içiçe, ardarda
Önceki haberALMANYA’DAN… Teşekkürler
Sonraki haberABD’den İran’a: Sürekli komşunuzuz
Adnan Ekşigil
Adnan Ekşigil 1953’te Istanbul’da doğdu. UCLA’da (University of California at Los Angeles) siyasal bilimler okudu, 1974’te mezun oldu. 1975 – 1981 arasında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1980 darbesinin ardından, YÖK’ün de kurulmasıyla birlikte fakülteden ayrıldı. 1982 – 1987 yılları arasında Fransa’da yaşadı, çeşitli yayın ve çeviri işlerinde çalıştı ve gençliğinden beri hobisi olan tarımla bağlantılı bazı projelere katıldı. 1983 – 84 yıllarında Sorbonne’un (Université de Paris) Felsefe Fakültesi’nde en sevdiği Fransız düşünürlerden olan Jacques Bouveresse’in seminerlerini izledi ve DEA yaptı. 1991’de, Trakya’da önceden başlatmış olduğu kavak yetiştiriciliğini genişleterek, fide ve fidan üretimine dönük çiftlik kurdu. 1992 – 2004 yılları arasında, Boğaziçi Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’nde, Yeditepe Üniversitesi’nin de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yarım ve tam-zamanlı olarak belirli aralıklarla dersler verdi. 2007’ten beri zamanının önemli bölümünü Kanada’nın Montreal kentinde geçirmekte olup, halen eski ve “arkaik” tohum koleksiyonculuğu, ağaç fidesi üretimi ve fidancılık ürünleriyle ilgili çeşitli ticari ve deneysel faaliyetlerde yer almaktadır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.