KARANLIK VE CEHALET

Ne hazindir ki, filozoflar ve gerçek aydınlar karanlıktan söz edip, ışık arayışını sürdürürken, genel halkın, özellikle de cahil kesimin ne karanlıkla bir işi olmakta ne de ışık arayışının peşine düştüğü görülmekte. Bu bağlamda iki ünlü edebiyat insanının karanlık, cehalet ve ışık arayışı ile ilgili veciz sözleri gözümüze takılır, fakat ruhumuza nüfuz edemez. Londra’da Shakespeare anıtının yanında, mealen, karanlık değil, var olan cehalettir ibaresini taşıyan yazı, sanki aydınlık arayanlara aslında kaybolanın ne olduğunu anlatmaya çalışırcasına ruha kazımaktadır. Bir diğer düşünür, edebiyatçı Goethe de yaşamının son anında daha fazla ışık istemiştir. Nedir bu aydınların karanlıkla ya da cehaletle dertleri; nedir karanlığı cehaletten ayırma çabaları? Türkçede de cehaletten söz edilirken çoğu zaman “kör cahil” ifadesi kullanılır ve cehalet karanlıkla özdeşleştirilir. Bugün, Shakespeare’e katılarak, karanlıktan çok daha derin anlam ifade eden cehaletin üzerinde durarak, sadece toplumumuzla ilgili değil, tüm dünya sistemi ile ilgili bazı hususları tartışmaya açmak istiyorum. 

Sözü edilen kavramlara iktisadi ve sosyolojik içerik kazandırma egzersizinde, Shakespeare’in toplumsal ortamda var olanın karanlık değil cehalet olduğu üzerinde yaptığı vurguya değinmekte yarar görüyorum. Karanlık fark edilir, içindeyken de algılanabilir, fakat cehalet fark edilemez, hele de içinden hiç algılanamaz, zira cahil cehaletini algılayamaz, anlaşılamaz olgunun sağaltılmasına da gidilemeyeceğinden, cehalet cehaleti besler. Bu özelliklere dayalı olarak iki ünlü düşünürün cehalet ya da karanlık olguları üzerinde durmalarının nedenini ve düşüncelerini toplumsal bir öğreti olarak toplumlara yansıtmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Nasıl bir öngörü ki, henüz kapitalizm günümüzdeki hızını alıp tüm yerküreyi evrenin çöp sepetine gönderme alametlerini net olarak göstermemişken; henüz Hitler’in Heiddegger ve döneminin çeşitli alanlardaki aydınları da dâhil tüm halkı baskılayarak gütmeye ve tüm dünyayı ateşe dönüştürmeye yönelmemişken; günümüzün çoğu diktatörlerinin halkları üzerinde olduğu kadar, halklarına dayanarak çevrede hâkimiyet görüntüsü yaratmaya çabalamaya yönelmemişken, sanki bugünleri görmüşçesine halkları ikaz görevlerini yapmışlar. Daima özgürlüğe vurgu yapan bu ve benzeri düşünürler şunu görmüşlerdir ki, cehalet, bir diktatörün halkları baskı altına alarak güdülemesinin en ucuz ve kolay yoludur. Zira yine Goethe’ye dönersek, başka bir veciz ifadesiyle, kural koymanın yönetmekten çok daha kolay olduğunu görürüz. Hannah Arendt’in tanımıyla halkların kitlelere dönüştürülüp, kural koyarak kolay yönetilir konuma sokulmaları durumunda kurallar göstermelik olup, yönetim biçimi olarak gütme öne çıkar. Üst düzey yargı kararlarının sayılmamasının siyasal erke itibar kazandırdığı, yargının araçsallaştırıldığı, medyanın tek söz konumuna çekildiği bir toplumda tabii ki özgürlükten söz edilir, çünkü yaşatılandan değil, yaşatılmayan kurumlardan söz edilerek halk ikna edilmeye çalışılır.  

Kapitalizm tüm yerküreyi elimizden alıp evrensel çöplüğe yolluyorken; ileri ülkelerde hâlâ rekabetin fazileti tartışıyor, neoliberal politikalarla insanın karanlıkta yalnızlaştırılmasını hedefleyen bireyci görüşleri alkışlanıyorsa, gelişmekte olan ekonomilerde ise salt politikanın kendisine yedeklediği dincilik karanlık olarak algılanıyorsa cahiliyetin tüm çevremizi kuşattığı karanlıktayız demektir. Üstelik de sistemin beslediği bu karanlık Goethe’nin “daha fazla ışık” ını da karartmaktadır. Kapitalizm, ileri ekonomilerde silahlı ve kalemli güçleriyle, Ortadoğu gibi geri ve kalkınmakta olan ekonomilerde ise dincilik ve toplumun fışkırttığı yüzeysel aydın cehaletiyle insanlığı tutsak almaktadır. Ne hazindir ki, insan dokusunda davranış kalıbına bürünmüş soyut kapitalizm, adeta insan biyolojisinde gelişen kanser tümörünün vücudu mezara taşımasına analojik olarak, her şeyi çökertirken tüm somut dokuları da mahvetmektedir. Bireyselleşip örgütsüzleşerek yalnızlaşan insan kapitalizm tümörünün mahvedici etkisinden kurtulma şansına sahip olamaz. Sürecin görece yavaşlığı ve olası sonucun görece uzaklığı hissedilemeyen karanlığı derinleştirmekte, cehaleti işe koşmaktadır. 

Kapitalist sistem insanı özverili değil, özalımlı dokuya dönüştürmektedir. Tüm maliyetler dışarı, tüm yararlar içeri mantığının başat kılındığı özalımlı dokuyla donatılmış insan psikolojisinde diğerkâm anlayış yeşeremez. Bu koşulda her insan özalımlı ve bir anlamda örtülü savaşçı olmak; her sanayi işletmesi anlık en yüksek kârı sağlamak; her ulus uluslar topluluğunda en üst düzeye çıkmak amacını güderken, hiç kimse huzur içinde rahat olamaz, hiçbir sanayi işletmesi uzun süre yarışı sürdüremez, hiçbir ulus uzun süre en üst düzeyde kalamaz, çünkü bu yarışta sistemin zirvesi sanılan yere ulaşılırken, bizzat sistemi besleyen maddi dokular, doğa mahvolur. 

Bu büyük tabloyu kalkınmakta olan bir ekonomide aynı anlayışla büyümeye çalışan işletmelere uyguladığımızda Türkiye’nin acı manzarası ile karşı karşıya kalıyoruz. Patronun verimli yatırım yapmaması sorgulanmadan emekçiler giderek geriletilip asgari ücrete mahkûm edilirken, diyanet kurumu faizi meşrulaştırarak siyasetin yanına sığınırken, aydınlanma yeri olduğu sanılan eğitim kurumları karanlığa sürüklenirken, hak dağıttığı düşünülen yargı sisteminin siyasetin güdüsünde yerine ve güce göre esamisi dahi okunmayan yüksek kurumlarıyla varlığını sürdürdüğü düşünülürken, emperyalist güçlerin karşılıklı güç gösterisine sahne olan Ortadoğu’da mezhep çatışmaları kargaşasında başat olmaya çalışan bir siyasi yapı, ülke güdülemesini parti yönetimine göre ayarlayarak karanlıktan medet umarcasına ülkeyi cehalete sürüklemede beis görmezken karanlıkta yürünüyor, cehalet algılanamıyor demektir. Cehaletin algılanamamasının en belirgin görüntüsü ise tüm eleştirilerin bazı siyaset ya da yönetsel hatalar sonucunda olduğu şeklindeki sahte görüşü ile asıl sorumlu sistem dinamiğinin geri plana çekilmesidir. Eğitimin çökertildiği yerde cehalet; adaletin çökertildiği yerde karanlık; medyanın çökertilip tek-sesliliğe dönüştürüldüğü yerde ise dikta rejimi vardır. Böylece oluşturulan doku üzerine yapıla anket sonuçları, dokunun oluşturduğu yapıyı tanımlarken, aynı zamanda da dokunun etmen faktörünü meşrulaştırmış olmaktadır. İşte kapitalizmin bir başka ters görüntü sunma mahareti; anketlerle oluşumu meşrulaştırmak!

Yaklaşık yarım yüzyıl öncesinde kaybetmemize rağmen hâlâ ününü sürdürüyor olan blues-rock şarkıcısı Janis Joplin’e sesinin özelliği sorulduğunda verdiği yanıt, şarkı söylerken içinde olduğu, dolayısıyla içeride olunan bir şeyin tanımlanmasının olanaklı olmadığı şeklindedir. 

2377540cookie-checkKARANLIK VE CEHALET

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.