Kitap konusunda oynanan oyunlar…

Oktay Şimşek sayıları az kalmış idealist, düşün ve kültür dünyasına önem veren yayıncılardan. İş hayatına yayıncı olarak başlamamış ama, anne ve babası Köy Enstitülü olup da edebiyata bulaşmamak mümkün olmadığı için, kendini bu dünyadan uzak tutamamış. Bizce Şimşek’in hayatını 1980 öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak gerekiyor. 1980 öncesinde asker olan, hatta mecburiyetten Doğu’da iki yıl kaymakamlık bile yapan bir Şimşek var. 1980’den sonraki hayatında ise gazetecilik ve yayıncılık var.


Oktay Şimşek 1988’den beri Papirüs Yayınlarıyla düşün ve kültür dünyasına eserler sunuyor. Papirüs’e 2005 yılında Yirmidört Yayınevi’nin eklenmesiyle iki yayınevinin sahibi ve sorumlusu olmuş. O “Yayınevleri imajlarını neyle oluşturmuşlarsa onu bozmak istemezler” düşüncesiyle Yirmidört Yayınlarını kurduğunu söylüyor. “Papirüs, Fakir Baykurt’lar, Mehmet Başaran’lar basmış bir yayınevi. Türkiye’deki yazarların önemli bir bölümünün kitaplarını basmış. Herkesin yapamadıklarını yapmış, şiirden vazgeçmemiş, yurt dışından yazarları okurlara kazandırmış ve çizgisini belli etmiş bir yayınevi. Ama dönem değiştikçe, koşullar değiştikçe, yeni arayışlar, yeni anlayışlar ortaya çıktıkça, yayıncılık adına bir tarafın eksik kaldığını düşündüm ve bilim, politika, inceleme ve akademik yayınları basmak için Yirmidört yayınlarını kurdum” diyor. 


Oktay Şimşek’le son yıllarda çok zor bir döneme giren yayıncılık sektörünün sorunlarını konuştuk.


-Oktay Bey, 1980 öncesi farklı bir iş yaparken birden gazetecilik ve yayıncılık sektörüne geçtiniz? Bu değişim nasıl oldu?
-Evet, doğru…  80 öncesi farklı işlerle ilgilendim. Kitapla ilgilenmem 80’le başlıyor. 12 Eylül öncesinde devlette çalışmışlığım, memurluğum var. Kara Harp Okulu mezunuyum. Bir de İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim. 12 Eylül’de yüzbaşı rütbesindeyken askerlikten atıldım. Askerlik hayatım boyunca her yıl farklı bir yerde olmak üzere, çoğunlukla da sürgün gezerek Anadolu’da görev yaptım. Hatta kaymakamı olmadığı için bu illerden birinde iki sene kaymakamlık bile yaptım. 1980 öncesi hayatımı anlatmaya başlarsam bitirmem. Günlerce anlatabileceğim yaşanmışlıklar var. O yüzden hemen sorunuza cevap vermek istiyorum. Yayıncılık sektörüne nasıl geçtiğimi sordunuz. Valla ben Köy Enstitülü bir anne babanın çocuğuyum.  Galiba hem annesi hem babası Köy Enstitülü olursa farklı bir şey ortaya çıkmıyor. Annem ve babam şair ve yazardı. Benim de işim kitap oldu.


-Anne ve babanızın eserleri var mı?
-Babam Selahattin Şimşek’in “Köycü Oktay” ve “Hakkari Dedikleri” adlı iki kitabı var. Yaşasaydı bugünün en önemli yazarlarından biri olurdu. Hakkari’de öldü. 1960 yılının 5 Mayıs’ıydı. Yani 27 Mayıs’tan 22 gün önce Zap suyunda boğuldu. Cesedi bulunamadı. Demokrat Parti döneminde onun gibiler çok büyük bir baskı altındaydı. Hakkari’ye gönüllü gitmişti. Çok iyi bir yazar, iyi bir aydın ve iyi bir eğitimciydi. Ama ne yazık ki 32 yaşında, ardında üç çocuk ve iki kitap bırakarak gitti. Annemin o dönemde dergilerde yayınlanan öyküleri vardı ama, babamın ölümünden sonra üç çocuğa bakmak, onlara hem annelik hem babalık yapmak, yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak ağır bastı ve yazmayı bıraktı.


-Sizin kitap serüveniniz nasıl başladı?
-Askerlikten atılınca Cumhuriyet gazetesine girdim. 7 – 8 yıl çalıştım Cumhuriyet’te. Tabii orada da kitapla ilgili işler yaptım. Cumhuriyet Kitap Kulübü’nü kurdum örneğin. Kitap Kulübü çok büyük ilgi gördü. İlk duyurusunu yaptığımızda bir ayda 40 bin mektup aldık. Okurun beklentilerini belirledik. Dünyadaki diğer kitap kulüplerini inceledik ve 12 Eylül sonrası ortamla örtüşecek bir yapılanma oluşturduk. Ben bu kulübü klasik bir kitap kulübü olmaktan çok bir kültür kulübü olarak düşündüm. İki yıl içinde 26 ilde temsilciliği oldu. Üç yılın sonunda 40 bin üyesi vardı. 450’nin üzerinde yayınevi bu kulübün üyesiydi. Bence bu Türkiye’nin en önemli kültürel adımlarından ya da açılımlarından birisidir. Şu kadarını söyleyeyim, eğer bugün kitap fuarları yapılıyorsa, Cumhuriyet Kitap Kulübü sayesindedir. Çünkü biz 6 ilde kitap şenlikleri düzenliyorduk. Kitap fuarlarının ilk adımlarıdır bunlar. TÜYAP’ın ilk kitap fuarının protokolünde benim de imzam vardır. Yapımcılar yayınevlerini fuar düşüncesine alıştırıp fuara getirtemiyorlardı. Ben kulübün üyesi yayın evlerinin kitaplarını toparlayıp götürüyordum.


Yayıncılık dünyası için ilk kez denetim mekanizmasının oluşturulması, satış ve dağıtım merkezlerin oluşturulması, pazarlama birimlerinin, araştırma birimlerinin oluşturulması hep o dönemde yapıldı.


Kitap Kulübü sayesinde Cumhuriyet Gazetesi’nin tirajı 68 binden 150 bine çıktı.


-Açıkçası bugün herhangi bir gazetenin tirajını bu kadar arttırsanız patron tarafından el üstünde tutulur, zengin olurdunuz?
-Bu neyi, ne için yaptığınızla ilgili bence. Biz çok idealisttik. Zaten bugün hala idealist olduğum için çok zor koşularda çalışıyorum. Birçok insan terk etti bu tavrı. Biz terk etmedik. Biz işimizi, işin kendisini nasıl yapacağımıza izin vermeleri ölçüsünde yapmayı istiyorduk ve yapıyorduk. Yoksa bize makam versinler para versinler diye yapmıyorduk.  Hiçbir zaman bilgimi satayım diye düşünmedim. Benim düşüncem Türkiye’deki okur kitlesine ve yayın sektörüne yeni açılımlar sunacak çalışmalar yapabilmekti. Türkiye’deki nitelikli okuru arttırabilmekti.


-Başarabildiniz mi peki?
-Bir dönem için evet ama, çok üzülerek söylüyorum ki,  Türkiye nitelikli okurunu kaybetti. Bunu açıkça söyleyebilirim.


-Neden?
-Bunu Türkiye’deki değişimle özetleyebiliriz. Şöyle söyleyeyim. Bizdeki idealist tavrı bugünkü gençlerde göremiyoruz. Bizim tavrımızı bugünkü gençlik aptallık olarak adlandırabilir. Gençler sadece paraya odaklanmış durumda. Bugün işe almayı düşündüğünüz kişilerin size soracakları sorular “kaç lira vereceksiniz”  “kaç yıllık sözleşme yapacağız”,  “benim kariyerim ne olacak” ya da “araba verecek misiniz” olacaktır.
Bu 80 sonrası, Özal’la birlikte başlayan bir süreç. Bu süreçte yeni bir orta sınıf yaratıldı. Bizim bildiğimiz, Özal’ı iktidara getiren “orta direk” dediğimiz sınıf değil bu. Bu sınıf Özal’la birlikte hızlı kapitalistleşme sürecinde oluştu. Şirketler serbest piyasa koşullarının getirdiği rekabete dayanabilmek için bu orta sınıfı yarattı. Şöyle söyleyeyim Özal’la birlikte adlarını duyduğumuz “yuppiler”, “prensler” vardı ya, işte onların oluşturduğu bir sınıftı bu. Şirketler çok hızlı teşviklerle ihracat yapabilmek için, hatta olmayan malları hayali ihracatla satabilmek için dil bilen, yurt dışında yetişmiş bir kadroya ihtiyaç duydu ve bu orta sınıf çok hızlı oluştu. Fotoğrafı şöyle düşünün. Sözleşmelerini yıllık şu kadar dolar diye yapan, emrine arabalar, lojmanlar, evler verilen ama, hafta sonlarında pazar sabahları Belgrat ormanlarında yönetim kurulu başkanlarıyla onların arkasında dörtlü sıralar halinde yürüyen ya da koşan bir tabaka. Hızla oluşan bu orta sınıf, yine hızla, on yıllık bir ömürle dağıldı, yok oldu. Onlara ihtiyaç olmadığı anlaşıldı. İşte en büyük çöküntüyü bu yeni orta sınıfın oluşu ve yok oluşu yarattı. Düşünün bir kere, sermaye sahibi olmuş sanayiye yatırım yapacak Antepli, Sivaslı, Manisalı bir iş adamının burjuva kültürüyle ne işi olabilir ki? Onları eğiten, pazar sabahları koşması gerektiğini söyleyen, şirketlerde “happy hours”lar yaptıran bu orta sınıftı işte. Tutmadı. Onlara ihtiyaç olmadığı anlaşıldı. Eşekten düşmüşe döndüler. Şimdi bunların gidecek yerleri yok. Bu yüzden bu düzenin en öfkeli kesimini onlar oluşturuyor.


-Nitelikli okur sayısının düşüşündeki en önemli etken Türkiye’deki değişimdir diyorsunuz. Yayıncılık sektöründe ne tür değişimler yaşandı?
-Yayıncılık açısından baktığınız zaman bu değişimin üç önemli boyutuyla karşılaşıyoruz.
İlki okuma alışkanlığı kazandırabilecek, nitelikli – bilinçli okur yetiştirebilecek daha önceden az çok yürüyebilen her türlü uygulamaya son verildi. Örneğin ilk bakışta çok güzel bir uygulamaymış gibi görünmesine karşın ders kitaplarının devlet eliyle dağıtılması bile bunu olumsuz etkiledi. Çünkü çocuğun ailesiyle birlikte kitapçı ya da kırtasiyeciye gidip kitapla temas etmesini yok ettiler. Kitapçıya gitmek bir alışkanlıktır. Ders kitabı ya da yardımcı ders kitabı nedeniyle de olsa o çocuğun kitapçıdan ya da kırtasiyeden içeriye girmesi, o ortamı koklaması, o kitaplara dokunabilmesi çok önemlidir. Çocukların bu havayı soluması engellendi. Buna kampanyalar yardım etti. Medyanın kuponla ya da bedava kitap vermesi çocuğun gözünde kitabın biraz daha değersizleşmesini sağladı. Kuponla alınan kitabın çocuğun gözünde balondan farkı olmaz. Kitabı bedava verilen bir şey olarak algılayacağı için, parayla kitap alma alışkanlığı kazanamaz.


Nitelikli okur kaybetmenin ikinci boyutu satış noktalarında yaşanan değişimlerdir. Eskiden kitapçılar vardı ve sadece kitap satardı. Bugün kitap marketleri var ve kitap orda satılan ürünlerin içerisinde azınlığı oluşturuyor. . Eskiden kitapçıya gittiğinizde yeni çıkan her kitabı bulurdunuz. Şimdi sadece çok satanları bulabiliyorsunuz. Eskiden kitapçılarda çalışan birine herhangi bir kitabı söylediğinizde, eliyle koymuş gibi bulurdu. Elini bir rafa sokar, önden iki sıra kitabı çeker, arkadaki üçüncü sıradan kitabı çekip çıkarırdı. Çünkü işleri buydu. İşleri kitabı takip etmekti. Şimdi kitap evlerine gittiğiniz zaman, reyon sorumlusu bilgisayara bakıyorlar, sonra da bulunduğu rafa gidip kitabı arayıp buluyor. Çünkü onun işi satış yapmak, kitabı takip etmek değil. Onlar kitap okudukları, kitabı sevdikleri için işe alınmamışlar ki…


Kitaplar şimdi hiper ya da gros marketlerde de satılıyor. Bu marketlerde kitaplara uygun görülen yerlerin çoraplara uygun görülen yerlerden farkı yok. Kitaplar bir liralık, 2 liralık, 3 liralık kitaplar diye ayrılan sepetlerde satılıyor. Böylece kitapta seçici olma durumunuz yok ediliyor. Tek ölçü var üzerindeki etiket. Hangisini istersen ya da hangisine gücün yeterse onu alırsın. Satış noktalarındaki bu yapısal değişim kitabı değersizleştiren, nitelikli okuru yok eden bir süreci başlatmıştır.


Türkiye’de nitelikli okuru kaybetmemizin üçüncü nedeni de yayıncılık sektörüne giren sermayedir. Büyük sermayenin Türkiye’nin yayıncılık sektörüne el atmış olması, kültür ürünü olan kitabın bir sanayi ürünü gibi algılanmasına yol açmıştır. Büyük sermaye “eğer bu ülkede birleri bir şeyler okuyacaksa, arabasını, beyaz eşyasını, gömleğini, çorabını bizden aldığı gibi onu da bizden almalı” diye düşünüyor. Büyük sermaye nitelikli okur yerine tüketici okuru tercih eder. Onların gözünde okurun diğer sektörlerdeki tüketiciden farkı yoktur. Tüketici okur ise, moda olan, en çok tanıtılan, reklamı en çok yapılan kitaba ilgi duyar. O kitabı okumazsa sınıfsal olarak da bir şeylerden eksik kalacağını düşünüyor. Tıpkı bir çocuğun illa belli bir marka ayakkabı alıp giymesi, insanların illa belli marka arabaları alıp kullanması gibi, kitapta da markalaşma başladı. Kitapta artık yazar yok, marka var. Seçici okur yok, tüketici okur var.


-Bestseller yayıncılık da buna biraz hizmet ediyor olsa gerek.
-Hem de nasıl. Zaten Türkiye’de bestseller yayıncılığı, tüketici okur yaratmak için bilerek, isteyerek yerleştirdiler. Bir liraya, 2 liraya kitap sattılar ve bunu çok büyük miktarlarda sattılar. Göstermelik bir şeydi bu. Sermaye sahiplerine kitabın da 200 bin, 300 bin adet basılıp satılacağını göstermek istediler. Kitap sektörünün de sanayi olduğunu anlatmaya çalıştılar. Radikal Gazetesi bunun başını çekti. Ben Radikal’in kokteylinde İsmet Berkan’a “Yaptığınızı beğeniyor musunuz” diye sorduğumda “Türkiye’de kitabın sanayi tipine dönmesi gerekiyor. Bir sanayi ürünü gibi üretilmesi ve tüketilmesi gerekiyor” demişti. Bana “Bu işi babanızın hayrına mı yapıyorsunuz? Tabii ki hayır, para kazanmak için yapıyorsunuz. Para da böyle kazanılır” diyebilmişti. Bir kültür ürünü olan kitabı sanayi ürünü olarak gördüğünüzde her şey bitmiş demektir. Bir kültür ürününü sanayi ürünü olarak görmek, onu kültür niteliğinden ve toplumsal sorumluluk anlayışından sıyırmak anlamına geliyor. Yapmaya çalışılan şey buydu ve bunda da başarılı olundu.


-Her yazar çok okunmak ister. Bu anlamda bestseller yayıncılığın yazar açısından olumsuz etkisi ne olabilir?
-Bence bir yazar için tehlikesi şu. Bestseller yayınlara bakan yazarlar “benim de 50 bin, 100 bin satan kitabım olabilir”, “ben de para kazanabilirim” diye düşünmeye başlıyor. Böylece bu tür kitap basan yayınevlerinin peşine düşüyor. Önce güzel karşılansalar bile, sonra onlara nasıl yazacakları söylenmeye başlanıyor. “Satabilmen için şöyle yapmalısın” denmeye başlanıyor. “Bugünün konusu şudur, şu konuda şöyle bir roman yazarsan bunu basarız”a geliyor iş. Ya da yazarda kendiliğinden bir kontrol oluşuyor ve “çok satabilmek için şu konularda yazmalıyım” demeye başlıyor. Devletin yazarlarını böyle ortada bıraktığı bir ülkede, doğal olarak yazarlar kendi başlarının çaresine bakmak istiyor. Devlet yazarını bilerek, isteyerek büyük sermayenin kucağına itiyor. Oysa sosyal devletin yazarlarına, kültür üretimi yapan yaratıcılarına tavrı bu olmamalı.


-Peki telif hakları yazarların haklarını korumaya yetmiyor mu?
-Küresel sermaye bütün yukarıda saydıklarımızı yapmak istedikleri ülkelerde işe telif ve patent yasalarını değiştirerek başlıyor. Diğer sanayi sektörlerinde de bunu yaptılar. Örneğin ilaç sanayinde bu yaşandı. Türkiye patent yasasıyla baş ağrısı ilacı bile üretemez duruma getirildi. Yerli ilaç firmaları tek tek kapandı. Yarışamadılar. Yarışma şansları yoktu. Hangi ilaca el atsalar, patentinin çok uluslu şirketler tarafından çok önceden alınmış olduğunu gördüler. 


Hatırlarsanız Telif Hakları Yasası bir gecede çıktı. TÜYAP’ın Beylikdüzü’ne gitmeden önceki son yılıydı. Tepebaşı’ndaki son fuardı. Etkinliklerden biri “bandrol yönetmenliği ve telif yasası” konusunuydu. O zamanki Kültür Bakanlığı Genel Müdürü de oradaydı. “Bir oldu bittiyle yeni bandrol yasasını getiriyorsunuz” diye sıkıştırdığımız zaman, “Şu anda Amerika’yla eksik kotaların yükseltilmesi konuşuluyor. Bize telif hakları yasası çıkmazsa bu kotaları yükseltmeyeceklerini söylediler” demişti. Bu yüzden alelacele Microsoft’un Teklif Hakları Yasası Türkçe’ye çevrildi ve bir gecede çıkarıldı.


Görünüşte çok yenilikçi, reformist bir yasa gibi görünüyor. Yazar telif hakları yasasıyla güvence altına alınıyor. Fakat bugüne kadar hiç kimse bu yasa çıktığı günden beri yazarların durumunda nasıl bir iyileşme olduğunu sorgulanmadı. “Yazarların durumunda iyileşme var mı; eskiye oranla daha iyi mi yaşıyorlar, haklarını alıyorlar mı” diye kimse sorgulamadı. 


Ben söyleyeyim; bunca yıldır yazarların durumunda bir iyileşme olmadı. Bir tek bestseller yazarlarının durumunda düzelme olmuştur. O da bir elin parmakları kadardır. Hadi  taş çatlasın 20 tanedir. 20 taneyi de kitap bazında söylüyorum; aynı yazarın birden fazla kitabı bestseller olmuştur çünkü.


-Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Turgut Özakman, Buket Uzuner Ayşe Kulin, İclal Aydın, Tuna Kiremetçi, İnci Aral gibi yazarlardan söz ediyoruz herhalde.
-Evet, onlar ve belki birkaç kişi daha. Hepsi bu kadar.


-Bestseller yayınlar tüketici okur için yapılıyor ve bunların okurla buluşması sağlanıyor. Peki sizin gibi nitelikli okura hitap eden kitaplar çıkaran yayınevleri okura nasıl ulaşıyor?
-Bu konuda çok ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Bizim gibi yayınevleri tüketici okura uygun eserler basmadığı için kitapevlerine giremiyor. Çünkü kitap marketleri, çok satma kriteri arıyor. Kitaptan başka şeylerden daha çok kazanmak varken, neden sizin az satacak olduğunu düşündükleri kitabınızı satsınlar. Ellerinde 5 bin çeşit kitaptan birer tane bulunduracaklarına çok satan 20 kitaptan 100’er, 200’er kitap bulundurmayı daha az yer, zaman ve elemanla daha çok para kazanmak olarak görüyorlar. Hesap bu kadar basit.


Birde dinci grubun elinde olan mağazalar var. Onlar zaten sizin kitaplarınızı görmezden geliyor. NT diye belki 100’ün üzerinde mağazası olan bir zincir var. Dinci grubun elinde bir zincir bu. Ben her çıkan kitabımı onlara önerdim ama olmadı. Çünkü onlar mağazalarında satılacak kitapları bir yayın kuruluyla seçiyorlar ve kendi anlayışları dışındaki kitaplara izin vermiyorlar.  Bu çok acı bir durum. Bu ülkede bütün bunlar görülmüyor ne yazık ki. Biz buralara Can Yücel bastığınız, Fakir Baykurt bastığınız için giremiyoruz. Yazar gibi yazar bastığımız için, topluma karşı sorumluluğu olan yazarları bastığımız için giremiyoruz. Oysa ben Cumhuriyet Kitap Kulübü’nde Said-i Nursi’nin kitaplarını bulunduruyordum. Çünkü bizim amacımız okuru asla ve asla yönlendirmek değildi, ona demokratik seçim olanağı sunmaktı.


Okura ulaşmak için reklam vermek de bizim için çözüm değil. Çünkü çok pahalı. Kitap dergilerinin bir sayfası 2 bin dolardan başlıyor. Bu da Kitabın maliyetinden fazlasını reklamlara vermemiz demek.


-İnternet nasıl bir mecra? Hem tanıtım yapabilir hem de satabilirsiniz?
-Zaten yaptığımız küçük satışların bir bölümünü internetten yapıyoruz. Ancak buradaki en büyük olumsuzluk şu. Türkiye’deki hiçbir internet satıcısının stoku yok. Siz siparişi verdiğinizde onlar çıkıyorlar, birkaç büyük yayınevi dışında mevcut dağıtıcılardan kitabı alıyorlar. Fakat dağıtıcılar bizim her kitabımızı bulundurmuyor. Örneğin benim 200’den fazla kitabımdan ancak 2 – 3 tanesi vardır dağıtıcılarda. Direkt bizden isteseler, o da imkansız. Çünkü 1000’in üzerinde hareket gören yayınevi var ve hepsi farklı yerlerde. Amazon gibi stoklu çalışsalar sorun yok ama, bu da büyük bir maliyet.


-Çözümü zor gibi görünüyor gerçekten…
-Evet zor ama benim üzerinde dört yıldır çalıştığım bir projem var. Bunu hayata geçirebilirsek sorunlar büyük ölçüde çözülebilir. Yayıncılar Sevk Kooperatifi’ni kurabilirsek, ortak dağıtım ve sevk alanları oluşturabiliriz. Bizim gibi büyük sermayenin dışında kalan yayınevleri bir araya gelerek bu kooperatifi kurabiliriz. Dört yıldır her yayıncı toplantısında bunu anlattım. Geçen sene canları çok yandığı için “gel konuşalım “ dediler. Oturduk konuştuk, bir yıldır yayıncılarla görüşmeler yapıyoruz.


-Kooperatifi kurarsanız neler değişecek? Kooperatif ne işe yarayacak?
-Bir kere ortak sevk depoları oluşturulacak. Avrupa yakasında, Anadolu yakasında, Ankara’da, İzmir’de vs. gibi bölgelerde kooperatifin ortağı yayınevlerinin kitaplarının tamamının olduğu depolar olacak.


Koopratifin kaç ortağı varsa, diyelim ki 35 – 40 ortağı var; bu yayınevlerinin büyün kitapları ortak sevk depolarından dağıtımcılara, kitapevlerine, kitap zincirlerine, internet satıcılarına kitap sevkiyatı yapılacak. Bu depolarda yayınevlerinin bütün kitapları eksiksiz bulunacak. Bu durum dağıtımcılar ve kitapevi zincirlerine karşı güçlü olmamızı sağlayacak; “ya hepimizin kitaplarını alırsın ya da hiçbirimizin alamazsın” deme şansımız olacak. Bir tek beni alamadığında ben onun cirosuna ciddi bir eksiklik yapamam ama, hiçbirimizinkini alamazsa bu onda ciddi bir ciro eksikliği oluşturur ve bu da onun için ticari kayıp demektir.


Bu depolar internet satıcılarının depolarını da oluşturabilir. Çünkü onlar tek tek dağıtıcılara gideceğine, bizim depomuza geldiğinde 40 – 50 çeşit yayınevinin kitaplarını eksiksiz bulacağını bilecektir. Hatta gelmelerine bile gerek yok. Gerekirse biz onlar adına onların çalıştığı kargoya kitapları teslim edebiliriz.


Ayrıca kooperatif sayesinde kitabı oluşturan maliyetleri ortak temin edebiliriz. Biz kağıdı hep üçüncü ellerden alıyoruz, İthalatçısından alamıyoruz. Çünkü “bir tır gönder” diyemiyoruz, ne kadar lazımsa o kadar isteyebiliyoruz. Kağıtçıların çoğu tefecidir ve biz döviz üzerinden ciddi paralar ödüyoruz onlara. Ama kooperatif olarak direkt ithalatçısından alabiliriz, ya da yurt dışından getirtebiliriz. Bu da bize yılda yüzde 40 hatta 50 oranında kazandırır.


-Gelelim Türkiye’deki kitap eleştirilerine. Türkiye’de gerçek anlamda kitap eleştirmeni var mı?
-Yeni kuşaklardan eleştirmen göremiyorum. Fethi Naci’den sonra gelen Semih Gümüş kuşağında birkaç eleştirmen var ama, onlardan sonra gelecek bir kuşak yok. Kitap tanıtımı yapan var ama eleştirmen yok.  Yani okuyan, okuduğunu edebi olarak değerlendiren ve yazan birileri yok.  Zaten artık eleştiri değil de kitap tanıtımı yapılsın isteniyor. Kitabın okura hoş gelecek taraflarını ortaya çıkaran yazılar yazılsın isteniyor. Eleştiri ise kitabı edebi ölçütlerle ele alıp olumlu olumsuz tüm yönleriyle incelemek, irdelemek, değerlendirmek demek.


-Bu da yazarı besleyen bir şey olsa gerek…
-Elbette. Eleştiri olmayınca yazar beslenemez. Bu çok doğru. Oscar Wilde “Yalnızca eleştiren kafa yaratıcıdır” diyor. Eleştiri olmayınca yeni nesillerden yaratıcılık bekleyemezsiniz.


-Sizde son yıllarda dini yayınlarda bir artış gözlüyor musunuz?
-Çok. Zaten demin söylemeye çalıştığım şey oydu. Özellikle AKP iktidarından bu yana adım adım çok kalıcı ve köklü işler yapıyorlar. Kültür Bakanlığı ve belediyeler bir anlamda dinci yayın evlerini koruyup kolluyor. Kültür Bakanlığına ve belediyelere ait kütüphanelere yandaş yayınevlerinden çok büyük rakamlarda kitaplar alınıyor. AKP’nin iktidara geldiği 6 yıldan bu yana her çıkan yeni kitabımı Kültür Bakanlığına bildirdim ama, bir tek kitabımdan 10 adet alınmadı. O kadar çok yayınevi duyuyorum ki, 800 adet, 1200 adet kitapları isteniyor. Bunlar kütüphaneler için istenen kitaplar. Bir de dağıtmak için istenenler var ki, o zaman bu rakamlar daha da büyüyor. Yani yandaş yayınevleri alma ve destekleme boyutuyla yaşatılıyor. Bu bir…


Teşvikler de yandaş yayınevlerine veriliyor. Eğer belli bir kredi sağlanacaksa öncelik onlara sağlanıyor. Bu iki…


Üçüncüsü de belediyelerin kitap basıp dağıtması. Bu bana göre çok haksız olan bir uygulama. İstanbul Belediyesi Kültür İşleri haftada 20 bin kitap basıyor ve ücretsiz dağıtıyor. Parayla satılan kitaplar da basıyorlar. Bu kitapların hepsini yandaş yayınevlerine ya da yazarlara yaptırıyorlar. Yandaş yazarlar ve yayıncılara bu tür kitaplar sayesinde çok ciddi paralar aktarıyorlar. Buna bir örnek vermem gerekirse, bundan bir süre önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi 8 tane semtin tanıtım kitabının hazırlanması işini ihale etmişti. Belediyeden bir arkadaşımla bir yerde sohbet ediyoruz. Bana “Bu 8 kitabın hazırlanması işi ihale edildi, sen olsaydın bu kitaplar için ne kadar teklif verirdin abi?” diye sordu. “Sadece hazırlanması için mi” dedim. “Evet” dedi. Basımı falan yok, sadece içeriği hazırlanacak. “Valla ne bileyim tanesini 2 milyardan hazırlardım” dedim. “Aman abi napıyorsun, çık, çık” dedi.  “4 milyar olsun” dedim. “Aman abi sen adam olmazsın” dedi. Meğer tanesini 600 milyara ihale etmişler. 8 kitap için 4.8 trilyon verilmiş. Bu paralar yandaş yayınevi ve kuruluşlara gidiyor. Hepimizin ödediği vergiler buralara peşkeş çekiliyor.


-Peki Türkiye’de sol yayınlar ne durumda? Sol yayınların bir yayıncıyı tatmin edecek bir okur kitlesi var mı?
-Şu anda yok. Belli bir sosyalist kitle var ama gittikçe azalıyor. Bunu karşılığında büyüyen başka şey var. Son yıllarda sorgulayan araştıran insan sayısı artıyor. Bunların elinde de açıkçası yeterli kaynak olduğunu düşünmüyorum. Doğru ya da yanlış internetten yararlanıyorlar, bir de eski sol klasiklerden.  Sol Yayınlarının, Onur Yayınlarının kitapları var ama bence yeterli değil. Doğru düzgün bir sol yayınlar kitaplığı maalesef yok. Fakat sol yayınlar basan yayınevlerinin de durumlarının iyi olmadığını biliyorum. Satılsaydı bu durumda olmazlardı. 


DİĞER AYAKÜSTÜ SOHBETLER
‘Ukrayna-Rusya krizi bölgeyi de etkiler’
Seçim kazanmanın ‘püf’ noktası: DELTA Planı
Bu kez Kıbrıslı Türkler AİHM’de hesaplaşacak
Akın, Venezüella’dan ‘iyi’ haberler getirdi…
Alevilerin sol kanadından 4 talep
Saçları ağarsa da gözleri hala kara…
Taşların sihirli gücü
Cherbourg’da bir avuç Türk…
‘Sığınmacı’ ve ‘mülteci’ terimleri karıştırılmamalı
Al babaanneni gel
‘2010 bitiş değil, başlangıç noktası olacak’
‘Tuzla dünyanın da vicdanı oldu…’
‘Stratejik maden borda geç kalındı’
İzzettin Önder: On soruda kriz
‘Çanakkale geçilseydi, Lenin devrim yapamazdı’
‘Sendikal haklarda dışa başka resim veriliyor’
‘Bir Fethullah Gülen devleti tasarlanıyor…’
‘Her midye yenilmez’
İsmail Çoban ile Aşık Veysel üzerine
Bozcaadalı bir Rum’un gözünde ‘Anayurt’
İstanbul’un en önemli sorunu yönetimidir’
‘Karadeniz’deki yokoluşa karşı çıkalım’
Dişli’ uyarı
‘Fotoğrafta görsel kirlilik oluştu’
Türkiye’ye 45 kez turist olarak geldi
‘Bir karşı devrim olmaktadır’
‘Turizm sektörü iyi başladı ama…’
‘Yerli turiste pahalı değiliz…’
‘Türkü giren eve kötülük girmez…’
Boris’in babası, dedesi Ali Kemal’i anlattı
‘KKTC turizminin sorunu ulaşım’
Antalya ormanlarına ‘turistik’ kıyım!
‘AKP’nin Alevi açılımı; evlilik içi tecavüz’
`Bugün ezilenlerin rüyası yok!`
‘Denizlerin talepleri hala Türkiye’nin temel ihtiyacı’
‘Antalya’yı kolay yağmaladılar’
‘Biz devrimciler büyük bir ailenin üyeleriyiz’
‘Abidin’in büyük sanatçılığı yeterince bilinmiyor’
‘Devrim artık şart olmuştur…’
‘AKEL’in zaferi, tüm ilericiler adınadır’
‘Türban MHP’nin taktiğiydi…’
‘AKP gecikmiş bir baroktur!’
‘Figuran değil müdahil olmalı’
İranlı yazar Erad: Aşk, Türk’ü, Kürt’ü sevmektir
AKP’nin Alevi sınavı…
“Çerkes Adil Paşa’nın tahsildarlık günleri”
Sıra şeytanda…
Selek: Feminist kitabevi Amargi bir okul…
İstanbul’un turizmi bu atölyede şekilleniyor
Neden Patara ve neden şimdi?
‘Terörün panzehiri ekonomik gelişmedir’
‘Türkmenlerin hakları, bizim Kürtlere de tanınmalı’
‘Mahalle baskısı değil, ideolojik baskı’
‘Meclis’teki partilerin kadın politikası yok’
‘Merkezde bir yeniden yapılanma olmalı… ‘
Fotoğrafın büyücüsü: Aykan Özener
Savaş karşıtı eylemlerin fotoğrafçısı: Hüsnü Atasoy
Uras: Desteği için Baykal’a teşekkür ediyorum!
‘AKP’yi sola karşı yaratanlar yok edecek’
Muhabirlerin telifle çalıştırılması yasalara aykırı’
Yeşiller bağımsızları destekleyecek
Türkiye sağlık turizminde atakta
‘Hayallere tanık olmak istedik’
‘İngiltere’de işkence yaptılar…’
Akın Birdal: CHP Kürt sorununu unuttu
‘Düşünceye militarizm de engel…’
Boyalı bank nöbetini terkeden ‘sosyalist’ asker
‘Kategorizesiz bir dünya hayalim’
‘Toplumsal varlıklar elimizden kayıp gidiyor’
Ermeni tarihçi: Asıl sorumlu emperyalizm
Hırant Dink: Ruh halimin güvercin tedirginliği
‘Vicdansızlığın İslamcısı, solcusu olmuyor…’
‘İsrail bir devlet değil, bir projedir’
Orhan Suda: Yaşasın edebiyat
Türkiye’nin Papa’ya sormayı unuttukları!
‘Sol hareketin çoğu kapitalizmin versiyonu’ VIII
‘Yurtseverlik karşılıksız ve zararlı bir taktik’VII
‘İslamcılar’la flörtü kaygıyla izliyoruz!’ VI
‘Türkiye’de antiemperyalist islami hareket hayal’ V
Liberal ve milliyetci savrulma yaygınlaştı IV
‘Siyasal İslam’la isbirliğine gitmeliyiz’ III
Dünya solu karamsarlığı attı II
‘Emperyalizme kurşun sıkanlar müttefikimdir’ I
Hayalet yazar Hüdai Nabit
Çitlembik ağacıyla söyleşi
‘Çocuğa şiddet, çok yaygın’
İran PKK’yi neden bombalıyor?
Serdar Denktaş: Mal mülk davaları en zor sorun
‘Kıbrıs’ta kısa dönemde çözüm olmaz’
Tayvanlı yazardan ‘Sıcak bir öpücük’
Merve Kavakçı: Dini bir mesele
Perinçek: MHP tabanını dışlayarak solculuk yapılmaz!
‘Tek dileğim iki dengeli bir dünya…’
‘Beni en çok korkutan: Google’
‘Sorunumuz Yahudiler’le değil, siyonizmle’
O bir ‘peynir avcısı’
‘Çernobil’den ders çıkarmadık’
Bir kültür taşıyıcısı: Aydın Çukurova
Afşar Timuçin ile insana dair ne varsa…
12 Eylül iddianamesine ne oldu?
Akın Birdal: Evren yargılanmalı
Hitler ile söyleşi…
‘Baş örtüsünü ilk kez Sumerliler taktı’
Türk solu titreyip kendine gelmeli’
‘Hepten pusulasız olmadığımız kanaatindeyim…’
‘Siyasi güç, her zaman kendi hukukunu yaratır’
ABD işdünyasında çöküş…
‘ABD Anayasası Patara’dan’
Çocuklar öldürülmesin!
‘Bir Gün Mutlaka’
‘Derin devlet sorunları çözmek istemiyor’
Kaş’taki gözyaşı
‘Son 15 yılda bilinçte sıçradık’
Piref. H. Ökkeş ile ‘dörtköşe’ sohbet…
Sorgun Ormanı’nı kurtaralım
Devrim Bize Yakışırdı!
G-8 protestosundan gözlemler…
Başkalarının hayalleri…
Hurafeler gölgesinde Gelibolu…
Çokuluslu tekellere karşı ‘Adil Ticaret’
Kuzey çikolata, Güney ekmek derdinde
Fokları, katliamdan kurtaralım!
Nükleer denemelerin faturası: Doğal felaketler
İsrail dünyanın 6’ncı büyük nükleer silahına sahip!
Çocuk İşçiler
Türkiye’de de nükleer silah istemiyoruz!
Faşizm neden Almanya’da kök saldı?
Demirel davasında tekelci medya da suçludur

732050cookie-checkKitap konusunda oynanan oyunlar…

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.